Görüşler

Hâlbuki dile şefkat ve itina göstermemiz lazım!

Hâlbuki dile şefkat ve itina göstermemiz lazım!

Eğitimde giderek bir çıkmaza dönüşen sorunlara çözüm önerilerini ‘eski defterlerin yeniden karıştırılması’ olarak değerlendiren Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdülbaki Değer, dil ve eğitim sistemini eleştirel bakış açısıyla analiz ediyor.

Prof. Teoman Duralı, eski bir röportajında dil ile ilişkimize dair hayli sert sayılan şu analizi yapıyordu: “…Büyük diller içinde en gadre uğramış, bakım görmemiş dil Türkçe’dir. Çünkü Türkçe’yi ana dil olarak kullananlar, dillerine inanılmaz derecede nâdan, nobran ve kaba davranmışlardır. Bu nobranlık bugün artarak devam ediyor. Bir yana bırakın şu tasfiyecilik denilen kepazeliği, yıkıcılığı, kırıcılığı; olağan şartlarda   dahi Türkçe’yi kullananlarda dil şuuru sıfır. Dil şuuru yok. Hâlbuki bu benim dilimdir, buna şefkat ve itina göstermem lazımdır. En önemli varlığım, budur. Bir nevi annemdir, rahmine doğmuşumdur çünkü. Bunlar, mübalağa değil. Dünyada, hayatta en değerli varlığım annemdir. Çünkü manevî ve maddî manada varlık sebebimdir. Dil de böyle. O olmasa ne düşünebilirim, ne de meramımı ifade edebilirim. Ama böyle bir şükran duygusu yok. Bazı dillerde bu çok fazladır. Mesela Rusça’da çok yüksektir. İngilizce ile Almanca’da nispeten azdır. Türkçe şampiyondur. Rekor sahibidir. Yeryüzünde büyük kültür dilleri arasında Türkçe kadar şuursuzca tahrip görmüş başka bir dil yoktur.” Şüphesiz modernleşme sürecimizin radikalleşmiş kısmı olan Cumhuriyet pratiğinde dile ilişkin yürütülen resmi politikalar tüm varoluşumuzun niteliğini doğrudan etkileyen vurucu hamlelerdi. Nitekim dile ilişkin bu düzenlemelerin ne tür öldürücü hamleler olduğunu defaatle dile getiren Cemil Meriç bir tespitinde şöyle demişti: “Hakikatte dil davası yok. Türk insanının hafızasının iğdiş edilmesi var.” “Kamus namustur!” diyen Meriç yine benzer bir tespitinde ‘Dil, heveskâr mektep kaçaklarının şamar oğlanı” bugün demişti.

İki büyük ismi uygulanan dil politikaları üzerinden refere edişim, kemal-i ciddiyetle yürütülmesi elzem olan bir dil tartışması yürütmek için değil. İki eleştiri de de dikkat çekilen husustan hareketle bugünümüze odaklanmak istiyorum. Siyasal-kültürel hayatımızın spesifik bir alanında gerçekleştiği düşünülen ‘özel’ bir uygulamanın esas itibariyle tarz ve yaklaşım olarak nasıl genel bir hüviyet arz ettiğini görmemiz gerekiyor. Prof. Duralı, uygulamaya konulmuş vahim bir yanlışın kaydını düşmüyor sadece. Bu yanlış karşısında hiçbir şey yokmuş gibi davranan, en önemli varlığına ‘şefkat ve itina’ göstermeyen dolayısıyla olanı akışına bırakan kayıtsızlığa da isyan ediyor. Cemil Meriç de aynı şekilde meselenin nasıl bir var oluş meselesi olduğunu uygulanan politikanın doğrudan ve dolaylı etkilerini geçmiş ve gelecek konteksti üzerine oturtarak değerlendiriyor. O halde bu iki önemli ismin uyarılarına bakarak şu çıkarsamaları yapmamız gerekiyor: Gerçekliğimiz (halimiz) nicedir? Niçin öyledir? Hal çaremiz ne olmalıdır? Hal çaremiz niçin öyle olmalıdır? Esas itibariyle Meriç ve Duralı gibi iki büyük ismin dikkat çekmesine gerek kalmaksızın müktesebatı hayli yüklü bir toplumun, yönetim geleneği olan bir devletin ve bu toprakların ruhunu karan inancın müntesipleri olan insanların zaten buna dikkat edecekleri bir pratiğin sergileniyor olması gerekirdi. Lakin uzun ve tahripkâr bir sosyo-kültürel ‘fetret devri’ne yakalanmış gibi hareket eden toplumuz, kritik anlardaki cevvalliğini önemseyerek bir kenara bırakırsak, haline ve hal çarelerine ilişkin özensizliği ile yol almaya devam ediyor. Bu sayfadan değişik vesilelerle sözü getirip bağladığım eğitim faslımızda işlerin keyfe keder yürütülüşü gibi.

