İş insanı Murat Ülker, Kuşeyri Risalesi'nin önemine dikkat çekti. Ülker, tasavvufun İslami ilimler arasında özel bir yere sahip olduğunu ve kişisel gelişim ve maneviyat arayışında bireylere rehberlik ettiğini belirtiyor. Tasavvufun temel amacının, insanı kötü huylardan arındırıp iyi huylarla donatmak, hayatı Peygamber Efendimiz (S.A.V.) gibi yaşayarak aykırılıklardan kaçınmak olduğunu ifade ediyor.
İş dünyasının önde gelen isimlerinden Murat Ülker, kişisel blogunda, tasavvufun derinliklerine dair önemli bir yazıya imza attı. "Tasavvuf ve Toplumsal Hayatın Önemi" başlığı altında, tasavvuf ilmine dair bilgileri ve Kuşeyri Risalesi'nin önemini ele alan Ülker, bu konuda kapsamlı bir inceleme sunuyor.
Murat Ülker yazısında, tasavvufun, İslami ilimler arasında özel bir yere sahip olduğunu, kişisel gelişim ve maneviyat arayışında bireylere rehberlik ettiğini vurguluyor. Tasavvufun temel amacının, insanı kötü huylardan arındırıp iyi huylarla donatmak, hayatı Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi yaşayarak aykırılıklardan kaçınmak olduğunu belirtiyor.
Murat Ülker KAAN uçağını yazdı: Hazır ol cenge, eğer istersen sulh-ü salah
11. YÜZYILDA YAŞAMIŞ BÜYÜK İSLAM ALİMİ
Ülker, yazısında, 11. yüzyılda yaşamış büyük İslam alimi İmam Abdulkerim Kuşeyri'nin eseri Kuşeyri Risalesi'ne dikkat çekiyor. Süleyman Uludağ tarafından incelenen bu eserin, tasavvuf ilminin anlaşılması ve yaşanması adına büyük bir hizmet verdiğini, bugün bile yolumuzu aydınlatmaya devam ettiğini ifade ediyor.
Risalenin, tasavvufun sadece teorik bir disiplin olmadığını, aynı zamanda bir yaşam biçimi olduğunu gösterdiğini anlatan Ülker, tasavvufun, şeriatın emirlerine uyarak, yasaklarından kaçınarak kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak anlamına geldiğini vurguluyor. Bu süreçte, kişinin iman ve itaat etmesi, ibadetlerin ve hayırlı işlerin hakiki ve kusursuz olmasının önemini de dile getiriyor.
İKİ FARKLI TUTUM
Ülker'in yazısında özellikle altını çizdiği bir nokta, tasavvufçuların aşırılık ve sapmalara karşı nasıl bir tavır alındığıdır. İslam dünyasında bu konuda iki farklı yaklaşım olduğunu, bir yandan aşırılıkları ve sapmaları İslami çerçeve içinde tutmaya çalışan, anlaşılması güç noktalarını açıklamaya yönelik çalışmalar yapılırken, diğer yandan aynı davranış ve düşüncelerin İslam dışı sayılarak reddedildiğini aktarıyor.
İşte Ülker'in 'Tasavvuf ve Toplumsal Hayatın Önemi' başlıklı o yazısı:
TASAVVUF İLMİNE DAİR, KUŞEYRİ RİSALESİ
Yazarımız imam Abdulkerim Kuşeyri’nin yazdığı risaleyi (kitap), kıymetli hocamız Süleyman Uludağ beyefendi incelemiş ve bir kitap neşretmiş. Risale yazıldığı 11. yüzyılda fevkalade bir hizmete vesile olmuştur, yaktığı ışık bugün bile yolumuzu aydınlatıyor.
Taşköprîzâde, Mevzuâtü’l-ulûm’da, I, 797:
Bir evde o Risâle olsa o eve felaket uğramaz, demiştir.
Katip Çelebi de, Keşfu’z-zunûn’da I, 882:
Risale, tasavvufta temel kaynak olan bir kitaptır, der.
