Türkiye’nin terör saldırılarıyla sarsıldığı, toplumsal endişenin giderek yükseldiği bugünlerde SETA Güvenlik Araştırmaları Direktörü Doç. Dr. Murat Yeşiltaş’a içine girdiğimiz şiddet sarmalının nereye evrildiğini sorduk:
[Karar]
GÖRÜŞLER: MURAT YEŞİLTAŞ
2015’in ikinci yarısından bu yana Türkiye’nin bir çeşit terör tüneline girdiğini söylemek abartılı olmaz. Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde girdiğimiz bu tünelin ülke olarak henüz içinden çıkabilmiş değiliz. Ne zaman ve nasıl çıkacağımıza dair elimizde belirgin bir yol haritası da henüz yok. İçinden geçmekte olduğumuz tünelin kendisinin ve içindeki değişkenlerin özelliklerini ve karakterlerini iyi tahlil edebilirsek tünelin içinden daha az zarar görerek çıkmak ve sonrasında bütünsel bir terörle mücadele stratejisi değişimine gitmek mümkün olabilir. Şimdilik ihtiyacımız olan, tünelin içinden çıkmak için yapılması gerekenlerin neler olduğunu doğru bir biçimde tespit etmek. Ancak nasıl bir strateji değişimine gidilirse gidilsin bu stratejinin tünelin çökmesine neden olmayacak ve tekrar o tünele girmeyecek bir boyutta ve kapsamda olması gerekiyor.
Tünelin içine nasıl girildi sorusuna dair hali hazırda birçok cevap ortaya koyulsa da bu görüşlerin kahir ekseriteyitinin oldukça sorunlu olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’nin içine girdiği terör tünelinin yapısal düzeyde jeopolitik çevresi, tünelin hem dışından içine doğru muazzam bir baskı oluşturuyor hem de tünelin içindeki unsurların metaformoza uğramasına neden oluyor. Bütün bölgedeki devlet düzenlerinin yıkılma tehlikesi altında olması ve kendi bünyelerinde barındırmış oldukları iç çelişkiler, bu ülkelerde siyasetin rekabetçi doğasının yıkılarak yerine etno-mezhepsel bir düşmanlık ilişkisinin yerleşmesine neden oldu. Böylesi bir durum, siyasetin ve gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası haline dönüşen şiddetin ve aşırıcılığın merkezinde yer aldığı yeni bir hayatta kalma stratejisinin doğmasına neden oldu. Bu strateji büyük ölçüde “savunmak için saldır” mantığına dayanıyor.
Terör tünelinden daha fazla zarar görmeden ve tünelin sonuna hızla ilerlemek için jeopolitik dış çevrede radikal değişim gerekiyor.
Esed rejiminin tüm Suriye’yi kaotik ve sonu gelmez bir çöküşe sürükleyerek kendi kendini imha sürecini başlatması, aynı zamanda komşu ülkeri farklı düzeylerde de olsa doğrudan bu kaosun içine çekti. Sınırların yeniden düzenlenmesine ilişkin içerden dışarıya doğru yükselen etnik ve mezhepsel baskı (DAİŞ, PKK ve PYD vb.), parçalanmanın bir sonucu olarak oldukça melez ve son derece atomize olmuş egemenlik iddialarının/motivasyonların yerelden ulusal ölçeğe doğru ortaya çıkardığı negatif enerji; Suriye krizinin komşulara yönelik ilk sırada yer alan taşma etkileri arasında sayılabilir. Bir ucunda DAİŞ’in diğer ucunda PKK’nın olduğu yeni terör dengesi Türkiye’ye böylesi bir yapısal çevre üzerinden nüfuz etmeye başladı. Dolayısıyla Türkiye’nin içine girdiği terör tünelini dışardan baskılayan muazzam bir çatışma evreninin varlığı söz konusu. Bu yeni yapısal çevre özellikle PKK’ya ayaklanma, şiddet, terör, ayrılıkçı ve etnik radikalleşme dinamiklerini bir arada kullanabileceği çok geniş bir zemin sağlerken DAİŞ’e de bu çatışmanın dinamiklerini dışardan ve içerden kullanma imkanı sağlıyor.
PKK’nın stratejisi, DAİŞ’in şiddeti uluslararasılaştırmak suretiyle icra ederek düşmanı merkeze çekmeye çalışmasıyla benzer.
Terör tüneline bu yapısal jeopolitik koşullarda yer alan bütün çatışma dinamiklerinden geçerek ve birbirinden çok şey öğrenerek giren terör örgütleri ise tünelin içerdeki yeni karakterini belirlemeye başladı. Bu karakterlerden ilkini çeşitlilik boyutu oluşturmaktadır. PKK başta olmak üzere radikal solun (ki bunların çoğunluğu PKK’nın uzantısı ya da destek sağladığı örgütlerdir: TAK, DHKP-C, MLKP vb.), El-Kaide ve DAİŞ gibi terör örgütlerinin motivasyonları, kullandığı teknikleri, hücresel ağları ve bölgesel/küresel bağlantıları ile üzerine yükseldikleri politik sosyolojileri bir çeşitlilik oluşturmaktadır.
Meselenin ikinci boyutunu ise bu örgütlerin son derece melez ve mobilize bir karaktere sahip olması oluşturmaktadır. Bunlar arasındakarma örgütsel bir yapılanma (TAK, YPS, HPG, PKK gibi), esnek ve her şarta uyum sağlayabilecek teknikleri kullanabilen pragmatik bir çatışma stratejisi, sivillerin hedef alındığı sansasyonel terör eylemleri, sosyal medyayı aktif; saldırgan ve ayrıştırıcı bir dille kullanan propaganda ve iletişim stratejisi, finansal kaynak sağlamak için bütün illegal yolları kullanan yasa dışı bir suç ağı yer almaktadır. PKK bu özelliklerin hepsini de eş zamanlı olarak kullanmatadır. PKK, bir taraftan ülkenin belirli bir coğrfayasında silahlı bir çatışma sürdürerek (şehir çatışması dinamiği) etnik ve radikal milliyetçi bir tahkimat için uğraşırken diğer taraftan da ülkenin ana merkezlerinde sivilleri hedef alan terör saldırılaryla toplumsal bir ayrışma için zemin oluşturmaya çalışmaktadır. Yani terör saldırılarıyla toplumun “gündelik güvenlik risklerini” artırmak, böylece toplumsal tepkinin şiddet pratikleriyle birleşmesini sağlayarak askeri düzeyde yürüttüğü çatışma için etnik bir homojenleşme ve derinleşme arayışında olmak PKK’nın temel stratejilerinden biridir. Bu strateji hem PKK’nın örgütsel olarak ayakta kalmasını (örgüte yeni eleman kazanmak) sağlayacak hem de istediği şekilde etnik mobilizasyonu arkasına almasına neden olabilecektir. Bu stratejinin PKK’nın kayıpları arttıkça çevreden merkeze doğru şiddet pratiklerini daha açık bir biçimde kullanacağı bir yöne doğru evrileceğini söyleyebiliriz. Bu durum hem devleti hem de toplumu çatışma sürecinin içine daha fazla çekecektir. Bu nedenle PKK’nın stratejisi, tıpkı DAİŞ’in şiddeti daha açık ve sansasyonel bir biçimde uluslararasılaştırmak suretiyle icra ederek düşmanı merkeze çekmeye çalışmasıyla benzerlik göstermektedir.
Terör tünelinin içinde yer alan unsurların yeni karakterinin üçüncü boyutunu ise daha uzun dönemli etkisi olabilecek radikalleşme oluşturmaktadır. Türkiye’yi bu süreçte baskılayan biri politik diğeri ise şiddet içeren aşırıcı iki tür radikalleşme söz konusudur. Politik radikalleşme terör için gevşek bir siyasi atmosferin oluşmasına neden olurken teröre yönelik mücadelenin de büyük ölçüde altını oymaktadır. Yaptığı terör saldırısının toplumun belirli bir kesimi tarafından aşırı tepkiyle karşılanmadığının bilinmesi, ikinci saldırı için örgüt elemanına daha fazla cesaret vermektedir. Öte yandan aşırıcı şiddet içeren etnik radikalleşme (DAİŞ özelinde de ayrı bir dini radikalleşmenin varlığından bahsedilebilir) ise PKK bağlamında son derece tehlikeli bir boyuta ulaşmıştır. Örneğin İstiklal Caddesi’nde sıradan bir kitapçıda PKK veya onunla birleştiğini ilan eden aşırıcı sol örgütlerin dergilerine ulaşıp oradan İstanbul’un en büyük üniversitelerinde açık bir şekilde PKK bayrakları eşliğinde örgütün marşını söylerek daha sonra örgütün propagnadasının yer aldığı bir açık hava konserine gitmek en basit radikalleşme süreçlerinin başında gelmektedir. Dolayısıyla radikalleşmenin çok hızlı, akışkan ve kurumsallaşmış (örneğin lise gençlerinin saz kurslarında, ideolojik yaz kurslarında askeri eğitime tabi tutulması) olması terör tünelinin içinde kazasız geçişi daha fazla riskli hale getirmektedir.
Elbette terörün yeni dinamiklerine dair birçok başka unsuru öne çıkarmak mümkündür. İçinden geçtiğimiz terör tünelinden daha fazla zarar görmeden ve tünelin sonuna doğru hızla ilerlemek için öncelikle jeopolitik dış çevrede radikal bir değişiklik yaşanması gerekiyor. Bunun için Türkiye’nin elindeki araçların tek başına yeterli olmadığı ise açık. Ancak bu araçlar devreye sokulmadan bu işi çözmek de mümkün değil. İkinci olarak terörle mücadele konusunda zihinsel ve kurumsal bir yenilenme sürecine girilmesi gerekiyor. İçinden geçtiğimiz zaman dilimi en kötüsünü tecrübe ederek bütün yönleriyle Türkiye’ye bu yenilenmeyi yapmak için büyük fırsatlar sağlıyor.