İhsan Oktay Anar “Severek yaptığım, zevk aldığım şeylerden biri de roman yazmaktı. Onu da tükettim” demişti nadir verdiği röportajların birisinde, yıllar önce: “Yedi kitap yazdım, artık yeter. Sekizincisini yazarsam, bu bir tür enflasyon demektir. Bu yüzden başka bir türe geçebilirim. Bir işi tadında bırakmak gerekir.
ÖMER FARUK
Elbette bu benim şahsi kanaatim.” Bu cümlelerden sekiz sene sonra, 2022’de ‘Tiamat’ yayınlandı. İlk romanı ‘Puslu Kıtalar Atlası’ 1995’de yayınlandığına göre, yirmi yedi yılda sekiz roman… Onu tutkuyla okuyanlar için ‘bir tür enflasyon’ sayılmayacaktır elbette bu. Yazsın isteyecektir onlar, hep yazsın.
Meselâ, ben de hayıflanıyorum Oğuz Atay’dan daha fazla bir şeyler kalmadığı için bize. Ne vakit ‘Eylembilim’i elime alsam, ah diyorum, hiç olmazsa şunu bari bitirebilseydi. Ya da Kemal Tahir... 1970’lerin sonuna kadar yaşasaydı, daha ne perspektifler açacaktı önümüzde, kim bilir? Ama meselâ muarızları tarafından çokça da eleştirilmiştir yirmi dört saatini romana adadığını söyleyen Kemal Tahir: hep o şenlikli Çorum diliyle bir noktadan sonra kendisini tekrar ettiği söylenegelmiştir.
Hep aynı dünyayı hep aynı üslupla yazan yazarlara yönelik eleştiriler haksız sayılabilir mi? Peki yazarın sözü bitmişse, artık kendisini tekrar edip duruyorsa; kim bir sınır çekebilir yazarın hayal dünyasına, kendisinden başka? İhsan Oktay’ın bu demecini okuduğumda Yusuf Atılgan gelmişti hemen aklıma. Kâğıda deftere eğilmiş bir yazardan çok elinde bir kitap -Nabakov meselâ- berjere gömülmüş. Çünkü, onun yazarlığından daha önemlisi günlük yaşamı ve okurluğuydu. Çok az üretti, daha çok okudu. İkisi bitmiş, birisi yarım kalmış toplam üç roman, on iki hikâye ve çocuklar için iki kısa masal; işte ‘aylak bir yazar’ olan Yusuf Atılgan’ın otuz beş senelik yazarlık bilançosu. Yusuf Atılgan sözünün tükendiğinin farkına varabilmiş, ‘tadında bırakmasını bilen’ ender yazarlardandı kuşkusuz.
Tam burada -bu kez- Gonçarov geliyor aklıma. ‘Oblomov’ ile ‘Aylak Adam’ arasında bir benzerlik gördüğüm için mi bilmiyorum, Gonçarov ile Yusuf Atılgan’ın yazarlık tutumları ve hayat hikâyeleri arasında da bir koşutluk yakalıyorum, hiç zorlanmadan. Gonçarov da tıpkı Yusuf Atılgan gibidir; onun da günlük yaşamı yazarlığından önce gelmektedir: “İvan Gonçarov bir keresinde, hayalim ölçülü bir hayata sahip olmak, demişti: bir parça ekmeğim, hürriyetim ve yakın bir dost çevrem olsun yeter.” (Aktaran Helen Rapp) Her iki yazar da yazıyı değil köşelerine çekilip sakin ve sade bir hayat yaşamayı tercih etmişler, buna rağmen yazdıkları ikişer romanla kendi edebiyatlarında sağlam ve kalıcı birer konum edinmişlerdir.
Fakat Yusuf Atılgan Gonçarov’a göre daha talihli kuşkusuz. Üzerinde Puşkin, Gogol, Dostoyevski, Tolstoy gibi boğuşması gereken güçlü gölgeler yok. Birçok eleştirmen Yusuf Atılgan’ı modern Türk romanını belirleyen birkaç isimden birisi olarak anıyor. İstanbul Üniversitesi’nde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi olan Yusuf Atılgan, Türk romanının yatağını değiştiren Oğuz Atay’a ilham veriyor. Bu ayrıcalıklı konumu nedeniyle yazdıkları kadar, belki ondan daha fazla sayfa, kendisi ve kitapları hakkında yazıldı. Bu da az şey değildir hani edebiyatımızın göğünde iki parlak romanla belirip sönen bir yazar için. Evet, az ama öz yazmış, belki sezgisel belki bilinçli, kendini tekrar etmekten kaçınmış, daha çok üzerine düşünmeye davet etmiştir okurunu. Yusuf Atılgan’ın metinleriyle yoğun bir ilişki kurar okur. Bir çırpıda geçemez. Bir akşamda okuyup sindiremez. Anlatıyı kendisine açan başka okumalara ihtiyaç duyar. Başka uyarılara…
Şimdi Can Yayınları (Cem Akaş) uzun süredir ihmal edilmiş bir açığı kapatarak, 1959’dan günümüze kadar Yusuf Atılgan üzerine yazılanları tek bir kitapta toplamış. Kimler yok ki? Fethi Naci, Can Yücel, Selim İleri, Füsun Akatlı, Ahmet Oktay, Nurdan Gürbilek, Orhan Koçak, Semih Gümüş, Behçet Çelik, Faruk Duman, Murat Gülsoy… Meraklısı, Yusuf Atılgan edebiyatı üzerine altmış beş yıldır üretilen eleştirileri derli toplu tek bir kaynakta takip edebilir artık. Bu derleme Yusuf Atılgan’ı anlamamızı kolaylaştırırken, onun kasten daralttığı edebi dünyasında derinleşme imkânı da sunuyor bizlere. Ve bir gerçeğin bir kez daha altını çiziyor: ‘Niteliğin’ nicelikten ne denli önemli olduğunun…