1950’li yılların sonlarında İstanbul, Ankara başta olmak üzere Türkiye’nin birçok şehrinde, “Ya taksim, ya ölüm” sloganının tekrarlandığı mitingler düzenleniyordu. Menderes iktidarının son yıllarından günümüze kadar yaklaşık atmış yıldır nihai çözüme kavuşturulamamış bir Kıbrıs davamız var ve bu dava atmış yıldır bütün siyasal iktidarların ve hükümetlerin bir numaralı dış politika sorunu olma özelliğini hiç kaybetmemiştir. Üstelik bu dava bazı dönemlerde Türkiye’nin dış politikasını kilitlemiş; dış ilişkilerine, ithalatına, ihracatına ambargo konmasına sebep olmuştur.
İSMAİL ÖZCAN
24 Aralık 1963’te ENOSİS (Adayı Yunanistan’a bağlamak) amacıyla kurulmuş bir terör örgütü olan EOKA’ya mensup çeteler, Kıbrıs Türk Alayında görevli binbaşı Dr. Nihat İlhan’ın görevde bulunduğu bir sırada evine baskın yaparak eşini ve üç çocuğunu gizlendikleri banyo küvetinde barbarca öldürmüşler, bu olay “Kanlı Noel” olarak tarihe geçmişti. Bundan sonra Türklerin yaşadığı her yerde baskınlar artarak sürmüş, yüzlerce insan hayatını kaybetmişti. 1964’te Türk Hava Kuvvetleri bu çetelere karşı art arda birkaç operasyon yaptı. Bu kadarıyla da yetinildi. Gençler, dönemin başbakanı İnönü’yle karşılaştıklarında, “Paşam çizmelerini giy!” (Adaya çıkarma yap, savaş aç) diye slogan atıyorlardı. İnönü de onlara “Çizmem yok ama aklım var” diye karşılık veriyordu. İşin doğrusu ise ordumuzun savunmaya odaklı olması, denizaşırı bir ülkede savaşmak için ne bir hazırlığa ne de bir donanıma sahip bulunmasıydı. O dönem için tek bir çıkarma gemimizin bile olmadığı söylenmiştir. Bu da İnönü tarafından mahrem meclislerde ifade edilmiştir. Ama o tarihten itibaren hızlı bir tempoyla bu anlamda hazırlığa başlanmış, birkaç sene içinde Türkiye’nin ihtiyacı kadar çıkarma gemisi imal edilmiştir. 1965-71 arasında başbakan olan Demirel ordunun yabancı bir ülkeye çıkarma yapabilecek kabiliyete ulaşması için eldeki bütün imkânları seferber etmiştir.
1967’de bu dava yüzünden Yunanistan’la savaşın eşiğinden döndük. Nihayet 1974 yılı yazında Ecevit/Erbakan koalisyon hükümeti döneminde gerçekleştirilen 1. ve 2. Barış Harekâtlarıyla ada fiilen ikiye bölünerek Türklerin güvenliği sağlandı ama o günden bugüne Kıbrıs’ta kalıcı bir çözüm sağlanamadı. 1959’da Menderes’in başbakanlığında Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve Kıbrıslı Türk ve Rumların Zürih ve Londra’da vardığı anlaşmayla 1960’ta iki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuştu. Adı geçen anlaşmalar gereği bu cumhuriyeti yaşatacak garantörlerden biri de Türkiye idi. Türk Barış Harekâtı, Rumların ezeli hayali olan ENOSİS’i gerçekleştirmek amacıyla EOKA’nın başı Yunan General Grivas’ın 1974’te Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı yaptığı darbe üzerine gerçekleşti. Barış Harekâtında Türkiye’ye uluslararası meşruiyeti Zürih ve Londra antlaşmaları sağlıyordu.
Barış Harekâtıyla ikiye bölünen adada yaklaşık 10 yıl süren görüşmelere rağmen iki topluma dayanan iki bölgeli yeni bir devlet kurulamayınca adanın kuzeyindeki federe Türk devleti 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adıyla bağımsızlığını ilan etti. Bu yeni devleti Türkiye’den başka hiçbir devlet tanımadı. Birleşmiş Milletler de onu yok saydı. 1983’ten bu yana Kıbrıslı Türklerle Rumlar gerek kendi aralarında gerekse Türkiye Yunanistan ve Birleşmiş Milletler gözetiminde gerçekleştirilen sayısız görüşmelerde eşit iki toplumlu, iki bölgeli birleşik bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurma çabası gösteriyorlar. 30 yıldan bu yana bunu başaramadılar. Sonuca ulaşamadıkça iki taraf da birbirini suçladı. Bu sırada Rum tarafı da Türk tarafı da birçok lider eskitti. Türk tarafının en büyük ve unutulmaz lideri hiç şüphesiz Rauf Denktaş’tı.