1960 yılında ilk baskısını yapan “Türkiye’nin Maarif Davası’ kitabında rahmetli Nurettin Topçu, bugün de ısrarla görülmek ve yüzleşilmek istenmeyen sorunumuza ilişkin şu yakıcı tespitlerde bulunuyordu: “Mektep neden bu hale geldi? Bu sebeplerin az zamanda doğmuş geçici hadiseler olduğunu ve kolayca ortadan kalkabileceğini ummak biraz safdilliktir ve maarif derdimizin derinliğini fark etmemektir.” Daha önceki kuşakların, Namık Kemallerin, Emrullah Efendilerin, Satı Beylerin, Ziya Gökalplerin vs. meseleyi kavrayışından fersah fersah geride olup yine de alana ilişkin bu rahat ve problem görmeyen tavrımız Polyannacılık değilse düpediz yaşadığından bihaber olmaktır. Yaşadığın hayata, kendine, Duralı hocanın ifadesiyle, şefkat ve itina göstermemektir. Eğitim mevzusunda tıpkı diğer alanlarda olduğu üzere yapısal problemlerle karşıyayız ve yapısal problemleri palyatif tedbirlerle, teknik ve yüzeysel dokunuşlarla çözemeyiz. Sayın Ziya Selçuk’un bakan olmasıyla eğitimin hal yoluna koyulacağına ilişkin kamuoyunda yükselen temelsiz ‘iyimserlik’, sadece Ziya Selçuk’un işinin ehli olmasıyla ilintili değildi. O ‘iyimserlik’te yerine getirilmemiş, ‘şefkat ve itina gösterilmemiş’ görevlerden/sorumluluklardan kaçma telaşı da vardı. Ziya Selçuk’u kişisel gelişim formatında, bilinmeyen bir sihirli formülün mucidine dönüştürüp ondan mucize gerçekleştirmesini beklemek sadece hayalcilik, kendini kandırma değil aynı zamanda Ziya Selçuk’a haksızlık etmek,  yapamayacağı bir işe onu mahkûm etmektir.

Toplum olarak yakalandığımız bu anafordan çıkmak durumundayız. Birbirimizi ayartarak, onlarca kez denenmiş ve sonuçları görülmüş uygulamaları makyajlayarak gidemeyiz. “Müflis tüccar, eski defterleri karıştırır” diyor eskiler. Dikkat edelim, müflis tüccarın eski defterleri karıştırması makul ve meşru bir tercihten kaynaklanmaz. Tersine olumsuz şartların cenderesinde bunalmıştır ve tam da gerçeklikten kaçtığı için eski defterleri karıştırmaktadır. Eski defterler, müflis tüccar için anlamlı bir kurtuluş yolu olarak değil; yenilginin, iflasın çaresizce kabullenişi olarak karıştırılır. Artık bütün yollar kapanmıştır ve kabullenilmek, yüzleşilmek istenmeyen başarısızlık karşısında sahte bir sığınak, bünyeyi geçici bir süre teskin edecek savunma mekanizmasıdır eski defterler.

Mevcut eğitim sistemimiz (zorunlu eğitim sistemi) müflis tüccarın eski defteri hüviyetindedir bugün. Halimizin nice olduğuna bakmaksızın dönüp dönüp karıştırdığımız bu defterlerden bize çözüm çıkmaz. Çözümümüz olmadığı için, gerçek anlamda bir çözümün peşinde yol almadığımız için bu sahte ve öldürücü defterde keramet arıyoruz. Cemil Meriç ‘dil’ politikaları bağlamında yaptığı analizlerin birinde “Batı’da cinnet bile terbiyeli!” demişti. Lakin mevzu eğitim olunca görülen o ki yerkürede bile ‘terbiyeli bir cinnet’ yok, maalesef.

Abdülbaki Değer

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir