Rusya uzmanı Dr. Kerim Has “Türk-Rus münasebetlerinde uçak krizi sonrası gelinen noktada asimetrik bir ilişki modeli söz konusu” diyor.
KERİM HAS YAZDI
XXI. yüzyılın ilk on yılı boyunca nispeten belli bir dengede götürülen Türk-Rus münasebetlerinde Kasım 2015’te patlak veren uçak krizi sonunda gelinen bugünkü noktada asimetrik bir ilişki modeli öne çıkıyor. Karşılıklı kazanımlarda ciddi orantısal dengesizliğin göze çarptığı bu modelin endişe veren özelliği, sadece Türk-Rus ilişkilerini değil, Türkiye’nin uluslararası siyasetteki yerini ve rolünü orta vadede nereye sürükleyeceğini meçhul bırakması.
“Doğası gereği” önemli ölçüde üçüncü aktörlerin etkisi altında şekillenen Türk-Rus ilişkilerinde tarihsel perspektifin çok ötesinde günümüzde başka hâkim parametreler de var. Bunlar arasında, iki ülke yöneticilerinin zaman zaman birbirlerine karşı kullandıkları çeşitli siyasi kozların varlığının altını çizmek gerekiyor. İlişki (b)ağlarını son derece karmaşıklaştıran bu durum, “su akar yatağını bulur” prensibinin bahsi geçen yeni asimetrik modelde Türkiye için bu sefer işlemeyebileceğine işaret ediyor. Zira her an yeni sürprizlere gebe bu modelin “filiz verdiği” alanlar genelde hep, bir devletin kendi ayakları üzerinde durduğu zeminin baş köşelerini oluşturuyor…
EN KAYGAN KÖŞE: SURİYE
Şüphesiz, Balkanlar’dan Orta Asya’ya, Kafkaslar’dan Karadeniz’e uzanan jeopolitik nüfuz hatları Türkiye ile Rusya’nın yüzyıllardır çıkar çatışmaları yaşadığı alanların başında geldi. Örtüşen etki hinterlantları bu coğrafyalarda iki ülkeyi bölgesel rakip konumuna sokarken birbirlerinin tehdit algılarındaki benzer anlayış, uzun yıllar tarafların bölgesel sorunlarda işbirliği vizyonu geliştirmelerinin önünde engel oldu. Hatta iki ülke, Bosna ve Kosova savaşlarından Orta Asya’nın “Türk dünyası” adına sunduğu avantajlara, Dağlık Karabağ sorunundan Kırım’ın ilhakına kadar bütün gelişmelerde hep karşıt kamplarda yer aldı. İşbirliğindeki bu zayıf halkanın şimdilerde ittifakların oldukça kırılgan, kısa vadeli ve yıkıcı olabildiği Ortadoğu’da denenmesi ise iki aktör açısından da yeni bir tecrübe.
Astana süreciyle kristalize olan Suriye deneyimini Türkiye ile Rusya’nın bölgesel işbirliğine gittikleri ilk alan olarak tanımlayabilmek mümkün. Ancak bununla beraber, uçak krizi sonrası Suriye denkleminden dışlanan Ankara’nın masada yeniden yer alabilme gayesiyle Moskova’nın taleplerine “hayır!” diyemeyerek ortaya çıkan Astana süreci, iki başkentin üzerinde mutabık kaldıkları uzun vadeli bir stratejinin ürünü değil. Daha ziyade Moskova’nın yaptırımlar ve elindeki siyasi kozlar yoluyla biraz da iteleyerek Ankara’yı zorunlu bıraktığı “geçici ve çarçabuk” ortaklığın bir sonucu.
Zira o dönemde izlenen politika dikkate alındığında, Türkiye’den destek alan birçok muhalif grubun Suriye sahasında zemin kaybetmesi Ankara’nın pek de arzuladığı bir gelişme olamazdı. Ama Suriye’ye dair masada öyle veya böyle, gerekli veya gereksiz, yeniden söz söyleme hakkı elde etmek için ödenmesi gerekli “diyet” sadece “Esad’ın koltuğu terk etmesi” ısrarından vazgeçmeyi değil, muhaliflerin rejim lehine alan bırakmasını temin etmeyi de gerektirdi. Moskova ise bu grupların belli ölçüde “terbiye edilip” zararsız hale getirilmesi için uçak krizi sonrasında Ankara’yla çalışmayı hem daha kolay ve hızlı sonuç verici buldu hem de kendi çıkarları açısından tavizler koparabileceği etkin bir yöntem olarak benimsedi.
İran’ın da dahil olduğu Astana sürecinin taraflar açısından şu ana kadarki en somut neticesi, en radikalinden nispeten aklı başında olanına kadar envai çeşit silahlı muhalif grubun belli zaman dilimi içerisine yayılarak Esad rejimine askeri bir tehdit oluşturmayacak şekilde “buharlaşması” ve bir kısmının da coğrafi açıdan Türkiye sınırına ötelenmesi oldu. Uçak krizini takip eden dönemde Türkiye’yle bütün ilişki başlıklarını Suriye’deki işbirliğine endeksleyen Rusya’nın, bölgede atacağı her bir adım için Ankara’dan başka alanlarda kopardığı tavizler ise Kremlin’in dış politikadaki artı hanesini epeyce dolduran cinsten. Yaptırımların aheste aheste kaldırılıp vizelerin askıda bırakılması ve pek tabii Suriye’de geriye kalan cihatçı tiplerin İdlib’de sınıra yığdırılarak “temizlenmesi” ihalesinin Türkiye’ye yükletilmesi bunlar arasında en ağır geleni. Rusya için oldukça stratejik öneme sahip Türk Akımı’nda Ankara’nın doğalgazda bırakın re-export hakkı elde etmeyi, fiyat indirimi gibi en basit taleplerinin dahi Kremlin’in duvarlarında hiç yankı bulmaması, en hazini. Rusya’nın Akkuyu nükleer santrali için çıktığı yolda geçtiğimiz haftalarda Mersin’de liman işletme hakkını kotarması ise en çarpıcı olanı. Boğazlardan Rus denizaltılarının geçişleri hakkında Moskova’nın ricalarıyla Montrö’nün “esnetilmesi” de en yenisi. Gelip gelmeyeceği hala tartışmalı S-400 füzeleriyle Rusya’nın Türk hava sahasında yükleneceği misyonun yanı sıra Türkiye-ABD/NATO hattında halihazırda açtığı gedik ise “gün olur asra bedel” misali kapanması uzun sürecek bir yaraya dönüştü bile. Pek tabii tüm bunlara başka başlıklar da eklenebilir. Ancak gelinen noktada, Suriye’deki söz konusu “zorunlu ortaklık” yoluyla Rusya’nın kazanımlarının Türkiye’ninkiyle kıyaslanamayacak ölçüde asimetrik boyutlara ulaştığı açık. Bununla beraber, Astana sürecinin ve daha özelde de Ankara ile Moskova’nın tek başına Suriye krizini tümüyle çözüme kavuşturabileceğini sanmak da hayalcilikle eşdeğer. Oldukça kaygan zeminde ilerleyen Suriye’deki işbirliğinin önünde daha İdlib, Kürt sorunu, ABD’nin bölgedeki varlığı, İran-İsrail itişmesi, yeni anayasa süreci, seçimler gibi birçok sınav var.