Ben de Ramazan’ın bereketine vesile olmak çabasıyla az bilinen bu kitabın bilhassa giriş kısmındaki hocamızın incelemelerini istifadenize sunuyorum.
Tabii ki Risale’yi kendi metninden okuyup faydalanmak gerekir. Ben gençliğimde İmam Şarani’nin Tabakatı’nı, Eşref Edib’in Sahabeler hakkında yazdıklarını, Yusuf Kandehlevi’nin Hayatus Sahabe’sini, Muhammed Hamidullah’ın siyerini ve daha nicelerini arkadaşlarımla okumuştum, hararetle tavsiye ederim.
(*) Kuşeyri, A. (2021) (Der. Süleyman Uludağ), Tasavvuf İlmine Dair, Kuşeyri Risalesi, Dergah Yayınları, ss. 527.
“Allahtan başka her şey (masiva) ile kalbi rabitayı, ilgiyi kesmek ve her an Allah’ın huzurundaymış gibi davranmak” şeklinde tarif edilen tasavvuf, İslami ilimler arasında esnek olandır. Tasavvufi düşünceye yaygınlık kazandıran tarikatlar ve tasavvufi müesseseler diyebileceğimiz tekke ve dergahların toplumdaki rolü çok önemsenmelidir. 1337/1918 yılında yalnız İstanbul’da iki yüz yetmiş civarında dergah faaliyet göstermekteydi.
Tasavvuf, dinin emirlerine uyup, yasaklarından kaçarak kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak demektir. Tasavvuf, hayatını Peygamber gibi yaşamak ve aykırılıklardan kaçmaktır. Tasavvuf, kişinin iman ve itaat etmesi, bütün ibadetlerin ve bütün hayırlı işlerin hakiki ve kusursuz olmasıdır.
Serbest düşünceye açık bütün ilimlerde olduğu gibi tasavvufta da zamanla iç ve dış tesirlerle aşırılıklar ve sapmalar yanında anlaşılması güç meseleler ortaya çıkmıştır.
Tasavvufçuların bu hallerine karşılık İslam dünyasında tarih içinde iki şekilde tavır alınmıştır. Bunlardan birincisi; mutasavvıfların (1) aşırılık veya sapma olarak vasıflandırılabilecek davranış ve düşüncelerini yönlendirmek, İslami çerçeve içinde tutmak ve doğru bile olsa anlaşılması güç olan noktalarını açıklamaktır. İkincisi ise; aynı davranış ve düşünceleri sert bir tenkide tabi tutarak İslam dışı saymak ve reddetmek. İşte elinizdeki eserin müellifi Abdulkerim Kuşeyri (986/1072) birinci şıkka göre eser yazan ve muvaffak olanların başında gelmektedir.
Bu açıdan elinizdeki Risale Kuşeyri’den önceki tasavvufi hayatın bir özeti olduğu gibi, Gazali başta olmak üzere kendisinden sonra bu sahada fikir yürüteceklere de ışık tutmuştur.
Murat Ülker Davos izlenimlerini yazdı: Çılgınlıklarla dolu bir dünyada biz ne yapacağız?
KUŞEYRİ’NİN HAYATI VE TAHSİLİ
Nişabur civarındaki Üstüva kasabasında Temmuz 986da dünyaya geldi. Babası Kuşeyri, annesi Sülemi’dir. İran, Müslümanlar tarafından fethedilince, Kuşeyri’nin ataları Nişabur’a gelerek buradaki Üstüva kasabasına yerleşmişlerdi. Nişabur’a gelen Kuşeyri önce İslam Hukuku sair şeriat ilimleri tahsil etti. Ebu Bekr Muhammed b. Bekr’den Şafii fıkhını tahsil etti. Sonra kelam derslerine devam etmeye başladı.
