FSMVÜ Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hasip Saygılı, bedelli tartışmalarının görev başındaki Mehmetçiğin moral ve motivasyonuna zarar vereceğini dile getiriyor.
Sultan Mahmud’un 1826’da yeniçeri ocağını imhasından imparatorluğun sonuna kadar sürdürülebilir, adil ve etkin bir asker alma sistemi kurulamadığını biliyoruz. Cumhuriyet döneminin 1980 yılına kadar, etkinlik göz ardı edilmek kaydıyla nispeten sürdürülebilir ve kamu vicdanını yaralamayan zorunlu askerlik uygulaması yürütüldüğü söylenebilir. Zikrettiğimiz yıl başlatılan dövizle kısa dönem askerliğin, zorunlu askerliğe yama olarak günümüzde halen tartışması artarak devam eden bedelli ve kısmen sözleşmeli er ve erbaş uygulamasına evrildiği bilinmektedir. Bahsettiğimiz yamalarda uzun hatta orta vadeli güvenlik ihtiyacı, nüfus artışı, mükelleflerin mesleki formasyon yönelimleri ile eğitim seviyelerinin dikkate alınmadığı anlaşılmaktadır. Daha ziyade seçmen talepleri, bütçeye ek kaynak sağlama gibi kısa vadeli konjonktürel düşünceler karar vericileri etkilemiş görünmektedir.
Henüz erbaş ve er seviyesinde kadrolarının pek az bir kısmının doldurulabildiği bir dönemdeyiz. Seçimlerden sonra bedelli uygulaması masaya yatırılırken bu sakıncanın dikkate alınacağını tahmin ediyoruz.
Bu çerçevede 1987 yılından 2014 yılına kadar beş ayrı dönemde uygulanan bedelli askerlikten 400 bin civarında mükellef yararlanmıştır. Bedelli uygulamasının 1987-1989, 1992-1993 ve 2011 yıllarında biriken yoklama kaçağı, bakaya ve saklı (nüfus kaydı bulunmayan) yükümlü rakamlarını eritme gerekçesi ifade edilmiştir. 1111 sayılı Askerlik Kanununa göre yoklama kaçağı, askerlik çağına girdiği halde mazeretsiz olarak “sağlık muayenelerinin yapılarak askerliğe elverişli olup olmadıkları, öğrenim durumları, meslekleri ve niteliklerinin belirlenmesi” sürecine katılmayan askerlik yükümlüsüdür. Bunlara asker kaçağı da denilir. Aynı kanuna göre bakaya ise “asker edildikleri halde istenildikleri sırada gelmeyenlere veya gelip de askerlik yapacakları kıtalara gitmeksizin toplandıkları yerlerden veya yollardan savuşanlar”dır.
Bedelli askerliğin 1999 yılındaki gerekçesi bütçeye katkı ve deprem mağdurlarını kollamak olarak kabul edilirken, 2014 yılındaki uygulamanın TSK ihtiyaçlarına katkı sağlamak olduğu dile getirilmiştir.
İfade edilen gerekçeler ne olursa olsun sonuçta Mart 2017’de bizzat Milli Savunma Bakanının verdiği bilgiye göre anılan tarihte 2 milyon 800 bin tecilli (eğitim gibi gerekçelerle askerliğini yasal dayanakla erteletenler), 450 bin bakaya olmak üzere toplam 3 milyon 250 bin mükellef askerlik hizmetini henüz yerine getirmemiştir. Bu yüksek rakamlara yoklama/asker kaçakları dâhil değil imiş. 2014 için bu gruptakilerin sayısının 800 bin olduğu ifade edildiğine göre askerlik hizmetini erteleyenlerin sayısı 14 ay öncesi itibarıyla 4 milyonunun üzerindedir. Bu çok yüksek rakamın günümüzde azalmayıp arttığını tahmin edebiliriz.
