Tüm dünyada çok izlenen Station Eleven dizisi ölüm oranı yüzde 99 olan ve kuluçka süresi olmayan bir gribi anlatıyor. Dünya nüfusunun yüzde 99’unu yok eden virüs sonrası hayatta kalanların verdiği yaşam mücadelesi anlatılıyor. İşin ilginç yanı dizinin uyarlandığı romanın 2014 yılında yazılmış olması.
GÜLAY ERDEMLİ
Emily St. John Mandel’ın yazdığı romandan uyarlanan mini dizi pandemi sırasında daha da fazla dikkat çekmeyi başardı.
Dizide Kovid-19 virüsü yerine Georgia gribi var. Bu kurgusal salgındaki virüs hem daha ölümcül hem daha bulaşıcı. Sadece birkaç hafta içinde nüfusun yüzde 99’u hayatını kaybediyor.
Hayatta kalanlar doktorların, ülkelerin, internetin, tedarik zincirinin olmadığı bir dünyada varoluş savaşı veriyor.
Dizide insanlar semptomları gösterdikten birkaç saat sonra ölüyor. Hızlı yayılması, yüksek ölüm oranı, elektrik su ve internetin olmaması aylar içinde medeniyetin tamamen çökmesine neden oluyor. İnsanlar ya şans eseri ya da evlerinde kendilerini aylarca karantinaya alacak kaynaklara sahip oldukları için hayatta kalıyor.
Dizi ile (detaylara girmeyelim, izlemek isteyenler olabilir) Kovid-19 pandemisi arasında ürkütücü paralellikler var. Etrafımda diziyi seyredip “olur mu olur, koronavirüs pandemisini de bekliyor muyduk?” diyenleri çok duydum. Peki gerçekten böyle bir virüs dünyayı tehdit edebilir mi? Bu kurgusal dünyada bilimin ne kadar yeri var?
Kovid-19 şimdiye kadar incelenen en bulaşıcı virüs olmaya yakın. ABD’deki Vanderbilt Üniversitesi Tıp Merkezi’nde bulaşıcı hastalıklar profesörü olan William Schaffner, “Enfekte ettiği her insanı ya da hayvanı öldürmek virüsün işine gelmez. Bunun virüse evrimsel bir avantajı olmaz” diyor.
Brown Üniversitesi Alpert Tıp Fakültesi’nde tıp profesörü olan Leonard Mermel de aynı fikirde: “Bir patojenin ilk konakçısı üzerinde yüzde 99 ölüm oranına sahip olması mantıklı değil. Eğer her bulaştırdığı canlıyı öldürecekse genlerini nasıl aktaracak?”
Yani bu sürükleyici diziyi izleyelim de “Aman bir de başımıza böyle bir virüs musallat olur mu” diye korkmaya gerek yok. En azından şimdilik!
EĞER ZAMANI GERİ ALABİLSEYDİM
Pek çok saygın bilim dergisinde ve gazetelerde de araştırmaları yayınlanan, bilim yazarı David Robson’un yeni kitabı ‘The Expectation Effect: How Your Mindset Can Transform Your Life (Türkçeye Zihniyetiniz hayatınızı nasıl değiştirebilir olarak çevirebiliriz), zihin beden bağlantısı üzerine yapılan çalışmaları ve iddiaları anlatıyor.
50 yıllık araştırmalara göre yaşlanma sürecini gelişimleri için bir potansiyel olarak gören insanlar 70’li, 80’li hatta 90’lı yaşlarında bile ileri yaşlarını hücrelerinin biyolojik yaşlanması olarak görenlerden çok daha sağlıklı oluyor.
Düşüncelerimizin ve beklentilerimizin yaşlanma süresini hızlandırabileceğine ya da yavaşlatabileceğine dair yapılan ilk araştırmalardan biri yıllar önce Harvard Üniversitesi’nden psikolog Ellen Langer tarafından yapılmıştı. Dikkate değer bu deneyde 70 ve 80 yaşlarındaki bir grup kişiye bilişsel ve fiziksel testler yapıldı. Grup, 1950’ler tarzıyla dekore edilmiş bir yerde bir hafta boyunca kaldı.
Dergilerden, radyoda çalan müziklere filmlere kadar her şey döneme uygun olarak seçildi. Araştırmacılar katılımcılardan 1959 yılındaymış gibi yaşamalarını istedi. Örneğin o döneme ait bir biyografi yazmaları istendi.
Eşyalarını bir odadan diğerine taşımak için yardım istemeleri engellendi. Günde iki kez o dönemin siyasi ve sportif olayları hakkında sanki ‘o anda’ devam ediyormuş gibi tartışmaları istendi. Amaç tüm bu çağrışımlar aracılığıyla gençliklerini uyandırmaktı.
Bir karşılaştırma yapabilmek için yeni bir grup katılımcıyla yeni bir deney daha yapıldı. Yine dekor dönemi içinde ama bu kez o yılları tekrar yaşıyormuş gibi davranmadan geçmişi hatırlamaları istendi.
Katılımcıların çoğu hem fiziksel hem de bilişsel testlerde gelişim gösterdi. Ancak en büyük faydayı görenler 1959 dünyasına kendilerini daha fazla kaptıran ilk gruptakiler oldu.
Yüzde 63’ü bilişsel testlerde önemli bir gelişim elde etti. Artritlerden kaynaklanan iltihapların bir kısmı azaldı, görmeleri keskinleşti, eklemleri daha esnek hale geldi!
Yale Üniversitesi’nde de 1975 yılından bu yana binden fazla katılımcının incelendiği bir araştırma var. Araştırmaya katılanların başlangıçtaki yaş ortalaması 63’tü.
Yaşama karşı daha olumlu bir tutuma sahip olanların çalışma başladıktan sonra 22.6 yıl yaşadığı, yaşlanmayı kötü bir süreç olarak algılayanların ise 15 yıl hayatta kaldığı ortaya çıktı.
Bu araştırmanın sonuçları ilk yayınlandığı 2002’de olduğu kadar bugün de dikkat çekici.
Birçok kişi yaşa bağlı engelleri yaşamadan önce ‘yaşlıların çaresiz olduğu’ fikri inancına sahip. Kültürler yaşlılığı olumsuz olarak değerlendiren mesajlarla dolu. Yaşlılar filmlerde, dizilerde, kartpostallarda kafası karışık, unutkan, çeşitli hastalıklara sahip kişiler olarak resmedilirken ‘yaşa’ olumlu yaklaşmak çok kolay değil.
Bilim insanları cinsiyet ayrımına, ırkçılığa nasıl tepki gösteriyorsak yaş konusunda da hoşgörülü olmak zorunda olduğumuzu hatırlatıyor ve ünlülerin, düşünce liderlerinin bir adım öne çıkarak bu konuyu gündeme getirmeleri gerektiğini söylüyor.
Bu arada önerileri de basit; kendi yaşımızla ilgili algılarımızı yeniden değerlendirelim! Olumsuz stereotiplere maruz kalmaktan kaynaklanan tepkilerden uzak durmaya çalışalım.
Son bulgular yaş inançlarının Alzheimer hastalığının gelişiminde de etkili olduğunu gösteriyor. Dört yıl boyunca 4 bin 765 kişiyi takip eden araştırmacılar, yaşlanma karşısında olumlu beklentileri olanların, yaşlılığı kaçınılmaz bir düşüş dönemi olarak görenlere kıyasla hastalığa yakalanma risklerinin yarıya indiğini belirledi. Şaşırtıcı olan ise yaşlılığa olumlu yaklaşan ve alzheimer’e yakalanmaya neden olan apoe geninin zararlı bir varyantını taşıyanlarda sonuç aynıydı!
Araştırmalar inandığımız şeylerin somut sonuçları olabileceğini gösteriyor. Pozitif düşün pozitif olsun klişesinden farklı bir durum bu... ‘Beklenti etkisi’nin bir tür kendi kendine yardım –ya da zarar- verebildiği görülüyor. Yani aslında pozitif düşünceyi övgü gibi algılamak hatalı bir yaklaşım olabilir.
Belki zamanı geri alamayız ama yaşlılığı bir süreç olarak kucaklarsak kendimize iyilik etmiş oluruz.
DÜNYANIN KARA KUTUSU...
Earth’s Black Box... Dünyanın Kara Kutusu..’ Medeniyetimiz çökerse gelecekteki uygarlıklar bunun nedenini nasıl anlayacak?
Bir grup araştırmacı, bilim insanı, girişimci ve sanatçı liderliğinde hayata geçecek olan Earth’s Black Box projesi iklim değişikliğinin verilerini kaydeden bir kara kutu olacak.
