‘Karşılaştırmalı Mitoloji: Tolkien Ne Yaptı?’ kitabının yazarı M. Bahadırhan Dinçaslan, kolayca zorbalık yapılabilen bir zemine dönüşen sosyal medyanın kimliğimiz, kişiliğimiz ve gündelik hayatımız üzerindeki etkilerini yazdı.
Porno oyuncusu August Ames, 7 Aralık’ta intihar etti. İntiharının nedeni ilginç: Eşcinsel pornolarında oynayan bir aktörle porno film çevirmeyi reddettiği için homofobik olmakla suçlandı. Aleyhinde atılan binlerce tweet sonrasında, tahmine göre halihazırda depresyonda olmasının da etkisiyle, 23 yaşında yaşamına son verdi. Bir porno oyuncusunun “arsız” olduğunu iddia ederek çiğlik yapmayacağım, ancak yaptığı iş nedeniyle vücudunun eleştirilmesine, bir kadın olarak estetik açıdan savunmasız görüntülerinin insanlar tarafından izlenmesine, ileri geri konuşulmasına alışık olduğunu söylemek mümkün. Öyle ya, bugün kadınlar arkadaşlarıyla “selfie” çekerlerken dahi güzel bulmadıkları fotoğraflarını sosyal medyaya koymaktan çekiniyorlar. Bir porno oyuncusu en azından bu konuda eleştiri ve kritiğe bağışıklık geliştirmiştir diyebiliriz. Ancak eleştiriye bu kadar bağışık olacağını düşündüğümüz bir kadın dahi, hakkında yapılan yorumlara dayanamayıp intihar etti. Ülkemizde yeni yeni konuşulmaya başlanan bu fenomene “siber zorbalık” deniyor. Vakanın ilginçliği bir yana, gelişmiş ülkelerde özellikle çocukluk ve ergenlik devresinde çokça intihara sebep oluyor, intihar vakalarıyla gündeme gelmeyen milyonlarca çocuğun ise, siber zorbalık nedeniyle psikolojik yaralar aldığı tahmin ediliyor.
Hannah Arendt’in literatüre kazandırdığı “kötülüğün sıradanlığı”, gündelik hayatına devam eden, sıradan insanların gayet kötü işler gerçekleştirebileceklerini söyleyip bunun nedenlerini irdeliyor. Bir “trend” ve grup kimliği aşırı baskın hale gelirse, birey bu “furya” (furya ve öfke anlamında fury etimolojik akrabadır) karşısında ciddi karakter özellikleri, prensipler ve ahlak ile donanmamışsa, birey olarak değil bir basit ünite olarak bu çılgınlığa dahil olur ve yaptığı kötülüğün farkına bile varmaz. Yaptığı işin kötü olduğunu bilerek o fiili işleyen ile, kişilik yitimine uğrayarak dahil olmuş adam arasında bir fark vardır, bu yüzden bu tür kötülük “banal”, sıradan bir kötülüktür.
Buna “kişilik yitimi” de diyebiliriz, ya da daha doğru bir ifadeyle “anonimleşmek”. Anonimleşmek her zaman kötü müdür? Gustave Le Bon, Fransız İhtilali’nde yeni bir grup kimliği ve amaç etrafında birleşen Bastille hapishanesi kaçkınlarının, aslen katiller, hırsızlar ve tecavüzcülerden mürekkep olmalarına rağmen, çok namuslu ve vakur bir tutum içine girdiklerinden bahseder. Fakat ekseriyetle anonimleşmek bir güruh ve linç kültürü doğurur: Grubun kolektif bilincinin öteki olarak kodladığı kesinlikle kötüdür; recm edilen Afgan kızın başına taş atarken empati ve yargı devreden kalkmıştır, birey grup kimliği ve bilincinin emrinde, şuursuz bir hareketi adeta vecd halinde gerçekleştirmektedir.
Nazi Almanyası’nda Yahudi komşularını ihbar edenler yahut kamplarda subaylık yapıp türlü işkenceler uygulayanlar, filmlerde veya masallarda karşımıza çıkan safi kötülükten ibaret, doğası kötü insanlar değillerdi. İşkenceyi gerçekleştirdikten sonra evine gidip çocuğunu seven, aile dostlarıyla Cumartesi pikniğe giden insanlardı. Bu haliyle kötülük çok daha korkunçtur; üstelik “iyi” bir ambalajla sunulması pek mümkündür. Sosyal medyanın linç kültürü bu kavramlarla ilintili. Ancak yorum yapmadan önce, bir kavramı daha iyi bilmek gerekiyor.