“KÖR GÖZE PARMAK”
İlişkilerdeki mevcut asimetrik modeli önceki dönemlerden ayıran özelliklere daha dikkatli bakıldığında ise şu birkaç hususu vurgulamak şart. Birincisi, söz konusu asimetri tam da Türkiye’nin kendi ulusal güvenliğine yönelik doğrudan tehditler ülke içi ve sınırlarında son derece zemin kazanmaktayken derinleşiyor. Türkiye içindeki IŞİD, el-Nusra vs. hücreleri bir yana, on binlerce terörist ve radikal cihatçı militanın toplandığı “barut fıçısı” mahiyetindeki İdlib’deki “iltihap” Türkiye’ye de yayılacak şekilde her an patlamaya hazır vaziyette orada duruyor. Olası bir göç ve insani krizin engellenmesi için atılması gereken adımlar bekleyişini sürdürürken, Eylül 2018 tarihli İdlib mutabakatı bir memorandum hüviyetinden çıkıp ilişkilerde “şantaj aracına” dönüşüyor. Yine, Türk Akımı’nda verilen kritik bazı izinlere karşılık Afrin harekâtında olduğu üzere, Rusya’yla ilişkilerde Kürt sorununu “al-ver”e endekslemek sorunu çözmenin aksine daha da büyütüyor. PYD/YPG’nin ABD’ye daha fazla iteklenmesinin yanı sıra gerektiğinde Moskova’nın da kullanabileceği enstrümanlar arasında mevcut konumundan üst sıralara çıkmış olması patetik gerçeklerden. Güvenlik hassasiyetleri bakımından bir ülkenin “zayıf noktalarının” açığa çıkarılıp başkalarınca kullanışlı hale getirilmesi ise en hafifinden, dış politikada “astigmat” hastalığına işaret eder.
Ankara’nın aynı anda hem Batılı müttefikleri hem de Doğu’daki birçok komşu ve ortaklarıyla arasının bozuk olması ise Rusya’yla ilişkilerindeki asimetriyi derinleştiren ikinci bileşeni oluşturuyor. Dış politikada denge arayışından ziyade savrulmaya neden olan bu durum, Moskova’yla karşılıklı kazanımların eşit ortaklık zaviyesinden değerlendirilmesinin önünde ciddi bir engel. Zira Ankara’nın AB ve NATO’nun ağır toplarından tutun da Arap dünyası liderlerine varıncaya değin birçok ülkeyle ilişkilerindeki “sorunlar yumağını” pek de çözme heveslisi olmayan Avrasya coğrafyasından Rusya ve Çin gibi aktörler haliyle “kapana sıkışmış” bir Türkiye’den istediklerini daha kolay elde edebilme fırsatı yakalıyor. Her geçen gün derinleşmekte olan ekonomik krizi de buna eklendiğinde, Türkiye’nin içeride ve dışarıdaki mevcut sıkışmışlığının yakından muhatap olduğu Rusya’ya sağladığı asimetrik avantajların göz kamaştırmaması mümkün değil.
İlişkilerdeki enerji başlığının yanı başına askeri-jeopolitik boyutun eklemleniyor oluşu ise yeni modeldeki asimetriye uzun vadeli stratejik kimlik kazandırıyor. Kremlin’in dış politikasının temel iki öğesinden biri durumundaki enerjiye Türkiye’nin (Rus doğalgazı üzerinden) halihazırdaki yüzde 50’ler seviyesindeki bağımlılığı zaten mevzu dışı. Nükleer tecrübenin Moskova’nın himmetine kalmış olması da bunun cabası. Şimdilerde ise bu bağımlılığın, Rus dış politikasının ikinci başat öğesi olan silahlarla “taçlandırılması” gündemde. Türkiye’nin hava savunma kapasitesindeki boşlukları kapatmaktan ziyade -mevcut savunma sistemlerine entegre edilememe durumu, asıl bölgesel güvenlik tehditlerinin hissedildiği ülkelere karşı kullanılamama sorunu ve pek tabii ABD cenahından gelebilecek yaptırımlar nedeniyle- zaten var olan zaaflarını daha da derinleştirme potansiyeline sahip S-400’lerin askeri ihtiyaçtan dolayı alındıklarını ileri sürmek hiç de gerçekçi durmuyor.
Pek muhtemel ki, bir çeşit siyasi pazarlığın sonucunda alınma kararı verilen S-400’ler, ülke topraklarında konuşlandırılıp konuşlandırılamayacağı tartışıladursun, Türkiye’nin jeopolitik yöneliminde yeni çıkmazları beraberinde getirecek. Zira Moskova’nın pek mahir olduğu enerji ve silah başlıklarında Ankara’nın bölgede Rusya’ya karşılıksız kazandırdığı mevziler ilişkilerdeki asimetriyi bağımlılığın çok ötesine taşıyıp zaafiyeti kavileştiriyor. İroni şu ki, Soğuk Savaş döneminde SSCB’den askeri tehdit hisseden Türkiye o yıllarda NATO üyesi olup İttifak’ın güneydoğu hattı boyunca SSCB’nin nüfuz alanının genişlemesine engel olurken, şimdilerde bölgesinde S-400’lerin alımına öncülük ederek Rusya’nın Doğu Akdeniz-Ortadoğu havzasına askeri açıdan yerleşmesini kolaylaştırıcı bir rol üstleniyor.