Yapı Tazmanya’nın batı kıyısında çelik ve granitten bir monolit olarak inşa ediliyor Yapının dikilmesi için Malta, Norveç ve Katar gibi pek çok ülke aday olmuş ama, jeopolitik ve jeolojik istikrarı nedeniyle Tazmanya seçilmiş. Kara kutu ‘hepimizden’ daha uzun yaşamak için tasarlandı.
Kara ve deniz sıcaklıkları, okyanuslardaki asitlenme, atmosferdeki karbondioksit miktarları, bitki ve hayvan türlerinin yok olması, enerji tüketimi, insan nüfusu, arazi kullanımlarındaki değişimler...
Hepsi bu kara kutunun içinde depolanacak. Yapının inşaatı henüz devam etse de Kasım ayındaki Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’ndan beri kayıt yapılmaya başlandı. Projenin geliştiricileri kara kutunun çeşitli arşivleme yöntemleriyle önümüzdeki 30-50 yıl boyunca veri depolamak için yeterli kapasiteye sahip olacağını tahmin ediyor.
Bir yandan da yüzlerce yıl boyunca veri toplayabilmesi için neler yapılabileceği araştırılıyor. Kutu, yapının çatısındaki güneş panelleri tarafından desteklenen internet bağlantısına sahip olacak. Earth’s Black Box’ı sosyal medya hesapları üzerinden de takip edebiliyorsunuz. Projenin önümüzdeki yılın başında tam kapasite hayata geçmesi bekleniyor. O zaman isteyen herkes veri bankasındaki bilgilere de ulaşabilecek.
Eğer bir gün dünya iklim değişikliği nedeniyle çökerse, enerji veren şebekeler yok olursa kara kutu ‘biz nerde yanlış yaptık’ı göstermek için orada olacakmış...
TEK KELİMELİK FENOMEN
Oyun pazarı kalabalık, rekabet şiddetli. Ortada baş döndürücü rakamlar dönüyor. VR gözlüklerle, avatarlarla saatlerce oynanan bilim kurgu tadındaki oyunlar da malum. Ama son günlerde öyle bir oyun var ki, oyunun kurallarını değiştirdi: Wordle!
Belki aranızda bu oyunu oynamaya başlayanlar vardır ama son haftalarda viral olan bu oyun hakkında yazmak şart oldu.
‘Dünyayı saran yeni çılgınlık’ olarak değerlendirilen Wordle, özetle bir kelime bulma oyunu. New York’ta yaşayan yazılım mühendisi Josh Wardle, bu oyunu ‘canı sıkılan’ kız arkadaşı için geliştirdiğini söylüyor. Pandemi sürecinde bu oyunu sürekli oynadıklarını da ekliyor. Wardle, hikayesini köpürtmek için mi oyunun ortaya çıkış motivasyonunu ‘aşk’a bağladı bilinmez ama Wordle gerçekten 2022’nin ilk virali olmayı başardı. Kenan Doğulu’nun şarkısında dediği gibi “Ne yaparsan yap, aşk ile yap!”
2021’in Kasım ayında sadece 90 kişinin oynadığı oyunu şimdi milyonlarca kişi oynuyor. Wordle çok basit bir mantığa sahip. Her gün sadece bir kelime yayınlanıyor. Altı denemede bu kelimeyi tahmin etmeniz gerekiyor. Bu denemelerde günün kelimesinde yer alan harfler doğru yerde kullanıldığında ilgili kutucuk yeşil oluyor. Tasarımı, oynaması gerçekten çok kolay. Herhangi bir uygulama indirmenize gerek yok. Tarayıcınızdan girip oynayabiliyorsunuz. Kayıt olmanıza, bilgilerinizi paylaşmanıza gerek yok.
Türkçe versiyonu da var. Kelimeyi bulduğunuzda bunu emojilerle sosyal medyanızdan paylaşabiliyorsunuz. Daha şimdiden oyunun popülerliğinden faydalanmak isteyenler ‘yan sektörü’ oluşturdu ama pek çoğu orijinalinin cazibesine ulaşamadığı için yok olup gitti. Her gün tek kelimenin yayınlanması ise beklentiyi ve heyecanı artırıyor.
Wordle aslında amiral battı ve scrabble da dahil olmak üzere çeşitli oyunların unsurlarını birleştiren tek kişilik bir bulmaca. Eğlenceli, basit, kafa çalıştırıcı...
Denemekte yarar var.