Görüşler

Okuduğunu anlamayanlar kolay güdülür

Okuduğunu anlamayanlar kolay güdülür

‘Kavga Günleri’ kitabının yazarı A. Yağmur Tunalı, “Telaffuz anlamadan başlar. Anlamadığınız metni doğru okuyamazsınız” diyor.

Rastgele on kişi arasında bir deneme yapılsa, eminim okuduğunu anlamayanlar, anlayanlardan çok çıkar. Bunu isterseniz basit metinlerle deneyin, yine durum değişmez. Abartılmış bir söz ettiğimi söyleyenler çıkabilir. Keşke öyle olsaydı da tersini yazsak ve zevkle yanılmışız deseydik. Maalesef durum daha da vahimdir. Millî Eğitim Bakanı’nın yakınlarda ettiği cümleyi hatırlayanlar gerçeği tam görürler. “Lisede bile doğru dürüst okumayı sökememiş öğrencilerimiz var” açıklaması çok yenidir ve bizi uyandırmak için söylenmiştir. Bakan okumaktan bahsediyor, anlamaya henüz gelmedi. 

İçinde bulunduğumuz bu durum dil dikkatinden bahsetmeyi zorlaştırıyor. Anlaşılmama pahasına konuşuyoruz. Bunu acıyla söylüyorum. Bu noktada her zaman ümide açık tarafım hemen devreye giriyor: İyi ki bütün resim bu görüntüden ibaret değil. Son zamanlarda olumlu örnekler de görünür hale geliyor.  

Yanlış kurgulanan sistemin bozgunculuğuna rağmen, iyi okuyanlar var. İyi okuyandan maksad, okuduğunu anlayandır. Biliyoruz ki istatistiklere göre Türkiye’de kitap okuma oranı yükseliyor. Bunu bir ümid ışığı görmek doğrudur. Kitap okuyor görünenlerin onda biri bile yolumuzu açmaya yeter. Nitekim, zehir gibi gençler görüyorum. Bozuk sisteme rağmen okuduklarını anlıyor ve üstelik anlatabiliyorlar. Bununla da kalmayıp tenkıd edenler var. Okuyucularımdan hatalarımı yakalayanlar ve ikaz edenler arasında onları da memnuniyetle anıyorum. 

DİL GAFLETİ 

Yalnız, bu iyiler dil yıkımına engel olacak bir dikkati göstermiyor. Dilimizi sevmek ve korumak konusunda çok zayıfız. Hatta hiç aldırmıyoruz görüntüsü hâkim. Yoksa, böyle herkesin dilediğince eğip büktüğü bir telaffuz devresine gelmezdik. Daha net ifade edelim: Bütün bütüne karanlıkta olduğumuz yer dilin telâffuzudur. Sanki üzerimizde ölü toprağı var. Israrla konuşacağımız mesele budur. Çünkü, dil herşeyden önce sestir ve bu ses asırlar içinde oluşmuş çok özel bir âhenk sistemine bağlanır. Yapı ile beraber dilin millî özelliğidir.  

Telaffuz anlamadan başlar. Anlamadığınız metni doğru okuyamazsınız. Okuma deyince hatırladım: Eskiden mekteplerde okumaya dikkat edilirdi. Hocalar, sık sık metin okuturlardı. Yanlışları gösterirlerdi. “Kızım, o kelimeleri ayırma..”..”Oğlum, o kelimede vurguyu böyle söylersen mana değişir.. şöyle söyleyeceksin..” benzeri ikazlarla çocuğu doğruya yönlendirir ve alıştırırlardı. 

Buna rağmen, her öğrencinin iyi okumayı, doğru okumayı öğrendiği söylenemez. Eskinin okul hayatı da sağlam bir anlama ve telaffuz vermezdi. “Veremezdi” demek bana daha doğru geliyor. Okulların yetmediği zamanlara geldik demek kolaycı bir açıklama olacak, ama önemli bir sebep olduğu gayet açık. Herkesi okutmaya çalışmanın böyle sıkıntıları oluyor. Hoca yetmiyor. Kalitesi düşüyor. Bu durum, doğrudan eğitim-öğretime yansıyor. Bir de, herkesi okutacağım demekle sınıflar kalabalıklaşıyor. Sayı arttıkça verim düşüyor. Bazı hususlarda fedâkârlık mecburiyeti doğuyor. Bu gevşeme diğer alanlarda yapılacakları da etkiliyor. Taviz vere vere ilkeler uygulanamaz hale geliyor. İçinde bulunduğumuz duruma gelişimiz böyle bir sürecin sonundadır. 

Madem bu süreçten bahsettik, öncesini de yazalım. Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk neslinin Türkçesi pek güzeldir. Çalkantılar içinde bir dönemdir. Avrupa hayranlığı ileri seviyededir. Kendinden şüphe çok kuvvetlidir. Kimlik bunalımına varacak kadar sert tartışmalar yaşanır. Fransızca okumuşların dili halindedir. Buna rağmen, Tanzimat ve Meşrutiyet eğitiminde Türkçe başarısı çok yüksektir. Dil neredeyse baraj gibidir. Aydın, okumuş Türkçe dikkatiyle değerlidir.  