Asimetriyi pekiştiren dördüncü faktör ise bu modelin Rusya’nın dış politikasında yeniden küresel plana erişme istidadı gösterir şekilde askeri güç projeksiyonlarına daha yoğun ve sıklıkla başvurduğu döneme denk gelmesi oldu. Moskova’nın 2008’deki Gürcistan tecrübesi ışığında ilerleyerek vardığı Ukrayna ve Suriye krizlerindeki performansı, yakınlarda ise Venezuela’da yaptığı “balans ayarı”, izlediği yolun köşe taşları niteliğinde. Öte yandan, hemen dibinde cereyan eden ilk üç hadise bir yana, nevzuhur ve gizemli partneri Maduro Venezuelası’ndaki çekişmenin de en nihayetinde Türkiye’nin bölgesel nüfuzunu artıran bir tablo oluşturmadığı, hatta azalmasına netice verdiği ve uluslararası imajını zedelediği kesin. Bir başka deyişle, bahsi geçen bu ülke ve çevrelerinde nüfuzunu artıran Rusya, güçten düşen Türkiye’nin coğrafi açıdan daha yakın komşusu, bir kısım çıkarlar bağlamında ise eli kuvvet bulan doğrudan rakibi oldu. En net Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Suriye’ye yerleşmesi örneklerinde görüldüğü üzere, Karadeniz’den Doğu Akdeniz’e uzun yıllardır Türkiye-Rusya arasında var olan güç dengelerini yerinden eden bu tablo, haliyle askeri güç projeksiyonuyla elde ettiği kazanımlarını da Moskova’nın masada Ankara’yla paylaşımını zorlaştırıyor.
Derinleşen asimetrinin bir nispette görmezden gelinen son kritik yanını ise “ulusal muhafız birlikleri” arasındaki uyumu pekiştirmeye varıncaya kadar iki ülke siyasal sistemlerinde son yıllarda baş gösteren olağanüstü benzeşme oluşturuyor. Otoriterleşmenin sınırlarının zorlandığı siyasal sistemler bir süre sonra meşruiyetlerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kaldıkları gibi işlemez duruma düşen devlet kurumları dolayısıyla tüm sorumluluğun kendilerine yüklendiği yöneticilerinin dışarıdan şantaja açık hale gelmeleri gibi sorunlarla da boğuşurlar. En basitinden, uçak krizi sırasında “IŞİD tırları” dosyasını nümayişle BM Güvenlik Konseyi’ne sunmakta bir beis görmeyen veya künhüne vakıf olduğu 15 Temmuz’a dair Rusya’nın halihazırdaki sessizliğini neye yoracağını bilmek asimetrinin “inceliklerinden” olsa gerek. Halbuki Ruslar, muhatap oldukları diğer ülke yetkililerinin, kendi ülkelerinin çıkarlarından çok çabuk taviz verenleriyle değil, bu çıkarları objektif, etkili ve doğru bir şekilde savunup değerlendirenlerine daha fazla saygı duyar ve yine bu kişilerle daha sorunsuz ilişki kurarlar.
Pek tabii, Türkiye ile Rusya arasındaki mevcut asimetrik modelin ileride daha çetin imtihanlarla karşılaşacak olması ilişkilerin “fıtratında var”. Bu da fırtına zamanı tek başına geminin dümenindeki kaptanın ustalığı ve hâlâ kaldıysa tayfanın sezgilerinin hayati olduğu gerçeği kadar, takip edilecek rota ve varılacak limanın da iyi hesaplanması gerektiğini ortaya koyuyor. Yoksa, uluslararası ilişkilerde “veren el, alan elden üstündür” düsturuna fazla itibar etmeyen Rusların dediği gibi, “Bela tek başına gelmez”…