Teknoloji uzmanı Salih Cenap Baydar, son dönemlerde gündeme gelen ABD menşeili teknoloji ürünlerini boykot etme meselesini ve teknolojik bağımlılıktan kurtulmanın yollarını değerlendiriyor.
Amerika Birleşik Devletleri ile yaşadığımız siyasi ve ekonomik kriz neticesinde karşılıklı yaptırımlar gündeme geldi. Sayın cumhurbaşkanımız 14 Ağustos Salı günü yaptığı konuşmada şunları söyledi:
Ekonomik tetikçilere vereceğimiz en güzel cevap işimize dört elle sarılmak olacaktır. Daha çok üreteceğiz, daha çok ihraç edeceğiz. Depoları kilitlemenin anlamı yok ihraç ihraç ihraç. Üretimi askıya alalım çok ciddi yanlış yaparsınız. Üretim, üretim, üretim yola devam. Daha çok istihdam oluşturacağız, daha çok ter dökeceğiz. Daha çok emek vereceğiz. Dışarıdan dövizle aldığımız ürünün daha iyisini, daha kalitelisini burada üretip biz dışarıya satacağız. Amerika’nın elektronik ürünlerine biz boykot uygulayacağız. Bunların iPhone’u varsa öbür tarafta Samsung var. Kendi ülkemizde Venüs var, Vestel var. Ne yaptığımızı ne yapacağımızı anlasınlar. Dolayısıyla biz kendimize yeteceğiz. Olmayanı da üreteceğiz. Dışarıya para verip yaptırdığımız her işin daha güzelini yapıp biz dışarıya servis edeceğiz. Bu millet bunları yapmaya muktedirdir.”
Bu konuşmada geçen “ekonomik tetikçi” ifadesi çok önemli. İfade, John Perkins isimli Amerikalı bir ekonomistin 2004 yılında yayınladığı “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları”
(Confessions of an Economic Hitman) isimli kitaba gönderme yapıyor. Perkins ekonomik tetikçiliği hemen kitabının başında şöyle tanımlıyor:
“Ekonomik tetikçi (ET) dediğim kişiler, birçok ülkeyi trilyonlarca dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir. Bu kişiler, Dünya Bankası, Birleşik Devletler Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) ve diğer yabancı ‘yardım’ kuruluşlarından büyük şirketlerin kasalarına ve gezegenimizin doğal kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarırlar. Kullandıkları araçlar arasında sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet vardır. Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar eskidir ama günümüzün küreselleşme sürecinde yeni ve korkutucu bir boyuta ulaşmıştır. Nereden mi biliyorum? Ben de bir Ekonomik Tetikçi idim.”
Perkins, kitabında ilk amiri ve hocasının ona, bir ekonomik tetikçi olarak kendisinden beklenenleri şöyle tanımladığını aktarıyor:
“İşin, dünya liderlerini, ABD’nin ticari çıkarlarını gözeten büyük bir ağın parçası olmaya teşvik etmek. Sonunda bu liderlerin, sadakatlerini garanti edecek şekilde bir borç batağına saplanmasını sağlayacaksın. Böylece onları politik, ekonomik ya da askeri ihtiyaçlarımız için ne zaman istersek kullanabilir hale geliriz. Bunun karşılığında o liderler kendi halklarına sanayi siteleri, elektrik santralleri ve havaalanları yaparak politik durumlarını güçlendirirler. Bu arada, Amerikan mühendislik ve inşaat firmaları da inanılmaz derecede zenginleşir.”