Arı, karınca gibi hayvanların oluşturdukları “toplum”lar ilginçtir: Bilinç teker teker arılar ya da karıncalarda yahut kraliçe arı/karıncada değil, grubun tamamındadır. Bu yüzden bu yapılara genellikle “süperorganizma” denir; her bir karınca yahut arının salgıladığı basit feromonlar, verdiği basit sinyaller, her biri birer beyin hücresiymiş gibi, çok karmaşık meseleleri çözmeye muktedir bir bilinç yaratır. Beynimizdeki nöronlar gibi: Tek bir nöron bir elektrik impulsunu iletmekten başka bir işe yaramaz, ancak yüz binlerce nöron bir araya geldiğinde o küçük impulsların bileşimi büyük ve teker teker sistemi oluşturan unsurların nicel toplamının ötesine geçmiş bir bilinç teşkil eder. Gruplar da kimi zaman böyledir. Özellikle kimi mental araçlar sayesinde (din, ideoloji, tehdit) grubun üyeleri grup içerisinde kendi gerçek düşüncelerini değil, grubun duymak istediklerini dile getirirler. Ortada bireyin bilincinden daha baskın, onu yok ederek bireyi bir “maşeri şuur”un ünitesine dönüştüren bir fenomen vardır.
Gündelik hayatımızda kurduğumuz ilişkiler aslında derin bir boyut taşır. Sokakta ilk defa gördüğümüz ve bir daha asla görmeyeceğimiz insan bile bize binlerce mesaj verir. Karşıdan gelen insanın cinsiyeti, görünüşü, kıyafetleri, konuşma tarzı gibi özellikleri bilinçaltımızda onun kişiliğine dair onlarca imgeyi harekete geçirerek bir resim çıkarır. Bu resim isabetli olmasa da, karşımızdakini gerçek bir insan olarak algılamamıza neden olur: Nazi Almanyası’na dönecek olursak, gaz odalarının eski Sovyet “Mobil Gaz Kamyonu”ndan mülhem tesis edilmesinin nedeni, en gözü dönmüş SS askerlerinin bile karşısında etten, kemikten, anlamlı bakan, cümle kuran insanlar gördüğü zaman, cinayet işlemekte mütereddit olması ve depresyona girmesiydi.
Fakat sosyal medya öyle değil. Sözgelimi Facebook’un hayatımıza kattığı yeni bir “arkadaş”lık var. Pek aktif olmamama rağmen, Facebook’taki arkadaş listeme baktım ve 2 bin 500 kişilik bir liste olduğunu gördüm. Birçoğunu hiç görmedim, adı ve yüzü aklımda değil, ancak ismi “arkadaş” olan bir kategoride, Facebook profilimde duruyorlar. Bu arkadaşlığın, sosyal medya öncesinde “arkadaş” tabirine yüklediğimiz anlamdan başka bir şeyi kastediyor olduğu kesin. Sosyal medyada profil resmimiz, kullanıcı ismimiz ve “özet” varlığımızla varız; dolayısıyla karşımızdaki için çoğu zaman gerçek bir insan yahut arkadaş değiliz.
Tam olarak bu yüzden, bir kovana parmağımızı sokarsak, birbirleriyle rabıtaları çok güçlü olmasa bile o an için tehdit algısı nedeniyle hemen bir kovan oluşturan diğer “sanal” profiller, bize karşı hunharca saldırıya geçebiliyorlar. Bu saldırı esnasında, eğer gerçek hayatta aklı başında insanlar değillerse, kolayca kimlik yitimine uğrayıp gözü dönmüş canavarlar gibi hakaretler edebiliyor, tehdit savurabiliyorlar. Fakat bu tehditler de çoğu zaman sanal tehditler: Bir yıldır, örneğin, kovanına parmağımı soktuğum için gerçekleşen bir sanal linç esnasında bacaklarımı kırıp belden aşağımı felç edeceğini iddia eden bir eşekarısının tehdidini gerçekleştirmesini bekliyorum.
