Türkiye-İsrail arasındaki yoğun diplomatik trafiğin ilişkilerin normalleşmesine katkı sağlayacağı hemen herkesçe kabul ediliyor. Peki bu neticelerin Filistin meselesine yansıması müsbet mi olacak, menfi mi? Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi’nden Araştırma Görevlisi Ceyhun Çiçekçi analiz etti.
[Karar]
GÖRÜŞLER
CEYHUN ÇİÇEKÇİ
Türkiye-İsrail ilişkileri bir süredir normalleşme yolunda atılan adımlarla hareketli günler yaşıyor. 2010 yılında vuku bulan Mavi Marmara saldırısı sonrası iki ülkenin ilişkileri, diplomatik manada minimum seviyeyi simgeleyen ikinci kâtiplik seviyesine indirgenmişti. Fakat aradan geçen yaklaşık 6 yıllık periyotta köprünün altından oldukça fazla su aktı ve öncelikle bölge ve dünya konjonktürünün almış olduğu şekil, iki ülkeyi bir diğerini yeniden düşünmeye ikna etti.
2013 yılının Mart ayında, Başkan Obama’nın inisiyatifi üzerine Başbakan Netanyahu, o dönem mevkidaşı olan Başbakan Erdoğan’ı arayarak resmi özür talebini yerine getirmiş ve sonrasında da Mavi Marmara’da hayatlarını kaybeden sivillerin ailelerine ödenecek tazminatın miktarı konusunda müzakereler başlamıştı. 2013 yılı özelinde konuşulacak olursa, iki ülkenin bugünkü kadar acelesi olmadığı anlaşılabilir. 2013, Arap Baharı’nın sönümlenmeye başladığı ve karşı-devrimci hareketlerle iç savaş ortamlarının belirginleştiği bir yıldı. Fakat bugünün tehditleri iki ülkenin ulusal güvenliğine yönelik çok daha ivedi bir hal arz ediyor. İran’ın uluslararası sisteme entegrasyonu, bölgesel meşruiyetindeki artış ve bölgedeki iç savaş ortamlarında oldukça aktif bir pozisyona sahip oluşu; Rusya’nın Suriye’de bilfiil boy göstermesi ve Rus uçağının TSK tarafından düşürülmesi sonrası yaşanan Türk-Rus gerilimi, DAEŞ’in varlığı ve yarattığı yeni jeopolitika; DAEŞ ile mücadelesi sebebiyle uluslararası kabul görmeye başlayan ve Türkiye’nin güney sınırında Kürt kuşağı oluşturmaya çalışan, bu sebeple bölgedeki Türkmenlere yönelik de tehdit arz eden PYD ve en nihayetinde -ve belki de bütün bu unsurların aktiflik derecesinde belirleyici olan- Amerikan isteksizliği. Bütün bu sayılan potansiyel tehditler arasında Rusya özel bir öneme sahip. Erdoğan’ın İsrail’e yönelik yumuşayan söyleminin tarihi, özellikle de Rusya’yla ilişkilerin gerildiği sürece denk geliyor. Bu da oldukça açıklayıcı bir zamanlama. Kuvvetle muhtemel, Türkiye’nin bölgesel gerilimlere dayanma eşiğini Rusya’yla ilişkilerin seyri belirledi. Ayrıca İsrail’in Yunanistan-Güney Kıbrıs eksenindeki ilişkileri, Kuzey Irak’taki Kürtlerin bağımsızlık isteğine olumlu yaklaşımı vb. dış politik tercihler Türkiye’yi, İsrail’i kontrol edebilmek için yakınlaşmaya itmiş olabilir. Ortak tehdit olarak algılanan unsurların varlığı söylemsel bir destek de sunuyor iki ülkeye. Fakat bütün bu yakınlaşma sürecinin Türkiye’nin “doğalgaz ihtiyacına” endekslenmesi, söylemsel düzeyde kamuoyunun ikna edilebilmesi için kullanılan bir araca benziyor. İsrail’in toplumsal hafızalardaki “lanetli” statüsünü “temel ihtiyaç doğalgaz” üzerinden nötrleştirmek; ivedi enerji ihtiyacını Azerbaycan, Türkmenistan ve Katar üzerinden gideren bir ülke için halkla ilişkiler çalışmasını andırıyor.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin tamiri, Filistin sorununda olumlu sonuç doğurabilir mi? Eğer Filistin sorunu sizin için öncelikle Gazze’deki insani dramsa; evet...
Peki ya Filistin?