TÜRKÇE BİLEN NESİLLER 

Şaşılacak şeydir: Onca sıkıntılar yaşanan devirde nüfusun orta mektep okuyanlarının dili bile sağlamdır. Bu başarıyı nasıl sağladıklarını eğitimcilerimiz çalışmalıdırlar. O çok özel dönemi bu tarafıyla da bilmek zorundayız. Birkaç nokta önemlidir: Onlardan bize kalan her metinde bugünün edebî verimlerinin üstünde bir estetik vardır. Asker mektupları bile öyledir. Çeşitli raporlar, subay hatıraları ve yazışmaların dili yüksek estetiğiyle güzel Türkçe örnekleridir. Sade metinler bile böyleyken edebî metinlerin zirveden ses vermesi tabiidir. Edebî eserlerin dili en güzel şeklini yirminci yüzyılın ilk çeyreği ve ikinci çeyreğinin ilk on yılında almıştır. Türk Dil Kurumu’nca yayınlanan, Güzel Yazılar serisine giren örneklerin seçiminin bu bakımdan çok zor olduğunu düşünmek gerek. Neredeyse güzel olmayan yazı yoktur. Böyle bir lüksün yaşandığını zevkle hatırlıyoruz.Telaffuz da öyledir. Çok güzel konuşurlar.  İstanbul ağzının bütün özelliklerini almışlardır.  

Bu zirveden gerilediğimizi ve bugüne geldiğimizi konuşmalıyız. Dil İnkılabı ve sonrasının bizi bu duruma getirdiği doğrudur, fakat eksiktir. Dil İnkılabını en şiddetli şekilde benimseyen Millî Eğitim sistemimiz, okullardaki durum, eğitim öğretim anlayışı, uygulamaları, topyekün kendimize bakışımız bu sonuca kuvvetle tesir etmiştir. Okullaşma, okuma-yazma yaygınlaşması, bu bozuk şartlarda olumlu etki etmemiştir. Böyle bir bolluk gelmiştir ama kalite getirmemiştir; aksine düşüş vardır. Okuyan yazan sayısının artmasını bunun için hiçbir zaman övünülecek bir durum gibi görmedim.  

Okuduğunu anlayamayan nesiller hızla hayatımızı doldurdukça, bozulmanın hızlandığı açıktır. Yanlış gidişin yanlışları öne çıkardığı rahatlıkla söylenebilir. Okuyanlar, okuduğunu anlamadan mezun edildikçe anlamama durumu normalleşmiş görünüyor. Gittikçe anlamayanlar çoğalıyor ve anlamak bir değer olmaktan çıkmaya başlıyor. İçinde bulunduğumuz vaziyete bir de böyle bakmak lazımdır.  

Dil her bakımdan hayatı düzenleyicidir. Anlamayı ortadan kaldırırsanız, herşeyden önce dil gider. Dil gidince de çok değer yavaş yavaş hayatımızdan çekilir. Şu anda bu çekilişleri görmüyor muyuz? Genel bir gerilemenin, hazımsızlığın, özellikle insanın iç kavgasının temel sebebi bu değil mi? Toplumun ayrışması, yanlış dil kullanmak yanında, birinci dereceden dil bilmemekle ilgili olamaz mı? Anlama probleminin temelinde dildeki gevşemeyi aşan bozulma yatmıyor mu? 

ANLAMAK HER ŞEYDİR 

Hem mana hem değer, anlamak esasına göre doğar. Böyle anlaşılır ve yaşanır hale gelir. Okumadan maksad anlamaktır. Özellikle anlatma durumunda olanlar için olmazsa olmaz şarttır. Hocalar, medya mensupları, toplum önderleri, görevliler ve hemen hemen herkes derece derece bu topluluğa girer. Medya için ayrı bir yer açmak lazımdır; çünkü, herkesten çok baktığımız, seyrettiğimiz ve kulak verdiğimiz onlardır.  

Bileceğimiz ve dikkat edeceğimiz husus bellidir: Sesli okumanın anlamayı seslendirmek gibi anlaşılması lazımdır. Konuşma da öyledir. Kurduğumuz cümlenin bölümlenmesi, anlama ve anlatmaya göre şekillenir. Gramerde anlam grupları denen ayırım, okuma ve söylemede uygulanır hale gelir. Onlara dikkat ederek cümleyi bölersiniz. Olur olmaz yerden bölünmez.   

