‘Postmodern hayat’ kavramını mercek altına alan ‘Dehşet Palas AVM’ kitabının yazarı Metin Savaş, “Günümüzde ileri teknolojinin doğurduğu sanallık ile gündelik yaşantımızın gerçekleri iç içe geçmiş halde” diyor.
METİN SAVAŞ
Biz insanlar hazır bulduğumuz bir hayatın içine doğarız. Fakat içine doğduğumuz bu hayatı yaşarken bir gözümüz daima kör gibidir. Azerbaycan’ın çağdaş yazarlarından Elçin Efendiyev bir romanında şöyle diyor: “Ey insanoğlu; tabiat sana iki göz vermiş ama sen kör yaşıyorsun ve kör de öleceksin.” Buradaki körlük mecazı biz insanların gündelik hayat meşgalesindeki tekdüzeliğine, düşünce yoksunluğuna ve elbette sorgulama tembelliğimize işarettir. Kısacası, idraksizlikten kaynaklanan mekanik bir yaşantı söz konusudur. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim, “Hiç düşünmez misiniz?” ya da “Ne kadar az düşünüyorsunuz?” mealinde serzenişte bulunurken bizlerin körlükteki ısrarcılığımızı tenkit etmektedir.
Biz insanlar içine doğduğumuz hayatın eğrilerini ve doğrularını çoğu zaman fark etmiyoruz. Ortaçağ adını verdiğimiz dönemin insanları indinde, kendi yaşadıkları çağ, mutlak bir gerçekliktir. Öncesini bilmedikleri gibi sonrasını da hayal edemezler. Oysaki her dönemde kendi zamanlarını sorgulayan birtakım münevver fikirli kimseler olagelmiştir. Ortaçağ’da yaşayanların Ortaçağ’da yaşadıklarının şuurunda olamamaları gibi, bugünümüzün insanı da “postmodern” dediğimiz modernlik ötesi bir zamanda yaşamakta olduklarının bilincinde değildirler. Şüphesiz ki “Ortaçağ” veya “postmodern zamanlar” şeklindeki isimlendirmeler birer kurmacadırlar. Bizler bu çağları yaşarken kendi doğal zamanlarımızı yaşamaktayızdır. Ama işte idrak sahibi olmaya yeltenip de sorgulamaya koyulduğumuzda doğallık saplantısı zedelenecektir. Sorgulamak demekse tedirgin olmak demektir.
Biz bu yazımızda postmodern hayatın nasıl bir hayat olduğunu kabataslak tasvir etmeyi deneyeceğiz. Bunu yaparken de entelektüel gevezeliğe kaçmaksızın postmodern hayatı mümkün mertebe basite indirgeyerek tarif edeceğiz. Şöyle ki:
Eski zamanlar diyebileceğimiz geleneksel zamanlarda mahalle bakkallarından alışveriş ediyorduk. Modern zamanlarda ise marketlerden ve süpermarketlerden alışveriş etmeye alışıp gitmiştik. Fakat şimdi “tüketim kültürü” ya da “tüketim toplumu” dediğimiz değişik bir hayat tarzını yaşamaktayız. Günümüzde artık AVM’lerden alışveriş edilmektedir. Modern zamanların karakolları bankalar idi. Modernlik sonrası zamanların karakolları ise AVM’lerdir. Postmodern hayat dediğimiz şey işte kabaca budur. Bankalar bizi parayla, AVM’ler ise tüketim tutkusuyla kendilerine bağımlı kılmışlardır.
