Şangay Üniversitesi Küresel Yönetişim Araştırma Merkezi’nden Selim Han Yeniacun, son gelişmeler ışığında Türkiye-ABD ilişkilerinin oturduğu zemini mercek altına alıyor.
Suriye Savaşı, başladığı günden itibaren Suriye’nin ve komşularının kaderini tayin eden bir sorun olduğu gibi aynı zamanda küresel dengelerin yeniden şekillendiği bir sarmal olmuştur. Ortadoğu siyasetinin yeniden kutup ve geçişli zeminlere ayrılmasına sebep olan bu insanlık felaketi aynı zamanda da küresel yönetişimde payı olan irili ufaklı devletsel aktörlerin de stratejik bakımdan yeniden konumlanmasına neden olmuştur. Büyük ya da küçük ölçekli sorunların gelip düğümlendiği Suriye meselesinin son iki yılı ise belki de müdahil aktörlerin kendi genel dış politika eksenlerini de bu çatışma sarmalı üzerinden yeniden tanımlanmaktadır. Örneğin; Türkiye’nin sınır güvenliği, İran’ın savaş sürecindeki pozisyonu neticesinde Amerika Birleşik Devletleri’nin nükleer anlaşmadan çekilmesi, Kuzey Irak’ta İsrail, Suudi Arabistan ve ABD’nin desteği ile kurulmaya çalışılan fakat bölge ülkelerinden gelen tepkiler neticesinde fiyaskoya dönen Kürt devleti projesi, Kürt devleti projesi ile yakından ilişkili Kürt koridoru müteşebbisliği ve Türkiye’nin bu plana son vermesi, Kudüs’ün başkent olarak ABD tarafından tanınması ile başlayıp “Yüz yılın planı” adı ile devam eden Filistinli barındırmayan bir Filistin projesi ve tüm bölge ülkelerini saran sığınmacı problemleri onlarca problemin en çarpıcıları olarak görünmektedir. İşte tüm bu girdap içerisinde, Türkiye’nin son iki yılda, 15 Temmuz hain darbe girişiminden günümüze ortaya koymuş olduğu dış politika yeni müttefikliklere, yeni rotalara ve yeni fırsatlara gebe olduğu gibi de pek çok sabit dengeyi yerinden sarsmıştır.
BRICS gibi ekonomik yönü kuvvetli küresel sermayenin güvenle hareket edeceği oluşumlar, Türkiye ekonomisini ABD baskısından kurtarmak için öncelikli rota olarak görülüyor.
On yıllardır NATO üyesi ve doğu karakolu konumundaki Türkiye, son yıllarda Ortadoğu, Avrasya, Türkistan, Uzak Doğu ve Afrika ile olan ilişkilerini yeniden dizayn etme sürecinde pek çok kazanım elde ederek ittifakın sömürge ve işgal geleneğine sahip diğer unsurlarında alışılanın aksine kültür ve gönül diplomasisi eşliğinde çalışmalarını yürütmeye başlamıştır. Bu çalışmaların devletin farklı kurumları tarafından çeşitlendirilmesi ülkelerarası ilişkilerin ekonomik girdi-çıktı ilkelerinden kurtarılmasına vesile olduğu gibi Katar, Sudan ve Somali örneklerinde olduğu üzere üst düzey askeri ve diplomatik entegrasyonu sağlamıştır. Kendi özgül ağırlığı yer küre üstünde çekim alanı yakalayan Türk dış politikası, Türk milletinin kendisine düşman terör gruplarını da dünya siyasetinde kıskaca alma stratejilerini yoğunlaştırmıştır. Dış politikada FETÖ, PKK/PYD vb terör örgütlerine karşı yürütülen enformasyon faaliyetleri iç siyasetteki ahengin neticesinde çok daha güçlü etkiler bırakmış; Zeytin Dalı ve Afrin operasyonları ile taçlanmıştır.
Ne var ki, Türkiye’nin uluslararası çekim alanı genişleyip dış politikada tam egemen bir tavır sergilediği dönemde ABD merkezli krizler patlak vermeye başlamıştır. Örneğin; örtülü/açık silah ambargoları, 2016 Kasımında YPG-ABD ortak Rakka operasyonu neticesinde terörist PKK/YPG’nin Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’ye tehdit oluşturması, 2017 Kasımındaki NATO tatbikatında Atatürk’e ve Recep Tayyip Erdoğan’a yapılan saygısız “düşman” benzetmeleri, İran’a konulan yaptırımları deldiği gerekçesi ile Hakan Attila’yı hapis cezasına mahkum etmesi, Türkiye’nin haklı tehditler karşısında edinmesi meşru olan S-400 hava savunma sistemlerine karşı ABD’nin yaptırımları gündeme getirmesi, bu yaptırımlar çerçevesinde parası ödenmiş olan ve yapımında Türkiye’nin de program ortağı olduğu F-35 uçaklarının tesliminin engellenmesi ve nihayetinde Protestan Pastör(rahip) Brunson’un terör örgütlerine yardım etmesine karşın salıvermesi talebiyle başlayan ABD ambargoları bize bu süreçte Türkiye’nin her büyük hamlesinde daha büyük bir krizle önünün kesilmeye çalışıldığını açık bir şekilde göstermektedir. Yani her krizde alışageldiğimiz gibi o krizi tek başına ve tek resim olarak görmek yanlış olacaktır. Şüphesiz dünyamız, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından büründüğü tek kutuplu düzenden epey uzaktadır. Asya’nın yükselişi ile birlikte tetiklenen Avrasya bölgesinin jeo-stratejik açıdan önemi, yeni dünya yönetişiminde kilit rolü oynayacaktır. ABD’nin küresel jandarmalık pozisyonunu Afganistan ve Irak müdahalelerinin aksine Suriye’de becerememesi ve bunun üzerine terörist unsurlarla iş birliği içerisinde bir çözüme gitmeye çalışması diplomatik prestij açısından zor telafi edilecek hatalar zincirinin başlangıcı olmuştur. Bilhassa, Trump yönetiminin Kuzey Kore ile başlayıp, Rusya, Kanada, Fransa, İran ile devam eden ve nihayet Türkiye krizi ile en tepeye tırmanan diplomatik yalnızlık ABD’yi sadece karşı kutuptan değil kendi müttefiklerinden de koparmıştır.
ABD’nin ekonomisini güçlendirme ve cari açığı kapatma maksatlı hem politik hem de ekonomik olarak içe dönüşü, bu dönüş esnasında da dünyanın dinamik düzenini olduğu gibi dondurmaya çabalaması şu ana kadar başarılı olamamıştır. Twitter üzerinden ülkeyi yönetmeye çalışan ve dün ak dediğine bugün kara diyecek bir devlet başkanına sahip olan ABD an itibariyle dünya dengelerini kontrol edememektedir. Rusya, İran ve Türkiye’nin İdlib mutabakatı sayesinde Suriye meselesinde belirleyici unsurları oluşturması ve Çin’in de bu askeri operasyonlara dahil olmak istemesi bile başlı başına “ABD’siz insani müdahale devrinin” eşiğinde olduğumuzu göstermektedir. Pekala bu noktada sormamız gereken doğru sorulardan birisi de “ABD küresel liderliğini korumak için ne yapacak?” tır.
KÜRESEL MONDROS
ABD, Türkiye ile olan ilişkilerini de yakından ilgilendiren kontrolör tavrını devam ettirme isteğini Hazine Bakanlığı’nın Yabancı Varlıkların Kontrolü Bölümü (OFAC) sayesinde gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bir ülkeye, bir kuruma ya da bir kişiye ABD’nin menfaatleri sebebiyle konacak olan yaptırımlar bu kurumun vasıtası ile gerçekleştirilmektedir. Bu yaptırımların hukuki kaynağını ise 2016 tarihli Küresel Magnitsky Yasası teşkil etmektedir. Yasa, ABD hükümetine küresel boyutta insan hakları ihlallerine ve yolsuzluklara karşı yaptırım uygulayabilme yetkisi vermektedir. Bu yasa akıllara 2000’li yılların başlangıcında “insani müdahale” adı altında yine bir ABD kabadayılığının ürünü olan dünyanın herhangi bir noktasına askeri müdahaleyi sağlayan uluslararası hukuk terimini getirmektedir. Günümüzde Amerika Birleşik Devletleri, iyiyi ve kötüyü kendi devlet idaresinin belirleyebileceğini ve bu değer yargılarının kendi toplum ve devlet idaresi ile paralel olması gerektiğini savunan bir ülke konumundadır. 2000’lerin başında fiziki müdahalelerin maliyet hesabı çerçevesinde süreklilik arz edemediği gerçeği 2016 yılındaki yasa ile ekonomik ve siyasi yaptırımlara dönüştürülerek mevcut durumunun ABD tarafından muhafazası sağlanmak istenmektedir. Bir diğer deyişle OFAC ve Magnistky Yasası ABD’nin teo-politik ekseni dışında bağımsız davranan devletlere dayattığı bizim anlayabileceğimiz tabir ile “Mondros Mütarekesi” hükümleridir. Uygun gördüğü zaman, uygun gördüğü şekilde ve kendi belirlediği çerçevelerden dayanak alarak uyguladığı bu yaptırımlar her devlet için kapıdadır. Kuzey Kore, İran ve Sudan’ın ülkesel olarak yaptırıma maruz kalması Rusya ve Türkiye’nin kişi/kurum bazında yaptırımlara tabi tutulmasının yanı sıra Trump yönetimi altındaki ABD dış politikası Kanada’dan Fransa’ya, Meksika’dan Ukrayna’ya kadar pek çok stratejik ortağını çeşitli konularda zan altında bırakmaktan ve aba altından sopa göstermekten çekinmemektedir.
Türkiye ile yaşanan son krize gelecek olursak ABD bölgesel ve küresel siyasette hala güvenilir bir partner midir? Suriye meselesinde Türkiye’ye rağmen YPG ile başlayan ortaklık Suriye ile sınırlı kalmayıp Kürdistan referandumuna kadar uzamıştır. Terör unsurları ile uygulanan planların Türk askeri tarafından bozulması Fırat’ın batısında ABD’yi Türkiye’ye muhtaç ederken aynı zamnda da Türk dış politikasının bağımsız hamlelerle yatkınlığını arttırmıştır. Yukarıda da zikretmiş olduğum savunma sanayisi hamleleri ve Rus hava savunma sistemi ithalatı ise Türkiye’yi bölgesel değil bölgeler arası bir aktör olma yoluna sokmuştur. Peki tam da bu esnada dünyanın en kırılgan ekonomilerinden biri olan. Türk ekonomisi, çuvaldızı kendimizi batırmakta da fayda var, bir Protestan rahip için mi sarsıntıya maruz bırakılmaktadır? Elbette, ABD yönetiminde evanjelist etki söz konusudur elbette, İsrail’in daimi müttefikliği ve Doğu Akdeniz havzası politikaları bu minvalde şekillenmektedir lakin terörle en etkin mücadele edilen dönemde iç işleri bakanının, FETÖ’nün en büyük sızmayı gerçekleştirdiği adalet bakanlığında yeni sistemin kurulduğu sırada da adalet bakanının ABD yaptırımlarına maruz bırakılması ise manidardır. Brunson’un kılına bile zarar gelmemişken ve Türk yargısı tarafından ciddi suçlamalarla yargılanırken 1967’de İsrail tarafından batırılan ve 34 ABD askerinin ölümü ile 171’inin de yaralanmasına sebep olan USS Liberty gemisi bile daha az önemsenmiştir.
DAYATMALARI YIKMAK
Bu gelişmeler neticesinde ise Türkiye’nin yeni küresel yönetişim platformlarını değerlendirmede daha aktif bir tutum takınması öngörülebilir. Rusya ve Çin hattında yeni bir diplomasi anlayışının tesis edileceğinin sinyallerini almakla birlikte ihtilaflı konuların da bu kapsamda gündeme getirleceğine önümüzdeki günlerde şahit olacağa benziyoruz. İdlib meselesinden tutalım da Doğu Türkistan’daki Uygurlu kardeşlerimizin sorunları bu yeni yönetişim arayışlarında Türkiye’yi zorlayacak konuların başında gelmektedir. Öncelikli hedefi çatısı su akıtan değirmenden un çuvallarını çıkartmak olan Türkiye’nin hangi çuvalı sırtlanacağı ise daha sonraki önceliği olacaktır. BRICS gibi ekonomik yönü kuvvetli küresel sermayenin güvenle hareket edeceği oluşumlar ise Türkiye ekonomisi ABD baskısından kurtarmak için öncelikli rota olarak görülmektedir. Son olarak hali hazırdaki NATO üyeliğinin her krizde sorgulanması ise zaten elleri avucunda Türkiye’nin “güvenilir bir müttefik olmadığını” söyleyenlere verilecek en büyük kozlardan birisi olacaktır. NATO bizim olmazsa olmazımız değildir lakin adil bir dünya için masayı yıkan da hiç bir zaman Türk Dış Politikası olmayacaktır. Türk dışişleri bakanlığından gelen sinyallerde zaten bu doğrultudayken pakt dışına çıkmak yerine karşı güvenlik yaptırımlarının konuşulması daha makul görünmektedir.