Gazeteci-yazar M. Bahadırhan Dinçaslan, dil-düşünme biçimi ilişkisini ilgi çekici bir perspektiften ele alıyor ve bu ilişkinin toplumsal hafızayı şekillendirme hususundaki etkisini değerlendiriyor.
M. BAHADIRHAN DİNÇASLAN
“Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz”
Kültürün dili etkilediğini söylemek pek kolay. Öyle ya, sözgelimi yaşamını büsbütün at etrafında şekillendirmiş, at eti yiyen, atın kuyruğundan tuğ, derisinden türlü eşya yapan, toynağından tutkal, sinirinden yay kirişi, hatta merhum Ali Özaydın’ın koleksiyonunda gördüğümüz üzre kafatasından kopuz yapan bir milletin; atın türlerine, yürüyüş şekillerine, renklerine farklı isimler vererek zengin bir “at dili” yaratması gayet beklendiktir. (Merhum Özaydın, at kafasından kopuz yapabilmek için Ankara’nın biraz dışında ölmüş talihsiz bir at leşinin haberi gelince koşa koşa gidip kafatasını almış, bu anekdotu da merhumun bir dostundan dinlemiştim, aktarmış olayım.)
Bu etkilemenin bir başka boyutu da var; sözgelimi savaş, vahşet, cinayet gibi kavramlara karşılık gelen sözcükler genellikle fonetik (tınısal) olarak da sert yahut karşıladığı sözcüğün bizde uyandırdığı hisse uygun bir ses kurgusuna sahiptirler. En meşhur örneği Nefî’den:
Evc-i hevâda sıyt-ı çekâçâk-ı
tîğdan
Âvâz-ı ra’d u sâika reh güm-
künân olur
“Göklerin en üst katına ulaşan kılıç şakırtısının ününden gök gürültüsü ve yıldırım yolunu şaşırır” şeklinde günümüz Türkçesine aktarabileceğimiz bu beyit, şairin bir savaş manzarası anlatırken savaş seslerini taklit eden sesleri de kullanarak yarattığı müthiş bir parça. “Evc!”, “sıyt!”, “çakacak” gibi sözcükler, gerçek kılıç şakırtılarını ve savaş alanı seslerini taklit ediyorlar. Bunun yanında Türkçe’de yansıma sözcük çoktur. Çocukların köpeğe “havhav” demesi gibi, atalarımız birçok sözcüğü, muhtemelen Şamanist olmaları nedeniyle, doğadan esinlenip yansımalarla yaratmışlar. “Horlamak”, “şapırdatmak” gibi basit ve hemen anlaşılan sözcüklerin yanında, bazı sözcüklerin etimolojik kökenlerinde bilmediğimiz yansımalar yatar. Örneğin “sancı” kelimesi, bugün kullanımdan düşmüş “sançmak” sözcüğünden türemiş. Tam anlamı “kargıyla dürtmek” olan bu sözcük, bir mızrak ucunun zırha yahut kalkana çarpınca çıkardığı sese benzemiyor mu? Aniden saplanan acıya ve Emine Işınsu’nun ölümsüz romanının isminde gördüğümüz gibi soyut çilelere taktığımız isim olan “sancı” dahi kültürün, yaşayışın dili etkilemesinden izler taşıyor.
Bu kadarı, girişte söylediğimiz gibi, kolaydı. Peki ya dil, kültürü ve beynimizi etkiler mi?
SAPİR-WHORF HİPOTEZİ
Dilbilimciler Edward Sapir ve Benjamin Lee Whorf’un birbirlerinden bağımsız olarak geliştirdikleri fikirleri, daha sonraları dilbilim dünyasında Sapir-Whorf Hipotezi olarak tanınmaya başladı. Bu hipotez basitçe, dilin yapısının ve sözcüklerin düşünce tarzımızı etkilediğini söyler. Steven Pinker gibi bazı dilbilimciler karşı çıksa da bu hipotezin doğruluğunu İngilizce bilen, anadili Türkçe olan bir birey pekala sınayabilir. Türkçe’de temel geçmiş zaman kipleri iki adet: Hikâye ve rivayet -ya da “di’li geçmiş zaman” ve “miş’li geçmiş zaman”. Başka başka kullanım çeşitlemeleri olsa da temelde hikâye çekimini şahit olduğumuz geçmiş zaman, rivayet çekimini de duyduğumuz geçmiş zaman için kullanırız. İngilizce bilen bir Türk, örneğin, İngilizce “anne-babam 1980 yılında evlenmiş” dediğinde belli belirsiz bir rahatsızlık duyacaktır. Zira anadilinde bu olayı bir dostuna anlatırken “evlendi” diye değil, -haliyle- şahit olmadığını belirtmek için “evlenmiş” diye anlatacaktır. Ancak İngilizce’de rivayet kipi yoktur. Bir Türk’ün beyninde geçmiş olaylar, şahit olduğu ve rivayetini duyduğu şeklinde iki kategoriye bölünürken bir İngiliz’in beyninde böyle değildir. Bu basit bir anlatım çeşitlemesi değil, bizzat beynimizin olayları tasnifini etkileyen bir faktör. Bundan hareketle, “Türkler o kadar namuslu, doğrucu insanlardır ki şahit olmadıkları olaylar için ayrı bir zaman çekimine ihtiyaç duymuşlardır” diyebilir miyiz? Neden olmasın.
Dilin gramer yapısı düşünce tarzımızı etkiler dedik. Örnekleri genişletmeden, çeşitli deneylere değinmeden önce, dilin yazım tarzının da düşünce şeklimizi etkilediğini ifade etmek gerekir. Kıvrılan parşömene karakterlerin fırçayla aktarıldığı diller, geleneksel olarak sağ üstten başlayıp dikey olarak aşağıya doğru sütun sütun yazılırlar. Bu sayede en sağda dikey bir sütunda cümlenizi yazdıktan sonra, parşömeni sol elinizle biraz daha açıp, diğer sütunu yazabilirsiniz. Geleneksel Çince, Japonca, Korece, Moğolca böyledir. Taşa kazımak için geliştirilmiş alfabeler ve onlardan türeyen yazım sistemleri de sağdan sola yatay yazılırlar. Bu sayede sol elinizle tuttuğunuz keskiye sağ elinizle çekiç vurabilir, sola doğru giderken rahatlıkla devam edebilirsiniz. Eski Orhun Alfabesi ve Arapça böyledir.
Bu yazım metotları, okuryazar kitle için “olay akışı”nın başlangıç ve sonunun gayriihtiyari nerede aranacağını belirliyor. Örneğin Latin alfabesi, soldan başlar ve sağa doğru yatay olarak yazılır. Latin alfabesiyle yazan toplumlar, “sol”u başlangıç, “sağ”ı son olarak kabul eder ve yatay düşünürler. Arapça sağdan başlar, sola doğru yatay gider. Başlangıç solda, bitiş sağdadır. Bugün çoğunlukla yatay yazım gelişse de geleneksel olarak dikey yazılan Çince, Korece ve Japonca için bu değişim henüz yeni olduğundan, başlangıç “sağ üst”te, “devam” sağ altta, “son” ise soldadır.
Geçenlerde dinlediğim, ancak doğruluğunu teyit edemediğim ilginç bir vaka var: Coca Cola, Arap dünyası için bir reklam hazırlamış. Üç kareden oluşan reklamın sol başında susuzluktan çölde bitap düşmüş birisi, ortada Coca Cola içen bir adam, sağda ise ferahlamış ve canlanmış bir adam canlandırılmış. Fakat reklam, oldukça kötü sonuçlar yaratmış: Araplar bunu “susuzdum, Coca Cola içtim ve ferahladım” diye değil, “Gayet ferah ve neşeliydim, Coca Cola içtim ve bitap düştüm” diye okumuşlar. Bu olay bir şehir efsanesiyse bile teorik olarak doğrudur ve yazım tarzının düşüncemizin “yönü”nü nasıl etkileyeceğine dair güzel bir örnektir.
Peki bu bilgi gerçek hayatta ne işimize yarayacak?
Lera Boroditsky, Sapir-Whorf Hipotezi’ni destekleyen örnekler ileri sürerken Avustralya Aborjin kabilelerinden Kuuk Thaayorrelerin diline dair ilginç bilgiler veriyor. Kuuk Thaayorrelerin dilinde ön, arka, sağ, sol sözcük ve kavramları yok. Bunun yerine kuzey, güney, doğu, batı ve ara yönleri kullanıyorlar. Ama her şeyde: Sağ el yok, o an için güneybatıda kalan el var. Biraz sağa çekil demiyorlar, biraz kuzeydoğuya çekil diyorlar. Kuzey kulağınız, biraz dönünce batı kulağınız oluyor.
Belki hiç olmamış olayları olmuş gibi hatırlıyor, belki geçmişteki bazı olayları, bizzat şahit olduğumuz halde, bambaşka olaylarmış gibi düşünüp tutumumuzu ona göre belirliyoruz.
Öyleyse Kuuk Thaayorreler sürekli mutlak referanslar düzleminde yaşarlar, bizler gibi “göreli referanslar” düzleminde değil. Bu ne demek? Bizler için sağ ve sol gibi göreli referanslar var ama Kuuk Thaayorre’ler için mutlak referanslar: Doğu, Batı, Kuzey, Güney. Bu sayede Kuuk Thaayorreler, kendilerine referansla değil, hep sabit kalan geniş ve “aşkın” bir referansla sürekli bir zihinsel rabıta içindeler, dilleri böyle olduğu için yön bulma ve navigasyon konusunda ustalar. Bunu sağlayan, dillerinin yapısı: Dilleri, düşüncelerini etkilediği için nerede olurlarsa olsunlar sürekli nerenin doğu, nerenin batı olduğunun farkındalar.
Yukarıda olay akış yönü algılaması örneği vermiştik. Kuuk Thaayorreler için sağ ve sol kavramı olmadığından hareketle ilginç bir deney yapıyorlar: Bir ilerleyiş öyküsü (her karede biraz daha yaşlanmış bir adam gösteren 10 fotoğraf, biraz daha solmuş bir çiçek gösteren 10 fotoğraf gibi) anlatan fotoğrafları kabile üyelerinin önüne koyuyorlar. Bu fotoğrafları sıralamalarını istiyorlar. Bir Arap sıralamayı sağdan sola yapardı, bir Moğol yukarıdan aşağıya, bir Türk soldan sağa. Kabile üyeleri ise doğudan batıya yapıyorlar. Dilin hatıralarımızı bile şekillendirebildiğini göstermesi açısından daha da ilginç bir deney var, müthiş bir deney (Müthiş sözcüğü, aslında tam olarak “korkunç” demek):
DİL, ANILARI DEĞİŞTİREBİLİR
Elizabeth Loftus ve John Palmer, kullanılan dilin insanın hatıralarını bile değiştirebileceğini gösteren bir deney hazırlamışlar. Bir grup öğrenciye, iki arabanın çarpıştığı görüntüler izletmişler. Öğrencilere daha sonra, “İki araba çarpıştığında hızları sizce ortalama kaç km idi?” diye sormuşlar. Ancak bazı öğrencilere “iki araba kafa kafaya girdiğinde”, “iki araba birbirine vurduğunda”, “iki araba birbirine değdiğinde” gibi farklı tabirler kullanarak sormuşlar. Beklendiği gibi, abartılı ifadelerle soru sorulan öğrenciler, arabaların hızını daha yüksek tahmin etmişler, diğerleri daha yavaş.
Bununla kalmamış. Yine 50’şer kişilik üç grup öğrenciye bir trafik kazası filmi izletmişler. Sonra öğrencilerin bir kısmına, “Arabalar kafa kafaya girdiğinde hızları sizce neydi?” diye, diğer kısmına “Arabalar birbirine çarptığında hızları sizce neydi?” diye sormuşlar; bir gruba da hiçbir şey sormamışlar. Bir hafta sonra denekleri tekrar çağırmışlar, “O izlediğiniz kazada camlar kırılmış mıydı?” sorusunu yöneltmişler. Filmde hiç cam kırılmadığı halde hiç soru sorulmayanların 6’sı “evet” demiş. “Çarptığında” diye sorulan öğrencilerden 7’si, “evet” demiş. “Arabalar kafa kafaya girdiğinde” diye sorulanlardan ise 16’sı, “evet” demiş.
Deney basitçe, şahitlik anından hatırlama anına kadar geçen sürede olaya dair işlenen bilgilerin hatırayı yok edebileceğini, değiştirebileceğini, çarpıtabileceğini ya da yoktan var edebileceğini ispatlıyor. Şimdi bu bilgiyle; siyasilerin kullandığı, medyanın hâkim kıldığı dilin, toplumun psikolojisini nasıl etkileyeceğini bir düşünün. Belki hiç olmamış olayları olmuş gibi hatırlıyor, belki geçmişteki bazı olayları, bizzat şahit olduğumuz halde, bambaşka olaylarmış gibi düşünüp tutumumuzu ona göre belirliyoruz. Goebbels’in propagandada temel prensibinin sürekli tekrar olmasına şaşırmamak gerek. Zihinde yer edecek bir sivrilikle, güçlü kelimelerle bir yalanı sürekli tekrar eder, geniş kitlelere ulaştırabilirseniz bir hafta önceki olayı bile bambaşka hatırlamalarını pekâlâ sağlayabilirsiniz.