Filistin sorunu, Soğuk Savaş döneminin bakiyesine dâhil. On yıllardır bir şekilde gündemde olan ve bir türlü çözüme kavuşturulamayan bir sorun. Türkiye-İsrail ilişkilerinin tamiri, Filistin sorununda olumlu sonuçlar doğurabilir mi? Nereden baktığınıza bağlı…
Eğer ki Filistin sorunu, sizin için öncelikle Gazze’de yaşanan insani dramsa; Evet. İki ülkenin ilişkilerinin normalleşmesi, Türkiye’ye Gazze’de ekstra bir hareket imkânı sağlayacak görünüyor. Devletin çeşitli organları vasıtasıyla buralarda insani yardım, yeniden imar faaliyetleri vb. yürütülebilir. Müslüman Kardeşler’in ideolojik uzantısı olarak Hamas’ın Arap Baharı sürecinde içerisine düştüğü stratejik yalıtılmışlık, Gazze’nin de kaderini etkiliyordu. Mısır’da ve Körfez monarşilerinde Müslüman Kardeşler’in terörize edilmesi, Hamas açısından da olumsuz sonuçlar doğuruyordu. Bütün bu yalıtılmışlık halinde dahi Türkiye’nin Gazze’ye olan ilgisi neredeyse hiç azalmadı. Fakat son dönemlerde başlattığı diplomatik hareketlilikle Hamas, başta Mısır olmak üzere süreç içerisinde ters pozisyonlara savrulduğu ülkelerle ilişkilerini toparlamaya çalışıyor. Ne kadar başarılı olacağı meçhul lakin Türkiye-İsrail normalleşmesi tek başına dahi, Gazze’nin nefes alabileceği bir alan açar. Fakat İsrail yarın öbür gün tekrardan Gazze’ye saldırabilir mi? Evet. Ulusal güvenliğini obsesyon seviyesinde sahiplenen bir ülke açık alana düşen füzeler için yüzlerce sorti yapabilir.
Eğer ki Filistin sorunu, sizin için öncelikle işgal altındaki topraklarsa; Hayır. İsrail’in 1967’deki 6 Gün Savaşları neticesinde elde ettiği Batı Şeria toprakları hala işgal altında. Doğu Kudüs hakeza 1980 yılında çıkarılan bir temel yasayla (İsrail’de anayasa yok) Batı Kudüs’le birleştirilmiş ve İsrail’in “ebedi başkenti” olarak güvence altına alınmış durumda. O günlerden bugünlere sahadaki realite bağlamında bir değişiklik yok. 1990’larda ulaşılan Oslo Anlaşmaları ise hali hazırda “ölü” olarak nitelendiriliyor. Ramallah’taki Filistin Yönetimi, Mahmud Abbas’ın liderliğinde diplomatik çabalara yoğunlaşsa da elde edeceği kazanımların sahada pek bir karşılığı yok.
Son günlerde İsrail’in Abbas yönetimine yaptığı fakat pek karşılık bulmayan müzakere çağrılarını İsrail’le eksen paylaşan ülkelerin ‘ricası’ olarak görmek faydalı olabilir.
2012 yılının sonlarında Birleşmiş Milletler nezdinde kazanılan statü, İsrail’i fiili anlamda zorlamıyor. “BDS Movement” olarak geçen İsrail mallarını vb. küresel sivil boykot çağrıları da sorunu çözmeye yönelik olmasından ziyade İsrail’i masaya oturtmaya yönelik bir koz olarak kullanılabilir. Fakat güçlü bir koz değil. Ayrıca bugüne kadar uluslararası toplumun sürüklemesiyle yürüyen çözüm süreci, günümüzde hepten görünmezleşti. Uluslararası toplumun Ortadoğu’ya baktığında ilk rahatsız olduğu konu Filistin değil artık. DAEŞ, Esad rejimi, Suriye iç savaşı, Yemen iç savaşı, İran’ın agresyonu, Rusya’nın hamleleri vb. pek çok başlık Filistin’in önceliğini çoktan kaybetmesine sebep oldular. Kaldı ki günümüzün konjonktüründe İsrail, başta Mısır ve Suudi Arabistan olmak üzere Sünni ülkelerle oldukça yakın ilişkiler içerisinde. Bölgesel anlamda onu zorlayabilecek, sorunu gündemde tutabilecek bütün ülkeler İsrail’le aynı hizada saf tutmakla meşgul. Belli ki Türkiye de bu saftaki yerini alıyor. Bölgesel ortak tehditler, ülkeleri bugüne kadarki sorunlarını görmezden gelmeye yönlendiriyor. Son günlerde İsrail’in Abbas yönetimine yaptığı ve fakat pek karşılık bulmayan müzakere çağrılarını da İsrail’le eksen paylaşan ülkelerin “bir ricası” olarak görmek faydalı olabilir. Türkiye, her şeyden önce Filistin sorunu bağlamındaki algı yönetimini iyi yapmalı. Mavi Marmara hadisesinin İsrail tarafında provokasyon olarak algılandığını hatırda tutmakta fayda var bu açıdan. Bir diğer temel husus da bir bütün olarak Filistin “davasına” mı yoksa tek başına Hamas’a mı sahip çıktığımız. Bu algıları iyi yönetemezsek Filistin “davasının” aktörleri arasında tercih yapmış gibi görüneceğiz. Son olarak, dış politikadaki “siyasal meşruiyet” söylemimizi Filistinliler’den esirgememiz gerekiyor. Hem Gazze’deki fiilen otonom yapı hem de Ramallah yönetimi seçimlerin nasıl yapıldığını dahi unutmuş olabilirler…