DENKTAŞ’A HAKSIZLIK
Rum tarafı hemen bütün Kıbrıs davası boyunca fakat özellikle “Barış Harekâtı”ndan sonraki dönemde uzlaşamaya yanaşmayan, çözüme direnen tarafın Türkiye ve bu politikanın baş aktörünün de Rauf Denktaş olduğunu ABD ve Avrupa başta olmak üzere konuyla ilgilenen bütün uluslararası topluma kabul ettirmişti. Rumların bu propagandasından Türkiye’deki bazı çevreler bile etkilenmişti. Özellikle liberal demokrat aydınlar Denktaş’ı çözümün önündeki engel olarak görüyorlardı. Mesela Perihan Mağden, Denktaş için “büyük Kıbrıs tıkacı” nitelemesinde bulunuyordu. Bazı yazar ve aydınlar da Denktaş’tan “Mister No” diye bahsediyorlardı. İktidarının ilk yıllarındaki AK Parti de ayni kanaatteydi. 2004’de Annan Planı için yapılan referandumda Rauf Denktaş “hayır” çıkmasını, Anavatan Türkiye ise anılan nedenlerle “evet” çıkmasını ve bu sayede uluslararası müzakere masalarında elinin güçlenmesini istiyordu. AB yoluna girmiş Türkiye, referandumda Türk toplumunun “evet” demesiyle önemli bir jest yapabileceğini, Türkiye aleyhine oluşmuş olumsuz kanaatleri değiştirebileceğini düşünüyordu. Türkiye’nin de teşvik ve destekleriyle Kuzey Kıbrıs’ta Annan planı için yapılan referandumda “evet” çıktı. 2005’te yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini yine anavatanın destekleriyle Mehmet Ali Talat kazandı. Sanılıyordu ki Mehmet Ali Talat daha gerçekçi politikalar güdecek ve çözüm gerçekleşecek.
Beklenen olmadı. Talat biraz daha makul biraz daha uzlaşmacı bir yaklaşımla Türk tarafının tezlerini gerek ikili gerekse çoklu uluslararası müzakere masalarında çok iyi savundu ama kronik Kıbrıs sorununun çözümünde hiçbir bir ilerleme sağlanamadı. Annan planına “evet” denmesiyle AB nezdinde Türkiye’nin eli biraz güçlendi; uzlaşmayan, çözüm istemeyen tarafın Türkler olmadığı gerçeği AB’li yetkililere daha rahat anlatılabildi, o kadar! Bunun dışında her şey yerinde saymaya devam etti. Barış yolunda bir arpa boyu yol kat edilemedi. Sonuç olarak Kıbrıs’ta çözümün, barış ve uzlaşmanın engelinin Denktaş olmadığı, gerçek engelin Rumların masadaki bitmez tükenmez entrikası olduğu geçen zamanda daha iyi anlaşıldı. Ama Denktaş’a karşı bu gerçek itiraf edilemedi. Bu, Türkiye’nin bir eksiğidir. Mehmet Ali Talat’tan sonra Derviş Eroğlu döneminde de dişe dokunur hiçbir ilerleme kayıt edilemedi. Yakınlarda cumhurbaşkanı seçilen sol eğilimli, Anavatan Türkiye’ye karşı daha inisiyatif sahibi olarak gösterilen Mustafa Akıncı da Rumlarla müzakereye başladığından bu yana Rumların masada kabul edilemez zorluklar çıkarmasından şikayet ediyor. Çünkü Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs Türk toplumunun lideri kim olursa olsun, hepsinin varılacak bir anlaşmada Türkiye’nin garantörlüğünde ısrar etmesine bir türlü razı olmuyorlar.
Rauf Denktaş’ın Kıbrıs’ta çözüm için her zaman iki vazgeçilmezi olmuştur:
1-Eşit iki toplumlu ve iki coğrafi bölgeli bir devlet yapısı,
2-Türkiye’nin garantörlüğü.
