Hilmi Yavuz, ‘Behçet Hoca’ kitabında, Necatigil’in hayatı ‘kasten daralttığından’ söz eder. Necatigil’e yakıştırdığı bu deyimi, yine aynı kitaptan öğreniyoruz ki Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Hâşim için yazmış.
ÖMER FARUK
Hilmi Yavuz’a göre, “Necatigil, hayatını, belki de daha öğrencilik yıllarından beri, eviyle okulu arasına sıkıştırmış, sadece, çok sınırlı sayıda arkadaşları ya da dostları ile birlikte olmuş; hayatını eviyle, belki de daha doğru bir deyişle, odasıyla sınırlandırmıştır… Kitaplar arasında, hayatı daraltarak, ama derinleştirerek…”
Jerome Brillaud’un ‘Basit Yaşama Felsefesi’ isimli kitabını okurken (Kolektif Kitap) ‘hayatı sadeleştirmek için’ yapmam gereken yüz şeyi değil, ‘hayatını kasten daraltanları’ hatırladım tek tek. İlk bakışta meraklılara ‘minimalizm’ tavsiye eden bilindik kişisel gelişim kitaplarını andıran bu çalışma, popüler metinler okumaya alışkın okuru şaşırtacaktır. Doktorasını Harvard Üniversitesi’nde ‘Fransız Çalışmaları’ alanında yapan yazar, basitliği bir yaşam biçimi olarak benimsemiş tarihi figürlerin motivasyonlarını paylaşıyor okurla: Henry David Thoreau’dan Steve Jobs’a, Diogenes’den Jean-Jacques Rousseau’ya, sadeliği dini bir emir olarak kabul etmiş küçük dindar cemaatlere... Okurken ben de eklemeler yapıyorum ‘basit yaşama felsefesini benimsemişler’ listesine.
Aklıma evvela Yahya Kemal geliyor mesela. Hayatı boyunca hiç kitap bastırmamış müşkülpesent şair, o meşhur Park Otel’in 165 numaralı odasında tastamam 19 sene yaşamış; üç bavul eşya ile. Konur Ertop’a göre “…malı çok kıymetliydi. Bir çöpünü atarken bile düşünürdü. Kırık çakmakları, bozuk saatleri bavulda; kırık kalemleri, düğmeleri ilaç kutularında saklardı.” Buna rağmen, 1 Kasım 1958 tarihli hastane raporunda zapta geçirilen ve boşaltılan 165 numaralı odadan çıkan eşya enikonu üç bavula sığabilirdi: “…iki not defteri, üç takım pijama, bir çanta, bir baston, iki gömlek, bir çift ayakkabı, bir dolmakalem, üç paket Birinci sigarası vs. vs.” 73 senelik ömrü birkaç bavula sığdırmak. Evsiz ve eşyasız olmak. Bir zorunluluk değil tercihti kuşkusuz.
Fakat Yahya Kemal Park Otel’e taşınırken, tam da aynı yıllarda ülkesini terk etmek zorunda kalan Stefan Zweig içinse bir tercihten daha çok zorunluluktu bu. Naziler iktidara gelmiş, gündelik yaşamı bir darbeyle alt üst olmuştu. Evini, görkemli kütüphanesini, çok sevdiği o eşsiz koleksiyonunu arkada bırakmak, otel odalarında, küçük kira dairelerinde daha ufak ve mütevazı bir hayatla yetinmek zorunda kalmıştı.
Yahya Kemal gibi uzun süre otellerde yaşayıp kafelerde sütlü kahve içerek çalışan/yazan Sartre kendisinin, ülkesinin ve Avrupa’nın başına gelenleri Zweig kadar dert etmemişti anlaşılan. Avrupa yerle bir olurken o kendisine şöhret getirecek felsefesini inşa etmekle meşguldü. Genç yaşta gelen şöhrete ve paraya rağmen bir şeylere sahip olmaktan nefret ediyordu; okuduklarını, parasını, piposu ve kalemi dışında, eline geçen her şeyi mütemadiyen başkalarıyla paylaşıyordu. Nobel Ödülü’nü ret etmesinin nedenlerinden birisi de payelerle birlikte ‘nesneleri de yük olarak gören’ saplantılı bakış açısıydı belki.
Paulo Coelho Sartre kadar cömert değildi ama birkaç sene evvel verdiği bir röportajda “En öz, en temel olana geri dönmek için kütüphanemde sadece dört yüz kitap tutmaya karar verdim” demişti. Ömrünün büyük bir kısmını Hacırahmanlı’daki basit köy evinde geçirmeyi tercih eden Yusuf Atılgan da tıpkı Coelho gibi ‘kitap biriktirmeyi’ sevmez, arkadaşlarından ya da kamu kütüphanelerinden edindiği kitapları okuyup iade edermiş.
Daha yaşarken kendisini Üretmen Han’ın küçücük yazıhanesine gömen Sezai Karakoç’un yaşamı da kendi kitaplarının kapakları kadar sade ve mütevaziydi: kadınsız, seçmensiz, cemaatsiz. Okurları vardı tek; okurları ve ziyaretçileri. Yalnızca sırtında paralanacak olan şile bezi mintanıyla ülkesini terk etmek zorunda bırakılan bir başka şairin, Nazım Hikmet’in ya da elindeki tahta bavulla Anadolu cezaevlerini dolaşıp duran Kemal Tahir’in bir türlü yerleşip kök salamadıkları için midir, edindikleri ‘komünist ahlaktan’ dolayı mıdır, öyle çok çok mal mülk sevdalısı olmadıkları… Orhan Kemal’in babasından, Tolstoy’un atalarından kalan ‘topraklardan’ kolayca vazgeçip köylüye dağıttıkları da herkesçe bilinmektedir.
Onlar, Brillaud’un bu küçük kitabında özetlediği ‘basit yaşama’ anlayışını hayatlarının felsefesi yapmış, ‘varlıklı olmayı’ değil, yazdıklarıyla, bıraktıkları eserlerle ‘var olmayı’ seçmişlerdi. Ne mutlu!-