Gazeteci M. Bahadırhan Dinçaslan, kültürel iktidar meselesini derinlikli bir şekilde ele alıyor.
M. BAHADIRHAN DiNÇASLAN
“Göz, yalnızca zihnin kavramaya hazır olduğu şeyleri görür.”
Henri Bergson
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” sözleri farklı reaksiyonlar uyandırdı. Bunu bir yetersizlik itirafı olarak algılayanlar, hedef gösterme olarak algılayanlar, Erdoğan destekçileri ve muarızları arasında bu “kültürel iktidarsızlık”ın nedenini irdeleyenler oldu.
Kültürel iktidar kavramı esasen bir “modern” mesele. Kültüre dair Marksist yaklaşımlardan Gramsci’nin Hegemonya’sı ve Horkheimer ile Adorno’nun Kültür Endüstirisi’ne değinerek çıkarımlar yapmak, inşacı milliyetçilik anlayışıyla birleştirerek oldukça eleştirel sözler söylemek mümkün. Ancak Herbert J. Gans gibi popüler bilime dair çalışmış insanlar da bunun tam tersini söyleyecektir. Uzun analizlere girmeden, bir “kültürel iktidar” kavramının gerçekten var olduğunu ve bunun modern bir mesele olup modern araçlarla tesis edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ve bu kültürel iktidar, mutlaka “elitler”in aşağıdaki proleteryayı sömürmesiyle ilgili değildir, hatta aksine, karar alıcılar tarafından programlanmış bir kitle kültürü & popüler kültür projesi toplumun seviyesini yükseltebilir, insanların yüksek kültüre entegrasyonunu kolaylaştırabilir. Fakat Erdoğan’ın sözleriyle karşımıza çıkan problemin bir başka boyutu var: 15 yıl iktidarda kalmış bir yapı nasıl olur da kültürel iktidarını tesis edemez? Erdoğan, Bismarck’ın “Kültürkampf”ına gönderme mi yapıyor? Bir toplumu şekillendirmenin iki boyutu var diyebiliriz, birine maddi/işlevsel boyut, diğerine tabii/estetik boyut diyelim.
TOPLUMUN MEKANİĞİ
Weber’in toplumun sınıflaşmasını incelerken ele aldığı üç işlev alanı, yahut boyut vardır: Maddi güç, prestij gücü ve siyasi güç. Güç, bu üç işlev üzerinden kazanılır ya da bu üç alan üzerinden toplumu şekillendirici ve dönüştürücü etkisini gösterir. Basitçe açıklamak ve müşahhaslaştırmak gerekirse, zengin bir insanın salt bu zenginliğinden doğan bir gücü ve toplum üzerinde etkisi vardır. Şöhreti olan bir adam, zengin olmasa bile, vereceği bir demeçle, yazacağı bir yazıyla ya da bugün karşımıza çıktığı gibi, atacağı bir tweet ile toplumu etkileyebilir, prestij de bir güç kaynağıdır. Son olarak bir siyasi parti başkanı yahut üst düzey bürokrat, bir general ya da Merkez Bankası gibi kurumların başkanları, karar alıcı konumlarından dolayı zenginlik ya da prestij sahibi olmasalar bile sırf bu temelden bir güç alır ve toplumu etkilerler.
AK Parti bu üç alanda da hakim durumda. Önceleri “yeşil sermaye” denerek aşağılanan fenomen sonra “Anadolu Kaplanları” oldu ve bugün mevcut hükümetle ilişkileri iyi olan, hem devletin büyük ihalelerini alıp hem de özel sektörde büyük hacimli işler yapan, AK Parti tandanslı bir sermayedar kesiminin oluştuğunu inkar edemeyiz. Bunun yanında siyasi gücü, cumhuriyet tarihinin hiç görmediği bir seviyeye çıkmış durumda. Prestij açısından diğer iki işleve kıyasla geride görünseler de AK Parti kendi medyasını, popüler figürlerini, sosyal medya “fenomenleri”ni yaratabildi. Bu şekilde bir hayli mesafe kat eden bir yapının kültürel iktidarı kuramadığını en üst düzeyde ifade edilmesi, bu mekaniğin formülünün her zaman doğru sonuçlar vermediğini gösteriyor. Bu bizi işin diğer boyutuna, estetiğin ve kültürün doğasının inceliklerine götürüyor.
LOCUS AMOENUS
Sanatın nasıl doğduğuna dair nazariyelerden biri basitçe şunu söyler: İlkel taş aletlerimizden bir kısmı kullanıldığını belli eden darbe izleri ve aşınma emareleriyle bulunuyor. Bazılarıysa çok daha maharetle yapılmış ancak hiç kullanılmadığı belli olan aletler. Acaba bu aletler, erkeklerin dişilere “ben bu kadar güzel aletler yapmayı bilen, dolayısıyla benden yapacağın çocukların yaşam kalitesini yükseltebilecek bir bilgiye haiz bir erkeğim, benimle çiftleş” mesajı vermek için hediye ettikleri, klasik bir “erkek şovu”nun ürünleri olabilirler mi? Olabilirler. Bu “işlev” ile “ideal” arasındaki çatallaşma, sanatın doğmasını sağlıyor: Sanat, kafada canlanan, arketipik bir “ideal alet” fikrinin, iptidai işlevleriyle kullanılmak için değil (en azından temel amacı o olmayan), ideal yansımaları ve etkileriyle kullanılacak biçimde alete dönüşmesiyle doğuyor.
Bu ideallerin iptidai versiyonları biyolojik köklere dayanıyor. Bunun en meşhur örneği, yazılı ve görsel sanatlardaki “Locus Amoenus” motifi. Huzurlu yer yahut munis yer diye çevirebiliriz. İnsanoğlu bir şeyler ürettiğinden beri, neredeyse hep böyle bir yer tasvir etmiş. Hangi kültürden ya da coğrafyadan gelirse gelsin, insanlar ekseriyetle belli bir manzarayı güzel kabul ediyorlar. Görsel sanatlardaki Locus Amoenus’un üç belirgin bileşeni var: Su, ağaç ve çimen. Bu üç bileşenin olduğu, örneğin bir göl, yanında biraz açıklık, az ilerisinde ağaçlar, arka planda dağların olduğu bir manzara, insanlara hoş geliyor.
Kimi bilim adamları bunun genetik olabileceğini söylüyor. İki sebepten: Evvela, bazı manzaralar ilk evrimleştiğimiz Afrika bölgesindeki manzaralara benziyor. Bir nevi en ilkel bilişsel bölgelerimize kazınan bir manzara gibi. Bir diğer sebep de, evrimsel olarak bu manzaranın hayatta kalmamıza yardımcı olacak imalar içermesi. Su kaynağı var, ağaç var (hatta maymunsu atalarımızın savunma amaçlı olarak hep ağaçların, özellikle yere yakın, tırmanması kolay ağaçların yanında kalmak istediği belirtilir); açıklık var, besin var, ılıman bir iklim var. Bu hayatta kalma şansınızı arttıracaktır, bu da size güzel geliyor. Fakat artık modern insanın zihnindeki locus amoenus sırf hayatta kalma savaşıyla ilintili değil. O hayatta kalma arzusu ve savaşının idealleştirdiği manzara artık ona ihtiyacımız olmasa da bize güzel gelmeye devam ediyor. Ve bu idealleştirmeler birbirinden doğarak en girift manevi arayış, açlık ve özelliklerimize göre şekillenerek, süfli ve iptidai olanla rabıtası iyice belirsizleşerek yok olmuş gibi görünen sanatı ve kültürü doğuruyor. Bu sanat ve kültürün, çok genel de olsa, neyi “muteber ve güzel”, neyi “arzulanmaz” kabul edeceğinin de kendine has kaideleri bu “ideal”lerde saklı. İdeal yoksa bilim, kültür, sanat yok.
KÖRFEZ’DEKİ SORUN
Bu açıdan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çıkışı, temsil ettiği siyasi hareket için en önemli tehlikeyi işaret eden gayet yerinde bir tespit: Toplumun mekaniklerine hakim olsan da özellikle maddi imkanlar iyileştikçe, tercih hakkı da gelişeceği ve tecrit imkansızlaşıp başka güzelliklerle karşılaşma sıklaşacağı, bu yüzden beğeni de gelişip beğeniyi “kullanmak” bir ihtiyaca dönüşeceği için o mekanizmadaki ruh, “yerli ve milli” olmayabilir.
Bunun en güzel örneği, petrol zengini Arap ülkeleri. Bu ülkelerde refah çok yüksek olsa da hala büyük sanat akımları, kültür-sanat adamları, yazarlar, düşünürler, bilim adamları çıkmıyor. Hatta eski müstemleke ülkelerinde görüldüğü üzere, sabık işgalcilerinin kültürüne, bilimine meraklı, İngiliz muhibi bir elit, bu ülkelere hakim olmuş durumda. Demek; kültürün, sanatın, bilimin gelişmesi yalnızca mekanik formüllerde doğru bileşenleri yerine koymakla mümkün olmuyor, belli ahlaki motifler ve belli “evrensel” sayılabilecek kurallar, bir toplumda kültürel iktidarın kimin olacağını belirleyebiliyor.
Gettosuna hapsedilmiş, fordist dönem pazarlaması gibi beğeni-tercih hakkı olmadan endüstri ne üretiyorsa ona mahkum edilmiş insanlar üzerinde kültürel iktidar olmasa da tahakküm kurulabilir. Ancak beğeninin, tercihin ve alternatifin olduğu, bir de maddi imkanların elverdiği koşullarda insanlar, “kalite”yi, “iyi”yi ve “güzel”i arayacaktır. Körfez ülkelerindeki sorun, kendi “milli” kaynaklarından bilimin ve kültürün yeşermesi için elverişli ahlaki ve zihinsel ortamı yaratamamış olmaları. Kişisel hürriyet, eleştirel düşünce, serbest piyasa ve refahın elverişliliği; kültürün, bilimin doğması için birer şart olarak karşımıza çıkıyor. Topluma koyu ve Kuzey Kore’ye rahmet okutacak bir tahakküm kurup “zorla” mutlu ve mutmain etmeyeceksek, ki Türkiye koşullarında bunun olamayacağını düşünüyorum, Türkiye’deki “yerli ve milli”lerin kültürün ve bilimin kendi kaidelerinin olduğunu kabullenip nedeni anlaşılabilir ama esası yanlış-saçma olan fevrilik ve saldırganlıkları bir kenara bırakmak gerekiyor.
Öğretim üyelerinin terörü desteklemesi ne kadar büyük bir sorunsa, üniversitelerin özerk olmaması, niceliğin niteliğin önüne geçmesi o kadar büyük bir sorun. Siyasetin yeni sistemimizle niceliği hepten önceleyen yeni şeması da buna iyi bir katkı yapmayacak gibi görünüyor: Düzgün, bilimsel üretimin olması için gerekli şartları oluşturabilmiş ve havzası yaratılmış bir üniversitedense, her şehre kurulmuş üniversiteler elbette daha çok teveccüh olarak dönecek, kısa vadede siyasetçiyi bunu yapmaya itecektir. Ancak uzun vadede Körfez ülkelerine dönmek, eski yüksek kültürümüzü bir tuhaf ve yoz, eskinin bayağı acemi bir karikatürüne benzeyen yığın kültürüne boğdurmak istemiyor, modern çağda gerçek Osmanlı torunları olarak gururla gezmek istiyorsak yolumuz Batı değerlerinden, modern konseptlerden, millet olmaktan ve evrensel değerlerle kavgayı kesmekten geçiyor. Ve incelik, bunun “kamusal alan”a hakim olmasında. Bireyler pekala ırkçı, faşist, din düşmanı olsalar bile iyi bilim adamı yahut sanatçı olabilirler. Soru basit: Erken dönem cumhuriyet, Necip Fazıl’ı yarattı. “Yeni Türkiye”, Attila İlhan yaratabilir mi?