‘Çıktığım Zıvana’ öykü kitabında toplumdaki sosyolojik değişime de ayna tutan yazar Zeynep Delav: “Öğle kuşağındaki programlar toplumun maruz kaldığı bir travmanın bir çeşit aynası. Bu programların bazı yönleri tartışmalı olabilir. Ama esas sorun neden bu kadar popüler olduğu. Galiba, dışarıya bakma eğilimimiz, içimizdeki bir şeylerin eksikliğinden kaynaklanıyor. Medya toplumun aynasıysa bu aynanın gösterdiği görüntüye odaklanmak yerine, onu oluşturan kırıkların nedenlerini konuşmalıyız.”
SEDAT PALUT
Günümüz öyküsünün genç kalemlerinden Zeynep Delav’ın ikinci öykü kitabı ‘Çıktığım Zıvana’ Ekim 2024’te Everest Yayınları tarafından okura sunuldu. 2018’de ilk kitabı ‘Kemik Tozu’nda baskı altına alınmış, görmezden gelinen insanları eksenine alan yazar yeni kitabındaki beş öyküsünde dünyada olmanın ağırlığını, bu ağırlıkla yaşamanın zorluğunu, insanın kendi olmaktan uzaklaşmasını, bu durmla baş etmenin hem bireysel hem toplumsal zorluklarını, türlü kadınlık hâlleriyle delirmenin hikâyelerini anlatıyor. Öykülerinde toplumdaki sosyolojik değişime de ayna tutan Delav ile yeni kitabını KARAR okurları için konuştuk.
Zeynep Hanım kitaba ismini veren ‘Çıktığım Zıvana’ öykünüzde sanki televizyonlardaki öğle kuşağının serencamını okur gibi hissettim. Geçenlerde de RTÜK Başkanı bu kuşakları olumsuzlayan ifadeler kullandı. Herkesin gözü ‘dışarıda’. Neden böyle bir sosyolojinin içindeyiz sizce?
Bu soruya katmanlı bir şekilde yaklaşmak gerekiyor. ‘Çıktığım Zıvana’ öyküsünün özellikle toplumsal tabakalaşma, bireyin kendini ifade etme ihtiyacı ve bu arayışa odaklandığını söyleyebilirim. Öğle kuşağındaki programlar, aslında toplumun maruz kaldığı bir travmanın bir çeşit aynası gibi. Tahminim odur ki, insanlar, bu programlarda kendi yaşamlarındaki acıları, beklentileri ya da eksiklikleri buluyor. RTÜK Başkanı’nın eleştirilerine gelirsek, evet, bu programların bazı yönleri tartışmalı olabilir. Ama esas çekirdek sorun, bu tür içeriklerin neden bu kadar popüler olduğu. Galiba, dışarıya bakma eğilimimiz, içimizdeki bir şeylerin eksikliğinden kaynaklanıyor. İnsanlar, gerçek hayattaki çıkmazlarını televizyon ekranında bir drama dönüştürerek anlamlandırmaya çalışıyor. Bu bir çeşit kolektif kaçış. Bunun çözümü, yalnızca bu tür içerikleri eleştirmek değil; bireylerin gerçek ihtiyaçlarını anlayarak, onları daha anlamlı bir şekilde destekleyen mekanizmalar oluşturmak olabilir. Medya toplumun aynasıysa, belki de bu aynanın gösterdiği görüntüye odaklanmak yerine, onu oluşturan kırıkların nedenlerini konuşmalıyız.
Kitabınızda şöyle bir cümle var: “Ama neşe dediğin şey, birine söyleyince adının yerini buluyordu.” Sanki artık neşe, insanlardaki yerini bulamıyor gibi. Siz de neşesini kaybeden bir ülkede yaşadığımızı düşünüyor musunuz?
Elbette düşünüyorum. Neşe yerini bulsa, yerleşse o bünye o kadar öfke toplayamaz. Neşe buna izin vermez diye düşünüyorum. Aynı zamanda, neşe, biraz da bakış açısı bana göre. Nasıl baktığımız, baktığımızda neyi nasıl gördüğümüz önemli, kimlerle paylaşarak çoğalttığımız… Yoksa ben neşeli insanların hepsi istedikleri gibi bir hayatı tamı tamına yaşadıklarını zannetmiyorum. Öyle bakmak, gördüklerini en eğlenceli yerden okumak. Başarılı oldukları yerler buralar.