Akait (inanç) (2) ve kelam (3), Yaradan’ın varlığının ispatı bilimi konusunda yazdığı eserler bu alanda uzman olduğunu göstermiştir. Kuşeyri’nin akli ilimleri tahsil etmeye düşkün oluşu kelam ve akait ilimlerini bütün incelikleriyle öğrenmesini sağlamıştı Tasavvufi ilimler üzerinde incelemeler yaparken bu nevi akli ilimlerden faydalanarak tasavvufunu gerçekçi bir temele bina edebildi. Kuşeyri’nin tasavvufunun hayalci olmaması ve akait esaslarıyla ahenktar bulunması, onun bu hususiyetiyle izah edilebilir.
Kuşeyri’nin talebelerinden olan Hatib Bağdadi şöyle der: “448/1056da Bağdat’a geldi. Burada hadis dersleri verdi. Biz de kendisinden hadis yazdık. İfadesi hoş, hitabeti güzel, vaazı zevkli idi, kıssa da anlatırdı. Güvenilir bir hadis alimi idi.”
Kuşeyri, Ebu Ali’nin vefatından sonra, Ebu Abdurrahman Sülemi’nin tasavvufi sohbetlerine devam etmiş ve böylece bu konudaki bilgisini ilerletmiş, manevi tecrübesini zenginleştirmişti.
Kuşeyri’nin Tasavvufu: Ona göre tasavvuf kalp kadar, aklı da tatmin etmeliydi.
Kuşeyri, tasavvuf tarihinde gayet önemli olan isimlerden biridir. Tasavvuf anlayışının temel özelliği şöyle ifade edilebilir: Alabildiğine mistik, fakat daha çok dogmatik, azami derecede Sufi lakin İslam Hukuku’na uygun davranan, mümkün olduğu kadar batıni (görünmeyen) (4) bilgilere aşina olan bir arif, ama daha çok zahiri (görünen) ilimlere vakıf bir alim…
Murat Ülker kaleme aldı: Yapay zeka hem demokratik hem ürkütücü
TASAVVUF-İSLAM HUKUKU İLİŞKİSİ
Hicri 2nci asrın sonlarında meydana çıkan ve iki buçuk asır geçtikten sonra Kuşeyri’nin zamanında tasavvuf hareketi, özellikle bu hareketin bazı şekilleri zamanla İslam’dan uzaklaşmış, hatta irtibatını bile koparmıştı. Mutasavvıfların zahiri hüküm ve amellerden uzaklaşmalarına, “tasavvufun şeriattan uzaklaştırılması” diğer taraftan şekle ve dış görünüşe aşırı derecede bağlı kalan zahir ulemasının batıni hüküm ve amelleri ihmal etmelerine de “şeriatın tasavvuftan uzaklaştırılması” demekteyiz. Böylece önce yekdiğerinden ayrılan, sonra uzaklaşan, daha sonra yabancılaşan ve en sonunda da birbirine düşman olan zahir uleması ile mutasavvıfları uzlaştırmak: zahirle batını, nassı (Kuran Ayetleri) ile ilhamı (esini), kafa ile kalbi telif etmek kesin bir ihtiyaç haline gelmiştir. Şeriata saygılı mutasavvıflar veya tasavvufa sempati duyan zahir alimleri yetişmemiş değildi.
İşte Kuşeyri’nin Risale’si sayesinde zahir ile batın, şeriatla hakikat, tasavvuf ve nakil (peygamberin din öğretisi ki bu Kuran’ı da kapsar) barışmış ve kucaklaşmıştı. Kuşeyri’nin tasavvuf tarihindeki büyük ehemmiyeti bu işi başarmış olmasından ileri gelmektedir. Ancak tasavvufla şeriatı barıştırmak için Kuşeyri, tasavvufu şeriata yaklaştırmıştı. Ondan kısa bir müddet sonra yaşamış olan Gazali, şeriatı tasavvufa yaklaştırmak suretiyle aynı neticeye ulaşmıştı.