Perkins’in “ekonomik tetikçilik” yaptığı yetmişli, seksenli yıllar oldukça geride kaldı. Özellikle doksanlı yıllarda yaşanan bilişim/iletişim devrimi dünyayı baştan ayağa değiştirdi. Dolayısıyla ekonomik tetikçilerin stratejileri, araçları, yöntemleri de değişti. Eskiden büyük paralar kazanmak için devasa inşaat işleri yapan Amerikan firmaları, sadece en büyüklerini kendilerine ayırdıkları bu tür zahmetli işleri yerel müteahhitlere bırakarak rotalarını “yükte hafif, pahada ağır” bilişim/iletişim/yüksek teknoloji alanlarına kırdılar. Zira artık milyarlarca dolarlık satış yapmak için fakir ülkeleri “mega inşaat projeleri” yapmaya ikna etmek zorunda değildiler. Bu ülkelerin vatandaşlarına tek tek akıllı telefonlar, tabletler, bilgisayarlar satabiliyorlardı. Sonra da bu donanımlar üzerinde çalışacak envai çeşit yazılımları yine bireylere pazarlayabiliyorlardı. Eskinin oto yollarının yerini bilgisayar ve telefon donanımları almıştı. Ancak bu komploda değişmeyen esasın, kendi üretme kabiliyetini/kapasitesini geliştiremeyen, bu yönde adımlar atamayan ülkelerin borca boğularak köleleştirilmesi olduğu görülüyor.
Şunu anlamamız şart: “Tüketmeyerek” ya da üretilenlerin arasında hangisini tüketeceğimizi seçerek bu ekonomik kıskaçtan kurtulmamız mümkün değil. Bu vaziyetten kurtulmak için, sayın Cumhurbaşkanımızın da konuşmasında vurguladığı gibi çok çalışıp o ürünlerin nitelik ve kalitesinde ürünler yapmamız, dünya standartlarında bir ileri teknoloji üretim kapasitesi geliştirmemiz gerekiyor.
İyi haber şu: hemen her türlü ileri teknoloji üretiminin kalbinde yer alan yazılım teknolojileri için hammadde ithalatına lüzum yok. Öyle milyonlarca dolarlık fabrika yatırımları gerekmiyor. Masa, sandalye ve bilgisayarları teslim edeceğimiz akıllı kafalardan başka bir şeye ihtiyaç yok.
Mesele bu tarifin son maddesinde düğümleniyor: “akıllı kafalar”.
Bugünün dünyasında en kıymetli şey ne altın, ne petrol, ne silah gücü, ne de para! Bugünün en değerli şeyi akıllı, bilgili, yetişmiş insan.
Kötü haber de şu: Dünyanın şu an için bu en önemli varlığını yeterince yetiştiremiyor, yetişenin üretime verimli şekilde katkısını sağlayamıyor ve bu çok kıymetli varlıkları elimizde tutamıyoruz.
Herkes dolarların piyasamızdan çekilip alınmasıyla paramızda yaşanan değer kaybına odaklanırken asıl büyük kaybı bir kez daha ıskaladık: Gelişmiş ülkeler bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde bin bir zahmetle yetiştirilmiş iyi kafaları adeta “vakumlayarak” çekip alıyor. Yaşadığımız maddi fakirleşme bu “vakumu” kuvvetlendirerek zihinsel fakirleşmemizi hızlandıracaktır. Bizi asıl dehşete düşürmesi gereken büyük kayıp bu!
İleri teknoloji üretmek için gerekli zemin, ne yazık ki öyle parmağımızı şaklattığımızda kuruluverecek bir zemin değil. Bu kapasiteyi oluşturmak için uzun yıllara yayılacak ve sıkı şekilde takip edilecek bir “master plana” ihtiyaç var. İyi kafaları önce yetiştirecek, sonra muhafaza edecek, üretmeleri için hareket alanı açacak ve kendilerinden sonraki nesilleri yetiştirmelerini temin edecek dört aşamalı bir planımız olmalı. Dilimiz döndüğünce, aklımız yettiğince bu aşamalarda neler olması gerektiğini yazmaya çalışalım.
Teknoloji çok büyük bir hızla değişiyor. Bilgisayar ya da yazılım mühendisliği bölümünü kazanan bir genç daha okurken yepyeni teknolojiler türemiş, ona öğretilenler demode olmuş oluyor. Yani klasik “öğrenelim sonra yapalım” modeli burada çalışmıyor. “Yaparken öğrenelim” modeline geçiş yapmak gerekiyor. Ayrıca üniversite çağı, ileri teknoloji eğitimi için çok geç bir zaman. Gençlerin bu alanda yetişmeye hemen ilkokul sonrasında, 13-14 yaşlarında başlaması gerekiyor.
Yazılım dünyasında üniversite diploması fetişleştirilmez. Apple’ın kurucusu Steve Jobs, Twitter’ın kurucusu Evan Williams, WhatsApp’ın kurucusu Jan Koum, Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg üniversite mezunu olmadan başarılı olabilmişlerdir. O yüzden eğitimin önemini göz ardı etmemekle beraber yeni ve faydalı bir şeyler “yapmayı” mühürlü bir kâğıt parçasına sahip olmanın çok önüne koyan bir anlayış geliştirmemiz şart.
Teknoloji eğitimi konusunda kendimizi kandırmamamız lazım. Burada anlatılan çevrimi tamamlamadıkça gençlerimizi ileri teknoloji konusunda eğitecek nitelikli hoca/usta kadrosuna sahip olamayacağız. O yüzden çocuklarımızı yetiştirecek hocaları yetiştirmek üzere bir eğitim yapılanmasına gitmek mantıklı değil. Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Eğitimi adı altında kurulan bölümlerin kayda değer bir fayda üretemedikleri gün gibi ortada. Yukarıda belirttiğimiz üzere ileri teknoloji uygulamaları “öğretmenlerden” değil bilfiil işin içinde, birlikte çalışılan “ustalardan” öğrenilebilir. İleri teknoloji eğitim sürecini bir usta-kalfa-çırak ilişkisi çerçevesinde tasarlamalıyız.
En yeni teknolojiler yurt dışında -en çok da Amerika’da- geliştiriliyor. Bunları takip edebilmek çok önemli. O yüzden ileri teknoloji alanında çalışacak kimseler için İngilizce bilmemek söz konusu bile olamaz. Ancak bu alanda varlık gösterme iddiasındaysak, yetişecek nesillere çok iyi İngilizce öğretmekle de yetinmemeli, Amerika dışında teknoloji üreten diğer ülkelerin dillerine hâkim yazılımcıların en yeni makaleleri, “tutorial”ları sürekli tercüme edip Türk ileri teknoloji geliştirme “camiasının” istifadesine sunduğu bir mekanizma geliştirmeliyiz. Almanca başta olmak üzere, İbranice, Korece, Japonca, Çince, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca web sitelerini, akademik makalelerini sürekli tarayıp önemli bilgileri Türkçe’ye tercüme eden bir “teknolojik tercüme odası” kurmalıyız.
Yazılım geliştirme süreçlerini bilmeyen, “anti sosyal programcı”, “kapşonlu hacker” gibi abartılı Hollywood sterotiplerini gerçek sanan halkımız ve yöneticilerimiz bu işin, bilgisayar başında sabahlayan garip tiplerce yalnız başına yapılan bir iş olduğunu sanırlar. Halbuki yazılım geliştirme asla tek adamın işi değildir. Bir takım ve organizasyon işidir. Çözülmek istenen problemin, yeterince küçük parçalara (yutulabilir lokmalara) ayrıldığı, değişik alt uzmanlık alanlarında kendini geliştirmiş takım oyuncularına dağıtıldığı, dağıtılan parçaların belirlenen çok sıkı kurallara uygun şekilde üretilip üretilmediğinin kontrol edildiği, sonra toplanıp birleştirildiği, sistematik şekilde etraflıca test edildiği ve tüm yapılanların ayrıntılı şekilde dokümante edildiği bir süreçtir. Dolayısıyla bu alanda yetişen gençlerin sadece teknolojiyi anlayıp uygulama noktasında değil, takım oyunu oynama, inisiyatif alma, fikri takip, standartlar koyma, planlama, organizasyon, test, dokümantasyon gibi konularda da kabiliyetlerini geliştirmeleri, hepsinden de önemlisi bir iş ahlakı edinmeleri sağlanmalıdır.