‘EMPATİ, ÇEMBERİ KIRMANIN İLK ADIMI’
“Anlamak zor, başına gelince, hadi buyur, denince iyice afallıyor insan. Cinayet haberlerini izleyenlerin ibret aldığı mı var? Hayır. “İyi ki böyle bir hayatım yok” diye şükredenler ordusu o. Tıpkı kavgayı görünce evlerinin kapı, pencerelerini iyice basıp “iyi ki bu kavgada değilim” diyenler gibi verip veriştirenler.” Öykünüzdeki gibi başımıza bir şey gelmiyor, diye seviniyoruz. Ama çember sizce iyice daralmadı mı?
Toplum olarak, ben şimdi burada iyiyim benden sonrasına da ne oluyorsa olsun, durumu söz konusu. Bu aslında tehlikeli bir durum. Evet, elbette çember daralıyor. Ama insanlar, bu daralmanın farkına varmamayı bir tür hayatta kalma stratejisi olarak benimsemiş durumda. İyimserliğe ya da şükretmeye tutunmak, aslında bir çeşit korunma biçimi. İnsan, korkusunun üstüne gitmek yerine onu görmezden gelmeyi seçiyor. Öykülerimde tam da bu yanılsamayı sorguluyorum; başımıza gelmediği sürece ‘güvendeyiz’ yanılgısını… Oysa toplumsal kavgalar, cinayetler, adaletsizlikler sadece kurbanları değil, hepimizi etkileyen bir çemberin içinde gelişiyor. Bize çemberin dışında olduğumuzu düşündüren şey, sadece bir anlık rahatlık. Yazdıklarımla, okuyucuyu o çemberin merkezine çekmeye ve ‘Ya sen de orada olsaydın?’ sorusunu sormaya zorluyor. Çünkü empati, çemberi kırmanın ilk adımıdır.
Kahramanlarınızdan Elif İstanbul için “adam yutan şehir” ifadesini kullanmış. Sizce bir şehir insanın acılarını örtmeye yeter mi?
Felsefî gelenekte mekânın varoluşsal bir anlamı var, yani var olmak mekân kıstasına bağlanır. Mekân ve varoluş arasındaki ilişkiye ilk dikkat çeken isim ise Empedokles’tir. Ona göre varoluşun ortaya çıkması için bağımsız bir mekâna ihtiyaç vardır; çünkü varoluş, değişim, dönüşüm, hareket ancak bir mekâna bağlı olarak gerçekleşir. Buradan devam edecek olursak,
Elif için mekân en çok şehir yani İstanbul. Ancak varlık sahnesinde Elif hiç olmak istediği yerde değil, biçimde değil. Çok da var olamıyor…
Bu anlamda sadece acıları daha az gösterebileceği bir yer olarak görüyor. Daha az insanın duyacağı, göreceği, merak edeceği bir yer oluyor İstanbul onun için. Sosyolojik anlamda daha nefes aldıran bir tarafı var büyük şehrin ama psikolojik olarak halı altına süpürmekten başka bir işe yarayacağını düşünmüyorum.
‘İNSANLA ARTIK YALNIZCA İDARE ETMEYE ODAKLANMIYOR’
Tüm öykülerinizin iki ortak noktası var: Daha çok para kazanma isteği ve ikinci evlilik yapma. Günümüzde bunları çok duyuyor ve okuyoruz. Sizce bu durum içinde yaşadığımız ekonomik sıkıntıdan mı kaynaklanıyor yoksa yıllardır biriken sosyal bir durumun sonucu mu?
Aslında vurguladığınız bu iki tema, sadece bireysel arzuların değil, toplumsal koşulların da bir yansıması. Daha çok para kazanma isteği, insanların içinde yaşadığı ekonomik sistemin bir dayatması. Daha çok kazan, daha çok harca… Geçim derdi, sosyal statü kaygısı ya da daha iyi bir hayat hayali, bu isteği sürekli körüklüyor. İkinci evlilik konusu ise, hem toplumsal normlarla hem de bireysel özgürlük arayışlarıyla ilişkili. İnsanlar artık geçmişte olduğu gibi yalnızca ‘idare etmeye’ odaklanmıyor; kendi mutluluklarını yeniden aramaya, onarmaya cesaret ediyorlar. Ancak bu durum, yalnızca bugünün meselesi değil. Hem ekonomik sıkıntıların hem de birikmiş sosyal problemlerin, bireylerin kararlarında önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Ben bu temaları işlerken, onları yalnızca birer bireysel tercih olarak değil, aslında içinde bulunduğumuz toplumsal gerçekliklerin bir aynası olarak ele almaya gayret ediyorum.