Büyük araştırmacı İbn Haldun, Şifau’s-saili (5) isimli değerli eserinde, Kuşeyri’nin tasavvuf görüşünü ve bu görüşün diğer tasavvufi cereyanlar arasındaki yerini şöyle belirmiştir: Tasavvufi hal ve makamları elde etmek için harcanan sürekli ve düzenli çabalara mücahede (gayret) ve riyazet (perhiz) adı verilir. Mücahede ve riyazet üç maksat için yapılır:
Birincisi, takva (Allah’tan duyulan saygı sebebiyle korkmak, çekinmek) ve vera sahibi (günah işlemekten kaçınan) olmak için mücahede ve riyazettir. Burada esas olan, şeriatın emir ve yasaklarına önemle uymak, iç ve dış halleri denetim altında tutmak, şüpheli şeylerden uzak durmak, ibadet ve amelde ihlas esasından ayrılmamak ve zühd hayatı (dünyadan uzak) yaşamaktır. Bu gayretin gayesi cehennemden kurtuluştur, Haris Muhasibi’nin er-Riaye (6) isimli eserinde anlatılan tasavvuf budur.
İkincisi, istikamet için gayret ve perhizdir. Burada esas olan kendini terbiye etmek, her zaman orta yol bulunmasını sağlamak, Kur’an ve hadisteki ahlak anlayışını tabi bir huy haline getirmektir. Bunun gayesi saadete ulaşmak yani cennete girmek ve daha yüksek dereceler kazanmaktır.
Üçüncüsü, keşif ve ilham sahibi olmak için gayret ve perhizdir. Burada esas olan bedeni kuvvetleri, kişisel istekleri, cinsel arzuları, hayvansal hisleri söndürmek ve tesirsiz hale getirmektir. Bu gayretin gayesi, gaybı (bilinmeyen) görmeye engel olan perdeleri ortadan kaldırarak manevi alemi seyretmek ve ilahi tecellileri (oluşları) seyretmektir.
Keşif ve esin için yapılan gayret, takva ve istikamet için yapılan çabanın bulunması şart olduğundan, keşf ve esin derecesine ulaşmak isteyen bir Sufinin (tasavvufçunun), bütün mücadele çeşitlerini ve bunlara ait hükümleri bilmesine ihtiyaç vardır. Onun için Gazali, İhya isimli eserini her iki yolu kapsayan şekilde yazmıştır. İhya’da, hem Muhasibi’nin er-Riaye’sindeki batıni fıkıh (içrek hukuk) ve vera yolu, hem de Kuşeyri’nin Risale’sindeki istikamet ve keşf mücahedesi (7) mevcuttur.
Murat Ülker ve Erdem İnan perakende sektörünü değerlendirdi
Buna göre tasavvuf ilmi önce ikiye ayrılır:
– Mükaşefe (derinlemesine inceleme) ilmi, batıni (içrek) ilim.
– Muamele ilmi. Bu ilim; ahiret yolunu bilmek, kalbi günah pisliğinden, ruhu madde kirinden temizlemek, nefsani kuvvetleri tesirsiz hale getirmek, sufi arzuları söndürmek, her hususta Peygamberlere uymak ve böylece ilahi hakikatlerin gönül aynasında tecelli etmesini temin etmektir.
Hakk’a ermek için Sufiler tarafından tutulan yolları üçe ayırmak eskiden beri adettir:
1. Hayırlı insanların yolu (Tariki ahyar, tariki erbabı muamele): Bu yol: zühd (dünyaya rağbet etmemek. Nefsani zevk ve arzudan kendini çekerek ibadete vermek), vera (günah ve haramdan kaçmak için şüpheli şeylerden uzaklaşmak), takva (dinin emir ve tavsiyelerine uyma, haram ve günahlardan kaçınma hususunda titizlenmek) ve ibadet yoludur. Çok namaz kılmak, çok oruç tutmak, çok Kuran okumak ve zikretmek, kısaca zahiri ibadetleri artırmak bu yolun esasını teşkil eder.