Yetişen gençlerin kıymetleri bilinmezse yapılan tüm yatırımın bir anda kaybedilmesi işten bile değildir. Kıymet bilmek deyince akıllara bol maaş vermek, geniş imkânlar sağlamak gelmesin hemen. Yazılım ekiplerinin içinde yer aldığım ve onları yönettiğim yirmi yıl boyunca “iyi” yazılımcıların, işten anlamayan yöneticilerce nasıl küstürüldüğüne, nasıl demotive edildiklerine defalarca şahit oldum. İmkânsız sürelerde imkânsız işler talep etmeyi iyi yöneticilik yapmak sanan, gerçekten üreten yazılımcı ile konuşmaktan başka bir şey yapmayan sahtekârları ayırt edemeyen birçok kifayetsiz muhterisin idarecilik yaptığı bir alandan bahsediyoruz. Bu durum özellikle kamuda son derece yaygındır.
İyi niyetli ve çalışkan olsa bile kamuda görevli bir bilişim yöneticisinin bürokratik vazifelerinden fırsat bulup baş döndürücü bir hızda değişen teknolojileri hakkıyla takip edebilmesi mümkün değildir. Bu sebeplerden radikal bir karar alınmalı ve kamu içinde sürdürülen tüm bilişim projeleri derhal özel sektöre devredilmelidir. Yukarıda tarif edilen sistemde yetişecek nesillerin de asla kamuda görevlendirilmemeleri gerekir. Karakter itibarıyla memuriyet ve yazılımcılık kadar birbirine ters iki meslek bulmak zordur.
İyi yazılımcılar rutin işleri sevmez, kimsenin daha önce yapamadığı yepyeni şeyler yapmak, bunu başardıklarında da anlaşılmak ve takdir görmek isterler. Bu açıdan bakıldığında işçiden çok sanatçılara ya da sporculara benzerler. Zaman zaman “alkış” paradan çok daha önemli bir motivasyon aracı olabilir. Onları muhafaza etmek, kaçıp gitmelerini önlemek istiyorsak “sanatlarını” icra etmeleri için alan sağlamamız, hünerlerini geliştirmelerine, göstermelerine izin vermemiz ve başarılarını takdir etmemiz gerekir. Rutin işler -tıpkı sanatçılar- gibi yazılımcıların içindeki cevheri söndürür.
Başta söylediğimiz üzere yazılım geliştirmenin hammadde ihtiyacı yoktur, ilk yatırım maliyetleri nispeten düşüktür ama sıfır da değildir. Tamamen insan kaynağı üzerine kurulu bu bacasız endüstride varlık göstermeye çalışanların desteklenmesi gerekir. Bunun ne şekillerde olacağı başka bir yazının konusu olduğundan bunu söylemiş olmakla yetiniyoruz.
Neticede belli bir yetkinlik seviyesine ulaşmış, kendisini ispat etmiş yazılımcıların birer “usta” olarak çırak yetiştirmelerinin alt yapısını kurmamız da şarttır. Ülkemizde yaşı biraz ilerleyen, başarılı, gayretli çalışanların idareci yapılarak taltif edilmesi yerleşmiş bir âdettir. Ancak iyi bir yazılımcıyı “idareci” yapmak çoğu zaman onu kaybetmekten başka bir şey değildir. Umarız devletimizin bir yerlerinde burada anlatılanları çok daha detaylı şekilde ele alan bir bilişim master planı yapılıyordur. Yoksa uzunca bir müddet daha, ekonomik savaş vermek denilince aklımıza inşaatta balyozla iphone parçalamak gelecek demektir.