Sosyal medyanın kolay ve büyük aidiyetler, hikayeler gerektirmeden örgütleyebilme yeteneğinin iyi yönleri de var elbette. En basit örneği, kan, ilik aramalarında, yardım kampanyalarında hem Türkiye’de hem dünyada ciddi bir verimlilik. Sonra, taciz ve magandalık vakalarında sosyal medya teşhiri, özellikle Türkiye gibi halı altına süpürmenin yaygın olduğu ülkelerde güçsüz ve mazlum olanın elindeki yegâne koz olabiliyor, bir caydırıcı güç yaratıyor. Sosyal medyanın getirdiği bir diğer avantaj da siyasi örgütlenmeler açısından önemli. Bugün marjinal kabul edilen yahut maddi yetersizliklerden dolayı potansiyel olarak var olsa da örgütlenme sıkıntısı yaşayan fikirlerin mensupları birbirlerini çok daha kolay bularak örgütlenmeye girişebiliyorlar. Öyle ya, sözgelimi 90’larda, Erzurum’da yaşayan ve sizinle benzer düşünen bir insana ulaşmanız oldukça zordu.
Özellikle MHP muhaliflerinin İYİ Parti’nin kurulmasıyla sonuçlanan serüvenlerinde sosyal medyanın ciddi katkısı olduğunu düşünüyorum. MHP gibi duygusal bağların ve hiyerarşik yapının güçlü olduğu bir kurumda muhalif örgütlenme oldukça zordur. Farklı teşkilat merkezlerindeki insanların bir araya gelerek bir efkâr-ı umûmi tesis etmesi için imkanlar da sınırlıydı. Buna zemin hazırlayabilecek tek etkinlik belki de Erciyes Zafer Kurultayı’ydı, ancak bu etkinlik de sonlandırıldı. Ta 97 yılından beri Devlet Bahçeli’ye muhalif olanlar için ciddi bir meydan okumayla sonuçlanacak muhalif bir örgütlenme gerçekleştirmek ancak 2010’lu yıllarda mümkün oldu: Sosyal medya farklı muhalif ülkücülerin tanışması ve örgütlenmesi için ciddi bir zemin oluşturdu.
Sosyal medyanın daha yukarıda sayılan kötü etkilerinin azalması, yukarıdaki olumlu yönlerinin daha verimli kullanılması, ancak ciddi bir birey şuuru ile mümkün.
Edebiyatın temel öğe ve motiflerinden, hatta dinamiklerinden biri, “başka biri olma” arayışıdır. Sosyal medya insanlara bu imkânı sağlıyor; üstelik günümüzde yoğun iş temposu ve zayıf yaşamsal tatminle tüket-itaat et-öl üçgenine sıkışmış insanlar için oldukça cazip bir vaat. Eskiden roman okuyarak katharsis yoluyla başka biri olma isteğini tatmin eden, zihni gerilimini teskin eden bireye, bugün çok daha etkili ancak bir o kadar tehlikeli bir yol sunuluyor: Mış gibi yapmak. Sosyal medyada takma isim yahut sahte profil fotoğrafınızla istediğiniz kadar hayat senaryosu yazıp oynayabilirsiniz.
Bu onaylanma isteğiniz, bireylerin zayıflıklarını keşfetmiş ajanda gruplarının manipülasyonuyla doğan akımların grup kimliği yaratarak sizi sevk ettiği kimlik yitimi ile birleşince, gerçek “biyonik” insanları ortaya çıkarıyor. “Gerçek” hayatında sıradan bir hayat yaşayıp gösterişsiz bir şekilde biyolojik gereksinimlerini tatmin eden bireyler, Twitter başına oturduklarında bambaşka birine dönüşerek akıl almaz laflar edebiliyorlar. Üstelik, sosyal medya, aynı milli kültürler ya da sosyokültürel katmanlar gibi, kendi kültürel göstergelerini, yani ikonlarını, kahramanlarını, putlarını, sembollerini yaratmış durumda. Celal Şengör ya da İlber Ortaylı’nın gerçekte kim olduklarının, fikir ve savlarının bilimsel-felsefi değer ve geçerliliklerinin birçok sosyal medya kullanıcısı için önemi yok. Bunlar birer ikoncana dönüştürülmüş haldeler.
Bütün bu yönleriyle sosyal medya, ülkemizde de git gide artan siber zorbalığın bir sahasına dönüşmüş durumda. İnsanları özgürleştireceği öngörülen bu düzlem, yeni bir kölelik ve mankurtluk alanı yaratıyor; bu durumda suçlu sistem midir, her insanın doğasındaki pespayelik ve kötülük müdür, kararını okuyucu versin.