Bunları böyle yazmak ve konuşmak bile üzüntü veriyor. Çünkü, anadan atadan, çevreden duyarak kendiliğinden öğreneceğimiz ve düşünmeden, akan su gibi kullanacağımız bir dil özelliğidir. Tabii olandır, en küçük topluluk dillerinde bile böyledir. Kendiliğinden olduğu için hata etmek de zordur. Diyelim ki bizde İstanbul ağzı herkese ve her yere yaygınlaşmadı, diğer ağız ve lehçeler için de bu kendiliğindenlik söz konusudur.   

Onun için bizimkiler bile bile bozuyorlar diyorum. Hukuk tabiriyle taammüden bozuyorlar. Bozmak kastıyla hareket etmeseler bile bozuk söyleme kasıtları açıktır. Bunda bir yeni statü edinme mecburiyeti görerek bozuyorlar. Bilmedikleri bir modaya uyarak bozuyorlar. Birileri çıksa ve yanlış gidişi söylese, bildikleri düzgün telaffuza dönecekler ve biz üç beş yanlışı konuşacağız. Şimdi topyekün bozgunu konuşuyoruz. 

YENİ ZAMAN TELAFFUZ ÖRNEKLERİ 

Bir cümlemizi ele alalım: “Kurduğumuz cümlenin bölümlenmesi/ anlama ve anlatmaya göre şekillenir.” dediğimizde, bir yerde es verebiliriz, o da işaret koyduğumuz yerdir.  “Ahmet Bey’in gösterdiği yerde ..” söz grubunu beraber söylemek zorundasınız. “Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim?” mısraında  italik yazdığım bölümü ayırmadan söylemelisiniz. Yani, anlam grupları bölünmez. 

Tamlamalar, isim-soyisim, birleşik kelimeler de öyledir. Baba koltuğu beraber söylenir. Beyaz gömlek de, eniştenin beyaz gömleği de.  Ceviz kabuğu da. Zerdâli bahçesi de. Emine Işınsu diyecekseniz, ikisini ayırmadan söylersiniz. Yahya Kemal Beyatlı da öyle söylenir. Bunları ayırmak, kolu bacağı ayırmak kadar yanlıştır. Kendi içinde bir bütünlük ifade ederler. Ayrı ayrı söylenmeleri, kırılıp dökülmeleri, ufalanmaları veya parçalanmaları demektir. Bunu yapamazsınız. 

Bizim televizyon spikeri, sunucusu, muhabiri,  yani yeni nesil katillerimizin en çok yaptığı bu bütünleri ayırmaktır. Ayırmakla kalmayıp, başını gözünü birkaç türlü yarmaktır. İşkence ile öldürmektir.  Bakınız büyük Yahya Kemal’in ismi o işkenceci ağızlarda ne hale geliyor: YAhYAAA… KeMALLLL.. BEYatLIIIII…  Malum, büyük harfi vurgu için, nokta noktaları esler için kullanıyorum. Bir ismi söylemekte bu kadar hata yapmayı başarana elbette katil denir ve boynuna işkenceci yaftası asılır.  Bunu farketmeyen veya tepki göstermeyen seyircinin sıfatını da siz koyun! 

BİR CÜMLEDE ON HATA  

Sizi işkenceye tabi tutar gibi hissetsem de yaygın hataları vermeye devam edeceğim. Bizim spiker, sunucu ve muhabirlerin hemen hepsinde ortak bir yanlış var. Son yıllarda hızlı yayılan bir mikrop gibi ekranları, mikrofonları sardı. Dikkat etmişsinizdir: Bütün fiil ve filimsileri yanlış vurguluyorlar. Nerede bir fiil görse, cin-şeytan görmüş gibi önce duruyor ve sonra ilk heceye kuvvetli bir vurgu konduruyorlar. Bu cümlenin bölümlerini örnek alalım:  “.. cin şeyTAN.. GÖRRmüşşş gibi..” şeklinde telaffuz ediyor. “Görmüş”ü gördüğü yerde duruyor ve önceki kelimeyi keskince askıya alıyor. Ani fren gibi bir durum. Dinleyende bırakacağı etkiyi de ona göre ani fren gibi düşünün. Sonra cümlenin sonundaki fiile gelince yine aynı ani fren devreye giriyor: “.. VURGUUUU… KONduruYORlar..” gibi acaib bir vurgulama.  

Bu çocuklar, bu insanlar, bu kızlar-kadınlar, bu oğlanlar-erkekler on yıl öncesine kadar böyle bir sesi duymadılar. Böyle bir tonlama ve katliam bu kadar yakın zaman işidir. Nasıl oldu da birkaç kendini bilmezin kıyımına toplu halde katıldılar? Dahasını söyleyelim: Biz nasıl kabul ettik, nasıl kabul ediyoruz? 

Hâlâ sesimiz çıkmayacak mı? Dilimizin ve dilimiz kimliğimizse kimliğimizin böyle târümâr edilmesini seyretmeye devam edecek miyiz? 

Öyleyse bize her belâ gelir de iş işten geçmeden –belki- anlarız. 

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir