Tarih-Bellek ve Modern Çağda Siyaset kitabının yazarı Halil Turhanlı “Spengler’in tarih felsefesi gerekirci, kaderci, karamsar ve kötümserdir” diyor.
HALİL TURHANLI
Weimar Cumhuriyeti’nin “muhafazakâr devrimci”lerinden Oswald Spengler, Birinci Büyük Savaş’ın hemen ardından yayımlanan Batının Çöküşü (çev.G.Scognamillo-N.Sengelli, Dergah Yayınları, ikinci baskı, 1997) adlı kitabıyla yüksek kültürleri mukayese eden, onların çeşitli aşamalarını ve bu aşamalara tekabül eden toplumsal örgütlenmelerini inceleyen, onlara tıpkı canlı varlıklar gibi ömür biçen ve ölümlerini kaçınılmaz gören organik, kaderci, kötümser bir tarih felsefesinin temsilcisi olmuştu. Spengler kendini geçmişe, Batı kültürün en yaratıcı dönemine ait ve bu dönemin son temsilcilerinden biri olarak görüyordu. O nedenle yaşadığı çağda, yirminci yüzyıl başında kendini bir yabancı hissediyordu. Tarih felsefesinde melankolik ve karamsar tonların belirleyici olmasının bir nedeni bu yabancılık duygusudur.
Alman tarihçi on dokuzuncu yüzyılda Batı’da liberalizmle birlikte yeni kozmopolit seçkinler tabakasının doğduğu, bu yuvasız ve vatansız insanların dünyaya egemen oldukları, böylelikle Batının bozulma sürecine girdiği, mahşeri bir çöküş evresi içinde bulunduğu tespitini yapıyordu. Batının çöküşünün ilk cildi savaştan hemen sonra 1918’de yayımlandı. İkinci cildi yazarken Almanya’nın yenilgisi hakkında da politik yazılar kaleme aldı. Demokrasileri kitleye fazla değer vermekle suçladığı ve bu nedenle kolaylıkla diktatörlük rejimlerine dönüştüklerini ileri sürdüğü bu yazılar 1919’da ‘Prusyacılık Ve Sosyalizm’ başlığı altında yayımlandı. Buradaki tezleri Nasyonal Sosyalizmin savaş sonrasında yenik ve yoksul düşmüş, bezgin, umutsuz Alman halkını saflarına çekmek, desteğini almak için işleyeceği sahte toplumcu düşüncelere yakındı. Ama Spengler’in tezleri bunlardan ibaret değil. Batının çöküşünde organik, sezgisel bir tarih anlayışıyla kültürlerin de ömrü olduğunu, çeşitli evrelerden geçtikten sonra çöktüklerini, daha doğrusu taşlaşarak son evreye, uygarlık evresine girdiklerini dünya tarihindeki yüksek kültürlerden örnekler vererek vurguladı.
*
Batının Çöküşü hem içeriği hem etkileri açısından hayli tartışmalı bir tarih çalışmasıdır. Naziler kitapta düşüncelerini destekleyen bölümler bulmuşlardı. Kitabın yayımlanmasıyla dönemin etkili bir muhafazakâr entelektüeli olan Spengler’i kendi saflarına çekmek, hatta parti üyesi yapmak için epey çalıştılar. Nazilerin yükseliş ve iktidarı elde ediş yıllarında yaşamış, düşünceleri Nazilerce rağbet görmüş olmasına rağmen Nasyonal Sosyalist partiye üye olmamakta ısrar etti. Nazizmin resmi ideoloğu olmadı. Hatta 1933’de yayımlanan Karar Yılı’ndan (Jahre der Entscheidung) itibaren Nazi rejimini eleştirdiği için onlarla arası açıldı. Kuşkusuz, eleştirilerinin çoğunu anti-liberal bir perspektiften yapıyordu ama Nazilerin ırk teorileri de eleştirilerinden pay alıyordu.1935’de kurumun Nazi rejimine verdiği açık destekten dolayı Nietzsche Arşivi’nin yönetim kurulundaki görevinden istifa etti. Sonunda Nazilerce istenmeyen kişilerden biri oluverdi. İlginçtir, Spengler Mussollini’nin faşist hareketine sempatisini açıkça beyan etmesine rağmen Hitler’den uzak durdu. Hitler ile yüz yüze yaptığı görüşme sonunda da fikrini değiştirmedi. Spengler, Prusya aristokrasisine hayranlık duyuyor, Almanya’yı ayağa kaldıracak olan gücü ve ruhu bu aristokrasi de görüyordu. Oysa Hitler bu toplumsal tabakadan gelen biri değildi. Tam aksine alt tabakadan çıkmış bir demagogdu.
İkinci Büyük Savaş’tan sonra Batı’nın çöküşü bütün Avrupa’da okuyucu buldu. Savaşın dehşet verici bilançosu, binlerce insanın ölümü, yıkıntılar içindeki şehirler gerçek bir çöküşün delilleriydi. Savaştan çıkmış Avrupa’da Batı’nın Çöküşü’ndeki tezler bir tür kehanet olarak okundu. Üstelik Spengler çöküşün bütün kültürler gibi Batı açısından da kaçınılmaz bir kader olduğunu vurguluyordu. İrkiltici olan, tedirginlik yaratan da buydu. Spengler’in eseri soğuk savaş yıllarında da okundu fakat asıl ilgiyi 1990’larda sosyalist blokun çökmesinin ardından gördü. Günümüzde Avrupa radikal sağının entelektüel çevrelerinde çok okunan, satır aralarında hâlâ kehanetler bulunan bir kitap. Okunuyor, tartışılıyor, büyük ölçüde benimseniyor. Tıpkı Weimar döneminin bir başka “muhafazakâr devrimci”si Ernst Jünger gibi. Spengler ayrıca Rusya’da Yeni Avrasyacılar’ın da ciddiye aldıkları, ilgi gösterdikleri bir düşünür.
