Bağlama virtüözü İsmail Tunçbilek ilk solo albümü ‘Menkıbe’ ile dinleyicilerinin karşısına çıktı. 20’li yaşlarındayken iki sene Kahire’de ve sekiz ay da çölde yaşayan Tunçbilek, bağlamayı Ortadoğululara tanıttı. Tunçbilek “Geçmişte Arap müziğine aşıktık, şimdi onlar bizim sazımıza, klarnetimize, kemanemize... Bunu sevdirmek, etnik enstrümanları evrenselleştirmek güzel duygu” diyor.
IŞIL ÇALIŞKAN / İSTANBUL
Dünyanın birçok yerinde Türk müziğini tanıtan bağlama virtüözü İsmail Tunçbilek ‘Menkıbe’ isimli solo albüm çalışmasını müzikseverlerle buluşturdu. Aytaç Doğan ve Hüsnü Şenlendirici ile birlikte kurduğu Taksim Trio grubuyla da tanınan Tunçbilek, müzik eleştirmenlerince dünyanın en iyi bağlama virtüözlerinden biri olarak gösteriliyor. Dinleyicinin karşısına bu kez yorumcu kimliğiyle çıkan Tunçbilek’in 11 şarkılık albümünde tüm düzenlemeler kendisine ait. Ayrıca albümünde Mahzuni Şerif ve Neşet Ertaş gibi ustaların unutulmayan iki eserini de yeniden yorumlayan Tunçbilek ile müzik serüvenini konuştuk.
* Geçen sene albümün hazır olduğunu ancak yayınlamak için doğru zamanı beklediğiniz söyleniyor... Doğru mu?
Evet, sevenlerim 15 sene gibi uzun bir zamandır bekliyordu. Geçen sene hazır gibi oldu fakat enstrüman ve düzenlemelerde eksiklerim vardı.
* Neden bu kadar beklediniz? Sizin için doğru zaman ne ifade ediyor?
Doğru zamanı hiç beklemedim açıkçası. 15 sene bunu beklemek yorardı beni. İyi müzik eskimez dedim. Önce kendim ‘bitti’ demeliydim ki dinleyicilere ulaşsın. Bitti şükür, kavuştuk.
* Albüme neden ‘Menkıbe’ ismini verdiniz?
Her eserin bir hikâyesi var ve herkesin kişisel menkıbesi aslında. Bu da benim hikâyem.
* Düzenlemelerin size ait olduğu bir albüm. Hazırlık aşamasından bahseder misiniz?
Hazırlık aşaması yaşamadım aslında. Her şey ‘Ver bakalım sazı kahramanlarımızın başına neler gelecek’ tarzı oldu. Bir nevi bağlamayla doğaçlama, temel atma ve ardından diğer enstrümanlarla bunu geliştirme... İlk hissettiklerimiz aranjmanlara yansıdı.
* Albümde Neşet Ertaş ve Mahzuni Şerif’in de iki eserini yorumlamışsınız. Bu isimlerin önemini anlatır mısınız?
İkisi de Türk müziğine çok değerli eserler bırakmış. Benim çok değerli ve kıymetlilerim. Onların sazının üstüne saz çalınmaz, kelamlarının üstüne söz söylenmez. Biz öğrenciyiz hâlâ... Kendi üslubumla yorumlamaya çalıştım.
* Bağlama virtüözü olmanızın yanı sıra yorumcu kimliğinizle de iddialısınız. Kalbinizdeki hiyerarşiye göre hangisi önde gelir?
Tabii ki ben önce enstrümanistim. Ses benim bir rengim. Sadece bir efekt, orkestra içindeki vokal. Her zaman çalmaktan yanayım.
* 20’li yaşlarda bir Ortadoğu maceranız olmuş. Nasıl bir dönemdi? Bağlamayı onlara tanıttınız. Ve size katkıları ne oldu?
Kendimi, amacımı ve hedefimin ne olduğunu sorguladığım bir dönemdi. Gençliğin de verdiği cesaretle kalbimin götürdüğü yere gittim. İyi ki de gitmişim. İki sene Kahire’de ve sekiz ay da çölde kaldım. Tabii ki çok şeyler aldım, verdim. Geçmişte Arap müziğine aşıktık, şimdi onlar bizim sazımıza, klarnetimize, kemanemize… Bunu sevdirmek, etnik enstrümanları evrenselleştirmek güzel duygu.
* Bağlamayı sadece halk müziği ile sınırlı tutmuyorsunuz. Caz festivallerinde de sıkça sahne alıyorsunuz. Bu sentezin nasıl avantaj ve dezavantajları oluyor?
Bağlama etnik bir enstrüman fakat benim müzikal yetişme tarzım ve küçük yaştan beri hoşuma giden her tür müziği dinlediğim için bunun dışavurumu daha evrensel oldu bende. Bunun avantajlarını yurtdışındaki caz festivallerinde fazlasıyla yaşıyorum, Neşet Ertaş’ın ‘Yalan Dünya’ eserini flamenko tarzında çalınca başka kültürden insanları da içine alıyor, onlar için daha anlaşılır oluyor. Dezavantajına gelince; ülkemde ‘eseri bozmuş’ diyorlar. Yahu bu eserler zaten en güzel şekilde yorumlanmış. Biz daha yeni ne yapabiliriz ya da eskiyi tekrar mı edeceğiz? Bu bir yol…
* Türkiye’deki ile Avrupa sahnesini kıyaslarsanız neler söylersiniz?
İkisi de farklı duygular. Yurt dışında dinleyici daha çok farkında olmaya çalışarak dinliyor bizi. Çünkü bu onların bilmediği bir müzik. Daha yeniler fakat 10 senede yurt dışında ve Ortadoğu’da hatırı sayılır bir dinleyici kitlesine ulaştık. Memleket zaten biziz, biz de memleket. Burada daha samimi ve rahatız. Sonuçta Türkçe konuşabiliyor, daha rahat aktarabiliyoruz duygularımızı.
ENSTRÜMANTAL ALBÜMLER DAHA ÇOK YAPILIYOR
* Taksim Trio ile Türkiye’deki dinleyiciye enstrümantal müziği sevdirdiniz. Albümünüzde de 4 parça var. Enstrümantal müziğin dezavantajını yaşıyor musunuz?
Eskiye nazaran enstrümantal müzik albümleri daha çok yapılmaya başlandı. Yeni ve güzel ekiplerin de çoğalmasıyla dinleyici de gelişti. Sevmeye başladılar ve arz edilen müzik haline geldi fakat hak ettiği yerde değil maalesef. Bu eserleri klip çeksek yayınlayabileceğimiz bir televizyon kanalı yok mesela. Sabrediyoruz...
* Önümüzdeki projelerden bahseder misiniz?
Genelde benim hayatım pek plan, proje üzerine değil. Doğaçlama ilerlediğim için yarının ne olacağını bilemem. Fakat ‘Taksim Trio 4’ albümü ve tabii ki benim de belki değişik ekiplerle yeni tatlar, duygularla arayışım devam edecek. Müzik yoksa ben yokum…
* Bir röportajınızda ‘İki ayda bir 10 gün saz çalmam. Özlemek isterim’ demişsiniz...
Ayrı kalmak birleştirir bazen. Çoğu yaşanmışlıkların verdiği bir tecrübe diyelim. Sevgiyi anlatabilecek, hissettirecek tek duygu özlemek bence.