Askerlik yükümlülüğüne yanaşmayanlar ile yasal olarak erteletenlerin sayılarının yüksekliğinin öncelikle nasıl olsa birkaç yılda bir bedelli uygulaması yapılıyor beklentisinden kaynaklandığı tahmin edilebilir. Yurt içi ve dışında devam eden iç güvenlik harekâtının askerlik mükelleflerinin bir kısmında askere gitmeme eğilimini artırdığını da söylemek yanlış olmayacaktır. Asker kaçakları için yasanın öngördüğü yaptırımın bazen gerektiği şekilde uygulanmamasının yarattığı sakıncalara da işaret etmeliyiz. İlgili yasa bunların yakalanarak muhafazalı olarak en geç 24 saat içinde askerlik şubelerine teslimi hükmünü amirdir. Mesela gazete haberlerine göre en son yapılan yerel seçimler öncesinde bakaya ve yoklama kaçaklarının yakalanma işlemine uğramadan oy kullanabilecekleri duyurulmuştur. Tabii işini kaybetmeme veya iş kurma düşüncesinin önemli bir diğer faktör olduğunu da kabul etmemiz gerekir.
Ancak fikrimizce dile getirdiğimiz amiller dışında pek fazla dile getirilmeyen yıkıcı bir zihniyetin artık taban tutmakta olduğu gerçeği ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bu anlayışa göre artık iyi aile çocuklarının subay, astsubay, uzman çavuş, sözleşmeli er ve askerlik yükümlüsü olarak çok kısa bir süre için de olsa üniforma kuşanmasına gerek yoktur. “Zaten ordumuz da profesyonel sisteme geçmektedir.” Askerlik hayat mücadelesinde tutunacak bir dalı kalmayanların mecburen tercih ettiği bir alan haline gelmektedir. Sözleşmeli olarak subay, astsubay, uzman erbaş ve er kadrosunda çalışmayı tercih eden yavrularımızın elbette alınlarından öpüyoruz. Kendilerine yürekten minnet duymalıyız. Halen kaldırılmaya çalışılan zorunlu askerlik usulünü göz ardı edersek, ya sözleşmeliler de çatışma, ölüm ve yaralanma risklerini öne sürüp asker olmasaydılar, halimiz nice olurdu?
Monteskiyö’nün “madem Roma yıkıldı, her devlet yıkılabilir” dediği sistemin çökme sebeplerinden birisi de ülke savunması için gereken orduya general, subay ve nefer bulamayışı olmuştur. İmparatorluğun iyi aile çocukları askerliğin zahmet ve risklerini başkalarına havale ederken Ebedi Roma bitişe sürüklenmiştir. Roma’nın düşmanı olan barbar kavimlerden general, subay ve er kiralanması kaçınılmaz bir çöküşü getirmiştir.
Ülkenin savunması için kendi insanlarından yeterli sayı ve seviyede asker çıkaramayan bir milletin geleceği güvende olamaz. Esasen vekâletle yaptırılamayacak iki görev vardır. Tekrar pahasına söyleyelim. Bunlardan birincisi kocalık görevidir. Malum analık, babalık, amcalık, ağabeylik, ablalık için birisini ikame edebilirsiniz ama kocalığın vekâleti olamaz. Diğer ikamesi/kefareti olmayan görev vatan savunmasıdır. Bu görevi Batılı paralı askerlik şirketlerine, ya da ekonomik olsun diye bir dilim ekmeğe muhtaç zavallı Suriyelilere, Afganlılara veya Afrikalı iş gücüne ucuz yollu havale edemeyiz.
Bu yüzden ülke savunması için gerekli sayı ve seviyede profesyonel kadroyu temin etmeden halen yamalarla yürüyen zorunlu askerliği itibardan düşürecek ve zayıflatacak beyanlardan kaçınılması gerekir. Tabii yazımıza başlık yaptığımız kahırlı türkünün acı sözlerinin vurguladığı adaletsizliği mümkün mertebe ortadan kaldırma niyet ve daha önemlisi girişimlerine ihtiyaç açıktır. Askerlik sadece fukaranın sırtına yükleniyor algısının önüne geçilmesi düşünülmelidir. Nimetlerin adil olarak paylaşılması maslahata uymuyorsa külfetlerin hiç olmazsa sembolik olarak paylaşıldığı topluma gösterilmelidir. Kastımız “Şehit mi düştü asker?/Cennet koktu yine her yer…” gibi pek de dayanışma ve acı paylaşma izlenimi vermeyen pankartlar asılması gibi karşılığı olmayan hamaset üretimi değildir. “Şehitlerimiz artık cenaze marşı ile değil, Itri’nin tekbiri ile uğurlanıyor” argümanının da külfetin paylaşılması ile ilgisi bulunmuyor.