*
Spengler kitabının gözden geçirilmiş 1922 basımının önsözünde düşüncelerini besleyen, esin kaynağı olan iki ismi anar: Nietzsche ve Goethe... Onlara “hemen her şeyi” borçlu olduğunu belirtir. Goethe’den yöntem, Nietzsche’den ise soru sorma yeteneğini aldığını vurgular. Spengler, Kopernikçi tarih felsefesini tarih alanına uyguladığını, yepyeni bir tarih felsefesi ortaya koyduğunu ileri sürüyordu. Sekiz yüksek kültür saptıyor, bunlar içinde iki tanesinin, Klasik (Yunan-Roma) ve Faustçu olarak adlandırdığı Batı kültürlerinin diğerlerinden (Hint, Babil, Çin, Mısır, Meksika ve Arap kültürlerinden) daha yaratıcı olduklarını ileri sürüyordu. Tezleri ilginç olmakla birlikte iddia ettiği denli yeni değildi. Organik ve döngüsel tarih anlayışı aslında Alman tarihçi Eduard Meyer’in çalışmalarına çok şey borçludur. Ayrıca bütün organizmaların kendi yasalarına ve yaşam evrelerine sahip oldukları düşüncesine dayanan vitalist felsefenin de belirgin etkisini taşır. Etkilendiği daha eski kaynaklardan da söz etmek mümkün. Cicero, Seneca gibi klasik antikitenin düşünürleri Roma İmparatorluğu’nun gelişmesini insanın evrimiyle kıyaslayarak ele almışlardı.
*
Spengler’in tarih felsefesi gerekirci (determinist), kaderci, karamsar, kötümserdir. Kendi de bunun“kahramanca bir karamsarlık” olduğunu kabul eder. Geçmişe ve geleceğe bakışında Nietzsche’nin “kaderini sev” (amor fati) anlayışının etkisi vardır. Spengler’in tarih felsefesinin temelinde bir ayrım yatar: Doğa olarak dünya ve tarih olarak dünya... Doğa olarak dünyaya ait olan şeyler değişmezler, zaman dışı ve statiktirler. Kavrayış araçları yasa, şema ve soyut kavramlardır. Doğadaki ölü biçimler bunlarla kavranır. Orada nedensellik ilkesi işler; dolayısıyla bilimsel gözlemle öğrenilir. Beri yandan, tarih dünyanın sezgisel, güdüsel olarak yaratılan imgesidir. Durmadan oluş ve canlılık içindedir. Tarihsel kavrayış dolaysız ve sezgiseldir. Tarihte belirleyici olan kaderdir. Kader fikri bilimsel gözlem ve deneyi değil, yaşam deneyimini gerektirir. Tarihsel kavrayışın araçları benzetme resim, semboller. Spengler’in tarih felsefesinin varsayımları bunlardır. O tarihi bilim olarak değil, adeta bir sanat olarak tanımlar. Onun varsayımlarından hareketle şu söylenebilir: doğa ve tarih iki ayrı varoluş ve bilinçlilik tipidir.
Spengler’i ilgilendiren kültürlerin tarihi. Bu tarihin doğrusal bir anlayışla ele alınmasını, örneğin resim sanatının mağara insanlarından İzlenimcilere kadar doğrusal bir çizgide düzenli olarak ilerlediğini kabul eden sanat tarihi anlayışını reddeder. Ona göre kültürlerin ömrü sınırlıdır, ölümlüdürler. Kültürler doğar, çiçeklenir, büyür, gelişir sonra ölür. Daha doğrusu uygarlığa dönüşür. Uygarlık kültürün ölüm evresidir. Kültür uygarlıkta tin öncesine döner. Katılaşıp donan, canlılığını ve yaratıcılığını kaybeden, ruhundaki ateş sönen kültür son aşamasına girer, yani uygarlık halini alır. Bu açıdan bakıldığında uygarlık “kültürün kaçınılmaz kaderidir”.
*
Alman tarihçi kültürü “yuva” olarak niteler. Kültür onu yaratan halk için bir yuvadır, anavatandır. Uygarlıkta bunun karşılığı yoktur. Uygarlık kozmopolitliktir. Pozitivizm, dinsizlik, soğuk olgusallık metafiziğin ve dinin yerini alır. Mücadele edilerek kazanılmış haklar yerine “doğal haklar” söz konusu olur. Verimli toprağın yerine şehirleşme, para ve diğer soyut değerler geçer. İçe dönük kültür insanı silinir. Onun yerini gösterilerde eğlenen kitleler alır. Spengler kültürlerin doğuşlarından uygarlık aşamasına kadar geçirdikleri çeşitli evreleri, farklı evrelere tekabül eden toplumsal ve siyasal örgütlenmelerini incelerken “kültür öncesi” dönemi de ele almayı ihmal etmez. Buna göre kültür öncesinin insanları doğa ile mücadele içinde bulunan, duyuları keskin, avlanan, et yiyen göçebelerdi. Zaman içinde toprağa yerleşen, toprakta kök salan, yuva edinen, tarıma geçen bu göçebe topluluklar köylüye dönüştüler fakat bu tarih dışı bir aşamadır. Kültür öncesi aşamaya ait olan köy dünya tarihinin içinde yer almaz.