Vicdansızlık ve ötekileştirmenin artık doğal sayıldığı bir şehrin hikayesini anlattığı distopik romanı ‘Abus’ okurla buluşan yazar Berna Güzey: “Kral çıplak demek kaybedeceği çok şey olan insanlar için hiç de öyle kolay değildir. Abus’da da dayatılan ahlak(!) anlayışı artık budur. Toplum tarafından dışlanmak da kimsenin kolay kolay kabul edebileceği bir durum olmadığı için çoğunluğun tarafında olmak ve ister istemez buna dönüşmek hiç de zor değildir.”
SEDAT PALUT
Berna Güzey’in ilk romanı ‘Abus’ Ötüken Neşriyat tarafından okura sunuldu. Yazarın okurunu distopik bir dünyaya götürdüğü ‘Abus’ romanı adını ilk kuralı vicdânsızlık olan bir şehirden alıyor. Güzey ile nefret duygusunun, ötekileştirmenin ve görmezden gelmenin doğal sayıldığı bir şehrin hikayesini anlattığı romanı hakkında KARAR okurları için konuştuk.
Berna Hanım Abus bir distopya romanı. Sizi bir distopya yazmaya iten temel sebep neydi? Bu romanın ortaya çıkış hikayesi…
İnsan çocuk yaşlarda iken geleceğinin ve herkes için geleceğin güzelliklerle dolu bir dünyada gerçekleşeceğini düşünür. Ölüm duygusu çok uzaktır. Vahşet, haksızlık, istismar, güvensizlik ve hatta kalp kırıklıklarının varlığından habersizdir. Her yaş aldığında; savaşları, ölümleri, saygısızlıkları, haksızlıkları gördükçe hayallerinin ütopyası yavaş yavaş darbe alır. Yalan söylenmemesi gerektiğini öğreten büyüklerinin yalanlarıyla karşılaştıkça, çalışmayanların çalışıp didinenlerin önüne geçtiğini gördükçe, güce ve başarıya bambaşka şekillerde sahip olunabileceğini fark ettikçe gerçeklerle yüzleşir. Ben de yüzleştiğim gerçeklerle ve ‘abus suratların’ güler yüzlülere tercih edilip onların evla görüldüğü, artık yüzüme tokat gibi çarpıldığı zamanlarda Abus şehrinin hikayesini yazmaya karar verdim.
Abus’ta ve diğer şehirlerin kendine özgü kuralları var. Bu kuralları kim belirliyor? Bu kurallar toplumun uyum içinde yaşaması için mi var, yoksa insanların farklı şehirlere karşı isyanlarını engellemek için mi?
İnsanoğlunun psikolojik, sosyolojik, ideolojik veya dini olarak saplantılı düşüncelerinin, bazen resmi tam olarak göremeyip at gözlükleriyle bakmalarının, nelere sebep olabileceği ve kendileri haricinde diğer insanlara da zarar verebileceği durumlar her zaman karşımıza çıkar. Fikirler, ahlak anlayışları, ideolojiler savunulurken karşıt görüşlerin doğruluk payları hiç düşünülmeden, haklı tarafların olabileceği kulaklar tıkanılarak reddedilirken kibir ve egonun da had safhaya çıkmasıyla despotik bir tavır ortaya çıkar. Bu romanın dünyasında da müsamaha yoktur. Ya heptir ya hiç. Her yapı kendi insanını, kendinden olanı mıknatıs gibi kendine çekmiş ve kurallar oluşmuştur. Zamanla da yeni doğanlar yaşadıkları şehirlerin öğretisiyle şekillenmiş ve düşünce sistemlerine kadar nüfuz etmiştir. Aksi şekilde davrananlara veya düşünenlere veya açık seçik fikrini ifade edenlere yer verilmez. Aynı dili konuşan, aynı milletten olanlar için bile dünyada artık kutuplaşma vardır. Belki de hepsi bin bir parçaya bölünmüştür...
Kitapta dünya nüfusunun yarısından fazlasının yok olduğunu öğreniyoruz ama neden bunun gerçekleştiğini tam olarak bilmiyoruz. Dünyamıza ne oldu?
Şu anda bile dünyamızda neler olmuyor ki… Savaş! Depremler! Salgınlar! Biyolojik bir silahla veya atom bombasıyla güç için, para için, iktidar için milyonları öldürebilir miyiz? Evet… Ve bu her an olabilecek pimi çekilmiş bir bomba gibi dünyanın ortasında değil mi? Ülkelerin birbirine girmesi, binlerin, milyonların ölmesi bazen birkaç kişinin dudağının arasında değil mi? İnsan eliyle veya doğanın kendisine yapılandan dolayı belki de intikam amaçlı verdiği tepkiyle yaşanan felaketler sonucu nüfus eriyip gitmiş. Romanda buna tam olarak bir açıklık getirmedim. Bunu özel olarak tercih etmedim. Bu kadar kötülüğün bir bütününün neticesi olarak, bütün faturayı tek bir sebebe bağlamadan belki de nihayetin bu olabileceğini söylemek istedim.
Kitabınızda distopyadaki insanlığı şöyle tarif ediyorsunuz: “Bilerek ve kasıtlı olarak dini, ahlaki, sanatsal ve estetik anlayışlara akla hayale gelmeyecek şekilde zarar verilmesi neticesinde de ortaya çıkan yeni insanlık…” Buradaki ‘kasıt’ genel bir insanlık durumu mu yoksa devlet politikaların neticesi mi?
Bu yeni şehirlerde dini inançların, bugün asgaride her normal insanın aynı fikirde olacağı ahlaki öğretilerin, sanatın insan üzerinde bırakabileceği etkinin, ona insan olma cevherini hatırlatabilecek eserlerin, anlayışların tahrif edilmeden böyle katı kurallar içinde topluluklar oluşturulabilmesi mümkün mü? Mesela karşılıksız aşkı anlatan bir şiirin kalbe dokunabilme, onu yumuşatma veya yoldan çıkarma ihtimalini yok etmek için evet, kasıtlı olarak Abus şehrinde devlet politikası bu şekilde gelişmiştir.
Abus şehrinde toplumun ve devletin geçmişine dair bilgiler öğrenemiyoruz. Kitapta bunu teyit eden ifadeler var. Oysa devletler toplumunu birbirine kenetlemek için yoksa bile tarih uydurur...
Milletler kendi içlerinde de bölünüp sadece o şehri kuran insanların kahraman olarak görülüp taparcasına sevildiği bir tarih anlayışı içindeler. Akla gelebilecek bütün olguların, anlayışların, sanatın, dini görüşlerin, ideolojilerin tahrif edildiği bir düzen içine saptırılmış bir tarih uydurmak da zor değil. Tek taraflı ve bilimsellikten uzak, yer yer uydurulmuş, toplum yapısını bozmadan yer yer yer doğruların olduğu tarih kitaplarının bir nesil bile okullarda okutulması inanmaya meyilli insan hele de çocuklar için zor değil. Bu sebeple Abus şehrinin tarihi de okuyucuyu sıkmamak için romanda çok uzun uzadıya anlatılmamışsa da yer yer nasıl şekillendiği ve nasıl şekillendirildiği mümkün mertebe hissettirilmeye çalışılmıştır.
‘İNSANLAR DAYATILANI SAVUNUR HALE GELDİ’
Romanda ‘ötekileştirme’ oldukça öne çıkan bir kavram. Abus ve diğer şehirlerin birbirine yaklaşımını sanırım bu kavramla ifade edebiliriz. Ama aynı şehir içindeki bütünlük nasıl sağlanacak? Romanınızda şu ifade önemli: “Çünkü iyilik yapmak Abus şehrinde utanmazlık, vicdan sızlaması ise bayağılıktı.”
Tarih boyunca komünizmin, faşizmin, kapitalizmin, emperyalizmin hatta derebeylik dönemlerinin, kölelik sistemlerinin veya dini görüşlerin kullanılarak olabilecek eziyetlerin insanlara nasıl uygulandığı, nasıl sürü haline getirildiği gözler önündedir. İnsan önce isyan eder, tepki gördükçe sesi kısılmaya başlar sonra suskunlaşır. Ama en sonunda hangi şartlarda olursa olsun yaşamak ister. Belki kaybedecekleriyle tehdit edilir belki canıyla ve belki de sevdiklerinin hayatıyla. Nihayet boyun eğer. En iyi ihtimalle düşüncelerini ve duygularını içine gömer şu dünyada biraz daha kalabilmek, rahat nefes almak için. Büyük çoğunlukla da yaşadığı sistemin ve dayatılanın doğruluğuna kendisi bile inanır ve hatta savunur hale gelir. Aksi davranan veya düşünen herkes de artık karşı taraftır. Farkında olmadan inanmış ve yönetenler gibi olmuştur. “Kral çıplak” demek de kaybedeceği çok şey olan insanlar için hiç de öyle kolay değildir. Abus’da da dayatılan ahlak(!) anlayışı artık budur. Toplum tarafından dışlanmak da kimsenin kolay kolay kabul edebileceği bir durum olmadığı için çoğunluğun tarafında olmak ve ister istemez buna dönüşmek hiç de zor değildir.