Ekonomik, sosyal ve siyasi nüfuzu yüksek aile çocuklarının da cüzi bir kısmının olsun üniformalı olarak çatışma ve harekât bölgelerinde görev yapması fikrimizce kesin bir ihtiyaçtır. Buna yanaşılmayıp gelenekte karşılığı bulunmayan şehadeti kutlu olsun retoriğine devam edilmesi bir müddet sonra dinin yurt savunmasında adaletsizliğe gerekçe olarak kullanıldığı algısı yaratabilir. Bunun vebali büyüktür. Sabah akşam tarihi ile kendimizden geçerek övündüğümüz Osmanlı’nın klasik devirde padişahın, bazen şehzadeler ve daima yüksek nüfuz sahibi aile ileri gelenleriyle sefere çıktığını unutmayalım. Sultan Murad Hüdavendigâr’ın Kosova’da muharebe meydanında şehit düştüğünü (1389), Gazi Süleyman Han’ın Zigetvar düşerken ecel şerbetini içtiğini (1566) bu çerçevede hatırlamak uyarıcı olmalıdır.
Yazımızı toparlayalım. Henüz erbaş ve er seviyesinde kadrolarının pek az bir kısmının doldurulabildiği bir dönemdeyiz. Güvenlik sorununun “beka” meselesi olarak kendini hissettirdiğini en yüksek makamın ifade ettiği bir ortamda birliklerimizin kadrolarının doluluk oranının olması gereken seviyede olmadığı biliniyor. Bu durum, 4 milyon civarında askerlik görevini erteleyenler ile kaçak ve bakaya’nın bulunmasına rağmen ordunun kronik bir erbaş ve er ihtiyacına işaret etmektedir. Kısa bir dönem içinde bu açığın sözleşmeli personel ile doldurulması mümkün olmadığına göre 24 Haziran 2018 seçimlerinden sonra bedelli uygulaması masaya yatırılırken bahsettiğimiz sakıncanın dikkate alınacağını tahmin ediyoruz. Tabii halen çetin şartlarda kahramanca görevini sürdüren Mehmetçiğin, moral ve motivasyonunun bedelli tartışmalarından etkilenebileceği de göz önüne alınmalıdır.
Ancak siyasi karar vericilerin günü kurtarmayı hedefleyen kısa vadeli bakış açısının ötesinde adil, sürdürülebilir ve etkin bir asker alma sistemi kurmaları ile birkaç yılda bir aynı konuları tartışmaktan kurtulabiliriz. Bunun kolay bir tasarruf olmadığı bellidir. Ancak idare-i maslahatçı palyatif tedbirlerle kalıcı çözümlere adım atılmayacağı da açıktır. Problem sahasına ilişkin tecrübi, akademik ve teorik görüş sahiplerinin fikirlerini bugüne kadar yeterli seviyede dile getirdiklerini ileri süremeyiz. Siyaset bu görüşlerin kamuoyunda tartışılmasını kolaylaştırmalıdır. Formasyon, zekâ ve meslek tecrübesi fikir ifade etmeye elverişli olanlar da kayıt dışı dar dost çevrelerinde ifade ettikleri eleştirileri kamuoyu önünde seslendirecek cesareti gösterebilmelidir.
Her hal ve kârda 10 asır önceden Yusuf Has Hacip’in “memleketi tutmak için çok [günümüzde etkin, caydırıcı] asker ve ordu tutmak lâzımdır” tavsiyesi göz ardı edilmemelidir. Tabii bilgemizin adalete dayalı bir sistem olmadığı takdirde bunun mümkün olmayacağı ikazını unutmadan…