MEKANİK YAŞAM
Eski zamanların insanlarına mahalle bakkalları nasıl tabii görünüyorduysa günümüzün insanlarına da AVM’ler o derece tabii görünüyor. Buradaki doğal görünüş bir saplantı veya kuruntudur ve açıktan açığa bir yanılsamadır. Çok çok öncesindeki çağlarda mahalle bakkalı bile yoktu, para yoktu, kurumsallaşmış pazar ekonomisi yoktu. Ya ne vardı? Yağma ve takas vardı. Bugün bizim (kendi algılarımıza kıyasla) ilkel dediğimiz eski çağların insanları yağmacılıkla ve takas yoluyla temel ihtiyaçlarını temin ediyorlardı. Bugün bize barbarlık şeklinde görünen yağmacılık eski çağların insanları indinde tabii bir hayat tarzıydı. Eski çağların insanları nasıl ki yağmacılığın doğru olup olmadığını sorgulamayı düşünemiyorlar idiyse günümüzün insanları da merkezinde AVM’lerin yer aldığı tüketim kültürünün doğrularını ve yanlışlarını hiç sorgulamıyorlar. AVM hayatı bizler için artık tabii bir yaşam tarzıdır. İşte bu doğallık yanılsaması bizleri köreltiyor ve tekdüze diyebileceğimiz mekanik bir yaşantıya sürüklüyor.
Çağımızın neredeyse bütün düşünürleri postmodern zamanların (önceki çağlara kıyasla) çok daha fazla gayrıtabii olduğunda hemfikirdirler. Her çağ kendi şartları içerisinde sorunludur ama postmodern zamanlar çok daha fazla problem içeriyor. Postmodern hayat tarzında doğallık daha azdır veya sanallık çok daha baskındır. İleri teknoloji biz insanları büyülüyor, insanlığımızı tırpanlıyor, gündelik hayatımızın doğallığını tehlikeli bir şekilde yanılsamalar âlemine boğuyor. Yanılsamalar âleminden kastımız sanallığın hükümranlığıdır. Sinema, radyo ve televizyon derken şimdi artık gündelik hayatımıza cep telefonu, tablet ve internet girmiştir. Facebook veya Twitter dediğimiz sosyal medya ile birlikte gündelik yaşantımız artık neredeyse büsbütün sanal bir âleme dönüşmüştür. O kadar ki, ileri teknoloji ortamında gerçek ile hayal birbirine çok fazla karışmıştır. Çok eski çağlarda mitolojik kavrayış ile gündelik hayatın gerçekliği nasıl birbirine bağlı idiyse günümüzde de ileri teknolojinin doğurduğu sanallık ile gündelik yaşantımızın gerçekleri iç içe geçmiştir. Buna şöyle bir örnek verelim: Ekran ve klavye başına oturduğumuzda sosyal medyada her gün görmeye alıştığımız bir arkadaşımızı birkaç gün göremez olduğumuzda endişeye kapılıyoruz. Acaba başına bir şey mi geldi diye tedirgin oluyoruz. Hâlbuki sosyal medya bir mecburiyet değildir. Facebook ya da Twitter ortamında her gün bulunmamız gerekmiyor. Ama işte sanallık bizim hayatımıza öylesine sinmiştir ki gerçek hayatta aylarca göremediğimiz bir dostumuz için endişelenmiyorken sosyal medyada birkaç gün görünmeyen bir arkadaşımızı merak ediyoruz. İleri teknolojinin büyüsü işte budur. Postmodern hayat işte böyle bir acayipliktir.
HAKİKAT İLE SANALLIK
Yalın hakikat ile gerçek-dışılık arasındaki sınırın çözüldüğü ve bulanıklaştığı çılgınlık yüklü bir zamanda yaşamaktayız şimdi bizler. Televizyon dizilerinden bildiğimiz bir oyuncuyla gerçek hayatta herhangi bir yerde karşılaştığımızda bocalıyoruz. Niçin bocalıyoruz? Çünkü o oyuncunun gerçek kimliği ile televizyon dizisindeki rol kimliğini ayırt etmekte zorlanıyoruz. Hakikat ile sanallık sınırının bulanıklaşması işte böyle bir durumdur. Acayiplik ya da çılgınlık buradadır. O meşhur oyuncunun televizyon dizisinde rol yaptığını (oyun oynadığını) unutabiliyoruz. Unutmasak bile hakikat ile oyunu karıştırıyoruz. Edebiyat kuramcısı Todorov da aynı durumdan yakınmaktadır: “Bir rolü, o rolü üstlenen aktörün kendisiyle karıştırmamak gerekir.” İşte bütün bu bulanıklaşmalar bizde algı (idrak) karmaşasına yol açıyor. Böylelikle de anlamsızlık oluşuyor. Fransız düşünür Jean Baudrillard “yararsızlık mantığı” demektedir bu anlamsızlığa ve anlamsızlığı şöyle izah etmektedir: “Günümüzde olaylar artık gerçekten olup bitmemektedir. Bunun nedeni canlı yayın adı altında gerçekleştirilen üretim ve dağıtımdır. Olaylar bu canlı yayın denilen boşluk içinde kaybolup gitmektedir.”
