Barış Özkul’la, Asım Öz’ün Zeytinburnu Belediyesi için organize ettiği ‘Kemal Tahir Sempozyumu’nda (Şubat 2018) tanışmıştık. İkimiz de son günün konuşmacılarıydık ve yan yana denk düşmüştük.
ÖMER FARUK
Romancının ‘Ermeni meselesine’ dair yazdıkları üzerine verdiği ‘sansür delen’ tebliğ, bence sempozyum boyunca yapılan ‘kırk küsur konuşma’ içinde en özgünüydü. En dikkat çekeni... Barış, milliyetçilerin ve dindarların pek de kafalarını çevirmek istemediği bir yanına işaret etmişti Kemal Tahir’in. Tebrik edip elini sıkmıştım memnuniyetle. Kemal Tahir’in salt ‘devletçi/milliyetçi/batılılaşma karşıtı’ bir aydın olarak alkışlanıp durması canımı sıkıyordu çünkü. Lezzetli bir dil, güçlü bir mizah, günah bağışlamaz bir ‘vicdan’ vardı yazdıklarında. [Sonra kitaplaştırıldı iki gün süren bu sempozyum: Bir Aydın Üç Dönem. En olması gerekeni, Barış’ın metnini göremedim içinde, nedendir bilmem!]
Şimdi, Dostoyevski’den ödünç alarak, ‘Düşüncenin Uğursuz Kaderi’ ismini verdiği ilk kitabında yine aynı tavrı takınıyor. Edebiyatın ve sanatın üzerinde dolaştırıyor toplumsal ideolojilerin aynasını. Daha doğrusu ele aldığı eserleri ‘arkeolojik bir kazıya tabi tutarak’ onun altındaki ideolojiyi/zihniyet biçimlerini gün yüzüne çıkartıyor. Bir tahakküm kuruyor ‘ideoloji’ ister istemez edebiyatın/sanatın üzerinde çünkü. Onu bastırmasa da bir ‘dip dalga’ olarak atıyor metnin özünde içten içe. “Düşüncenin uğursuz kaderidir” bu, Dostoyevski’nin dediği gibi...
Fakat eserin ‘estetik değeriyle’ sanatçının dünya görüşü arasında bir makas vardır her zaman, olacaktır da. Sanatçıyla/sanatçının ideolojisiyle eseri arasındaki bu boşluğu ‘hakkaniyet gözeterek’ kapatıyor Barış Özkul. Sosyolojiyi ve tarihi dışarıda bırakmaya taraftar değil. “Yeni Eleştiri ekolünün sadece ve sadece edebiyat metnine odaklanmayı (...) teşvik eden yaklaşımına da pek yakınlık duymuyorum (...) Sanatçının sınıfsal konumu, ideolojik yönelimi, hatta normal bir insanı infiale sürükleyebilecek kişisel tercihleri ürettiği sanat eserinin estetik kıymetini belirlemez. Diğer yandan, edebiyat-sanat eserine onun estetik özerkliğini teslim ederek bir sosyoloji malzemesi gibi yaklaşmak pekâlâ mümkündür” demiş kitabı hakkında verdiği röportajda. Bu ‘ilk çalışmasında da’ tastamam buna niyetlenmiş zaten. Dostoyevski’nin ‘Günlük’ündeki aşırı Slavcılığı, Tolstoy’un ‘Kazaklar’ romanında savunduğu doğaya dönüş öğretisini, Dickens ve Gaskell romanlarında önerilen hayırseverlik tutumunu, Gökalp’in, Köprülü’nün ulusal köken arayışını, Mehmet Kaplan’ın, Necip Fazıl’ın, Peyami Safa’nın saplantılı anti-komünistliğini, Kemal Tahir’deki paranoyaklığa varan batı düşmanlığını... ve daha neler neleri tartışıyor, çok uzatmadan, okuru yormadan. Emin Alper’in ‘Kurak Günler’, Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Ahlat Ağacı’ filmlerini, ‘Halikarnas Balıkçısı’nı, Azra Erhat’ı, Melih Cevdet Anday’ı, edebiyatta ‘trajedi’ kavramının dönüşümünü, infial yorgunluğunu, romandan ‘novellaya’ geçişi...
Bu sonuncusunda ‘hacimli romanların’ yerini kısa anlatıların almış olmasını “yeni bir sanatsal üretim çağının habercisi” olarak görüyor Barış Özkul. ‘Sıkıştırılmış metinler’ yeni bir sanatsal üretim çağının habercisi mi yoksa ‘popülizmin, yüzeyselliğin ve vasatlığın egemenliği’ mi, kuşkularım var doğrusu. Kısa olan kötüdür, niteliksizdir demiyorum; soruyorum sadece: Gerçekten kısa yazabilecek kadar vaktimiz var mı? Johan Cruyff’un o çok meşhur sözünü değiştirerek söylersek, ‘yazı’ basit bir oyundur, zor olan basit oynamaktır! Basit yani kısa ama öz yazmak... Dokuz yüz sayfalık bir romandaki derinlik ve nitelik yakalanabiliyorsa seksen doksan sayfada, ne âlâ! Telaşla yazılmamışsa; sığlığa saplanmadan...
Bana göre, kitaptaki en çarpıcı yazılardan birisi de ‘Devlete Bağımlı Bir Zümre Olarak Osmanlı-Türk Aydını’ başlıklı eleştiri: “Aydınlarımızın iktidar karşısındaki tutumu, devlet otoritesinden bir türlü bağımsızlaşamamış olmamaları [olmaları, olacaktı, vurgu Ömer Faruk] Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devrolmuş köklü sorunlarımızdan biridir.” Türk aydınını yalnızca Türk aydınını mı, Türk burjuvazisini de ‘kapıkulu olmakla’ itham eden İdris Küçükömer’in adına rastlamayı isterdim bu haklı yazıda. Onu ‘çokça önemseyen’ bir okur olarak... Çetin Altan da Türk okurunun Türk yazarına ‘ödemediğinden’ mustaripti sık sık. Nasıl ‘bağımsızlaşsın’ aydın? Yaşamak için ya milletvekili olacak ya bakanlıkta müsteşar ya zoraki diplomat! ‘Hazineden’ geçinen, bir türlü ‘sivilleşememiş’ aydından ‘gayri resmî fikirler’ beklenebilir mi? Ne kadar, nereye kadar? Devletin emniyetli ‘gri alanından’ çıkıvermek çarpmaz mı sonra adamı?
Barış Özkul (d.1984) İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu; İletişim Yayınları için çeviriler yapıyor, düzenli olarak Birikim’de yazıyor. Telif eserlerinin çoğalması, okurunun bol olması dileğiyle...