Türkiye’nin garantörlüğü, Kıbrıs Türklerinin bütün liderlerinin de vazgeçilemezidir. Aksine bir politikanın Kıbrıs Türkleri için intihar olacağının hepsi bilincindedir. Ama Rum tarafı her zaman her yerde Türkiye’nin garantörlüğündeki ısrara ifrit olmuş ve itiraz etmiştir. Çünkü kafalarında Helenizm ideolojisinin bir parçası olarak “ENOSİS” (Kıbrıs’ın bütününü Yunanistan’a bağlama) bulunmaktadır. İşte Denktaş’ın uzlaşmaz imajı da Türkiye’nin garantörlüğündeki ısrarından doğmuştur. Rauf Denktaş için Kıbrıs, sadece Kıbrıs Türk halkının vazgeçilemez tarihi vatanı olarak değil, anavatan Türkiye’nin stratejik çıkarlarının ve güvenliğinin sıkı sıkıya bağlı bulunduğu coğrafya olarak da önemli olmuştur. O, bütün ömrünü kapsayan mücadelesini sadece Kıbrıs Türk toplumunun özgürlük, bağımsızlık ve güvenliği için değil, Anavatan Türkiye’nin güvenliğinin de bu amacın gerçekleşmesine sıkı sıkıya bağlı olduğunun bilinciyle vermiştir. Kıbrıs’ın Türkler için ne kadar önemli ada olduğuna Shakespeare’in ünlü Othello oyununda da değiniliyor. Türkiye ile Yunanistan arasında çıkan bir kriz sırasında BM’nin Kıbrıs temsilcisi, “Aman” demiş, “Şu sırada Türklerin bu kitaptaki bilgiden haberi olmasın, yoksa onları hiçbir uzlaşmaya ikna edemeyiz!”
Yunanlılarla savaş alanlarında, er meydanlarında belki baş edilebilir ama masada onlarla baş etmek hiç kolay değildir. Çünkü hiç kimse masada onlar kadar entrika bilemez! Barış Harekâtı sonrasında Kıbrıs’ta yıllarca yaşamış olan Refik Erduran, Kıbrıs’ın Türkiye için ne çetrefil bir sorun olduğunu, karşımızda nasıl bir muhatap bulunduğunu anlatmak için otuz yıl kadar önce Milliyet’teki köşesinde kıssadan hisse mahiyetinde şu fıkrayı anlatmıştı:
“Tanrı milletlere armağan olarak özel yetenekler veriyormuş. Yunanlılar bu armağan dağıtımından geç haberdar oldukları için toplantıya en son gelmişler. Tanrı, Yunanlılara sormuş:
-Siz ne istersiniz özel bir yetenek olarak?
-Biz güçlülük yeteneğini isteriz, demişler.
Tanrı şöyle açıklamış:
-Yazık, güçlülük yeteneği Türklere, çalışkanlık Almanlara, çıkarlarını çok iyi hesaplamak Yahudilere, söz verip caymak İngilizlere… verildi.
Yunanlılar tepinmişler:
-Olmaz, bu işte bir entrika var, biz aldatıldık!
-Madem böyle diyorsunuz size özel bir yetenek olarak “entrika”yı armağan ediyorum.
İşte bu yüzden dünyada entrikada hiç kimse Yunanlılarla aşık atamaz.”
PROBLEM ‘GARANTÖRLÜK’
Yunan Başbakanı Aleksis Çipras 15-16 Kasım 2015’te Antalya’da gerçekleşen G20 zirvesinin hemen ertesinde, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun davetlisi olarak iki günlüğüne Türkiye ziyaretinde bulundu. Ziyaretinin esas sebebi sığınmacı sorunu idi ama Türk ve Yunan liderleri bir araya geldiğinde Kıbrıs sorununun gündeme gelmemesi söz konusu olamazdı. Nitekim ucundan kenarından o soruna da değinildi ve Çipras basın önünde şu kısa açıklamayı yaptı: “Ben 41 yaşındayım, doğduğumda Kıbrıs sorunu vardı, şimdi de aynı sorun hiçbir iyileşme olmadan önümüzde duruyor. Bırakalım, Kıbrıslı Rumlar ve Türkler bu sorunu başkalarının müdahale ve garantörlüğüne yaslanmadan kendi inisiyatifleriyle çözsünler!”
Bu iyi niyetli temennideki kilit kelime “garantörlük”tü. Eğer bu garantörlük sorunu olmasaydı Kıbrıs sorunu şimdiye kadar belki de çözülmüş olurdu.