Olayların gerçekten olup bitmemesi, Baudrillard’ın ifadesiyle, illüzyondur. Yani gözbağcılıktır ki sanallık dediğimiz muğlâklığa varıyoruz. Muğlâklık yani boşluk. Canlı yayının adı canlıdır fakat buradaki canlılık bir yanılsamadır. Sadece televizyon değil, internet ortamı da canlı yayındır. AVM’lerdeki veya şehir meydanlarındaki dev ekranlarda gördüğümüz ürün tanıtımları da birer gözbağcılıktan başka bir şey değildir. Adım başı her yerde karşımıza çıkan (gözlerimizin içine sokulan ve hatta başımıza kakılan) billboard dediğimiz reklâm panoları da böyledirler. Gündelik hayatımızda artık her şey tüketimi özendirme üzerine inşa edilmektedir. Öyle ki, tüketmeye yeterince gönüllü olmayanlar toplum içinde hor görülmektedir. Burada bir toplum baskısı söz konusudur. “Bu çağda otomobilsiz olmaz ki canım” türünden söylemleri hep işitiyoruz. İşte bu türden söylemler toplumsal baskıdır ve otomobilsiz bir ömür sürmek sanki imkânsızmış algısı oluşmuştur. İşbu algı aslında dayatmadır.
Tüketim kültürünün bir diğer çıkmazı da korku unsurudur. Şöyle ki: Herhangi bir reklâm kuşağını seyrettiğimizde şu türden korkutmalara maruz bırakılıyoruz: “Bizim firmamızın diş macununu kullanmayacak olursanız dişleriniz çürür.” Bir başka örnek: “Bizim ürettiğimiz bebek bezini kullanmayan ailelerin bebeklerinin popoları pişik içinde kalır.” İşte bütün bu reklâm sloganları birer korkutma taktiğidir. Oysaki insanlık on binlerce yıl boyunca otomobil veya diş fırçası kullanmaksızın varlıklarını sürdürmeyi başarmışlardır. Şüphesiz ki teknoloji de bir nimettir. Eski insanlar diş hekimliğinin şimdiki imkânlarından mahrum kaldıkları için dişleri apse yaptığında çok ıstırap çekmişlerdi. Teknoloji bizi pek çok sıkıntıdan kurtarmıştır. Veba gibi, kolera gibi bulaşıcı hastalıklardan kurtarmıştır. Ne var ki ileri veya yüksek teknolojinin o sınır tanımayan büyüleyiciliği bizleri acımasızca tutsak edinmiştir. Daha da ötesinde, laboratuvar ortamında birtakım virüsler üretilerek hiç tanımadığımız yeni salgın hastalıklar başımıza belâ edilmiştir. İnsanlığın karanlık geleceğini anlatan bilim-kurgu filmlerinin ana teması da teknolojinin baş döndürücü hegemonyasıdır. Eşyanın bendesi olmak dediğimiz o tehlikeli yerdeyiz artık. Akıllı robotların insanlara hükmettiği bilim-kurgu senaryolarını çoktan yaşamaya başladık bile. Çağımız insanı internet bağımlısı değil midir? İşte size eşyanın egemenliği! Bizler artık kendi irademizle hareket edemiyoruz. Sinema perdesindeki oyuncular gibiyiz. Bizlere dayatılan senaryoların figüranlarına dönüşüyoruz her geçen gün. Postmodern hayat işte kısaca böyle bir hayattır. Ve bizler bu karanlık hayatı konfor tutkusuyla kolayca, hiç sorgulamaksızın, neredeyse gönüllü olarak kabulleniyoruz.
İleri teknoloji biz insanları büyülüyor, insanlığımızı tırpanlıyor, gündelik hayatımızın doğallığını tehlikeli bir şekilde yanılsamalar âlemine boğuyor.