2. İyi insanların yolu, Tariki(yol/hareket) ebrar (iyi ve sadıklar), tariki tasfiye (kötülük ve günahlardan temizlenenler) ve mücahede (gayret edenler): Bu yol, mücahede, riyazet (domuz eti yememek, içki içmemek, nikahsız cinsellikten kaçınmak, uyuşturucu kullanmamak) ve tasfiye yoludur. Gerek Hakk, gerek halk ile olan muamelelerde ihlas(samimiyet) ve doğruluktan ayrılmamak, bu yolda esastır. Mücahede ile kötü huyları söküp atmak, yerlerine güzel huylar koymak, kalbi saf, ruhu temiz hale getirmek suretiyle Hakk’a erenlerin sayısı daha çoktur.
3. Aşıklar yolu, Tariki şuttar (yüce Allah’a yönelenler), tariki şairin (duyarlıların): Bu yol, aşk, muhabbet (sevgi), cezbe (Allah sevgisi ile kendinden geçmek) ve vecd (İlahi aşk uğruna kendinden geçenler) yoludur. Bu yolda seyr ve süluk (talim terbiye) esastır. (8)
TASAVVUFİ FELSEFE VE FELSEFİ TASAVVUF
Kuşeyri’nin tasavvufi kanaatini daha açıkça ortaya koyabilmek için tasavvufun iki nevinden bahsetmek gerekmektedir. Bunlardan biri filozoflara ait tasavvuf (mistisizm), diğeri şeriata bağlı olan Sufilere ait tasavvuf anlayışıdır.
Manevi ilimleri, ilahi hakikatleri ve en yüce saadeti elde etmek için dört çeşit yol takip edilmiştir.
1. Meşşailik (9): Akılcı bir yoldur. Saf aklın her şeyi halledeceği görüşündedir. Kabul veya reddedilen her şey aklın prensipleriyle ölçülür.
2. İşrakilik (10): Aklın ve duyuların yetersiz kaldığı ilahiyat konularında doğrudan bilgi edinme yoludur. Sezgiciliktir.
3. Kelam: Hikmet ve mantık esaslarıyla Allah’ın (C.C.) varlığı, birliği, İslamiyet’in doğruluğu ve hakkaniyetinden bahseden ilimdir. İslam’a dayanan bir akılcılıktır. Burada akıl tamamen hür ve müstakil değildir. Kuran’a bağlıdır.
4. Tasavvuf: İslam’a dayanan bir sezgiciliktir. Burada keşf ve ilham tamamen hür ve müstakil değildir, Kuran’a bağlıdır. (11)
Meşşailik, İşrakilik sadece gözlem ve çıkarımlara dayanır. İslam’a uygun değildir, şeriatla bağlı değildir. Diğer ikisi İslam’a uygundur. Kelam şeriata dayanan akılcılık, tasavvuf da şeriata dayanan sezgiciliktir. Bu dört yol arasındaki münasebeti şöyle bir daire üzerinde göstermek mümkündür:
Kelamcılarla mutasavvıflar arasında bir çekişme süregelmektedir. Kelamcılar mutasavvıflara hücum ederken arkalarını rasyonalist felsefeye; mutasavvıflar kelamcılara hücum ederken arkalarını sezgici felsefeye dayamakta ve dayandıkları felsefenin fikir, görüş ve delillerini kullanmaktadırlar. Bazen bu dayanışma kaynaşma ölçüsüne kadar varmaktadır. Bu durum, kelamcılarla mutasavvıfların birbirini dış kaynaklı akımların temsilcileri sayma sonucunu doğurmuştur.
Bu kavga, akla birinci derecede önem vererek nassı ikinci derecede mütalaa eden kelamcılarla, keşfe birinci derecede önem vererek nassı ikinci derecede mütalaa eden mutasavvıflar arasında geçmiştir. Aslında nassa birinci derecede önem veren kelamcı ile mutasavvıf arasında bir ihtilaf yoktur veya ihtilaf olsa bile şiddetli değildir. Bazı mutasavvıf ve kelamcılarda görülen taassup, dar görüş, cehalet ve ihtiras da kavganın sebebi olabilmekte veya bu gibi sebepler öbür hususlara eklenince kavganın şiddeti artmaktadır.
Murat Ülker yazdı: Sosyal medyada mesaj için tüketiciyi 3 saniyede yakalayacak bir ‘kanca’ lazım
KUŞEYRİ VE DIŞ TESİRLER
Risale’de “şatah” yoktur. Görünüş itibariyle şeriata aykırı olan tasavvufi sözlere şatah denir (12). Kuşeyri, “Ene’l-Hakk” ve “Sübhani…” gibi şatah sözleri Risale’sine almamıştır. Bazı Sufiler de Ene’l-Hakk sözünü kabul etmezler.
Risale’de hulul, imtizac ve ittihad kokusu taşıyan herhangi bir ifadeye rastlanmaz.
Risale’de vahdet-i vücut yoktur.
Risale’de Nur-i Muhammedi ve Hakikat-ı Muhammediye görüşü yoktur.
Risae’de Ricalu’l-gayb (gavs, kutup, imam, evtad, efrad, nükaba, nuceba, ebdal, büdela)
ile ilgili hiçbir şey yoktur. İbn Haldun bu gibi hususların tasavvufa Batınilikten geçtiğine dikkati çeker.(13)
Risale’de harflerin sırlarından bahseden ilim ve sayıların tevafuku (benzer tesadüfler) ve ilm-i esrar-ı huruf (harflerin gizemi) yoktur. Keza Risale’de hazarat-ı hams (14), esfar-ı erbaa (15), etvar-ı seb’a (16), letaif-i hamse (17), rabıta (18), devir (19) gibi hususlara yer verilmemiştir.
Kuşeyri, yabancı din ve kaynaklardan tasavvufa geçtiği tartışma konusu olan hususları ihtiyatlı hareket ederek Risale’sine almamıştır. Bu Risale’ye olan güveni artırmıştır. Gerçi Risale’de fena (Rabbi ile birebir kalmak), fütüvvet (cesaret, cömertlik, fedakarlık) ve sema (evrenin gerçeklerini bilmek ve yaşamak) gibi hususlar anlatılmıştır. Kuşeyri, fena ve fütüvvetin İslam’a uygun şeklini anlatmış ve yine tartışma konusu olan şekilleri anlatmamıştır. Risale’de vücudi fena (fena fi’l-vücud) anlayışı yoktur. Aynı şekilde Bayezid Bistami’nin fena konusundaki şathiyeleri anlatılmamıştır. Fena ve fütüvvetin bazı şekilleri şeriata aykırıdır. Bu gibi şeyler Risale’de yoktur. Risale’de yüzde yüz şeriata uygun olduğuna kanaat getirilen bir fena anlayışı tasvir edilmiştir (20).
Risale’de İbahilik, şeriata karşı lakayt ve laubali davranma anlayışı ile de sistemli bir şekilde mücadele edilmiştir (21).
Bu konuda Goldziher gibi mutaassıp bir müsteşrikin söylediği şu sözler oldukça dikkate değer: “Tasavvufa birtakım yabancı unsurların sızmış olduğunun en kuvvetli delili ve en doğru şahidi, büyük Sufi Şeyh Kuşeyri’nin, bu gibi şeyleri reddetme ihtiyacını duymuş olmasıdır. Kuşeyri, tenkitlerini İslam ülkelerinde mevcut bulunan mutasavvıfların tümüne yöneltmiştir. Risale; büyük Sufi biyografilerini, onlara ait vecize ve hikmetlerden yapılan seçmeleri ihtiva eder. Kuşeyri, şeriatla tasavvufun uyuştuklarını, bu iki sistem arasında bir ahenk bulunduğunu göstermek için var gücü ile çalışmıştır. Tasavvufta otorite kabul edilen hakiki Sufilerin, İslamiyet’in o gün yaşanan şekline gösterilen düşmanlığı reddettiklerini göstermiştir. Ona göre samimi bir Sufi, Sünnilerin anladığı manada hakiki bir Müslüman olmak zorundadır.
Burada şu noktayı da hatırlatalım: Böyle bir kitabın yani risalenin yazılmasına ihtiyaç duyulmuş olması bize, şeriat ve tasavvuf arasındaki şiddetli husumetin hicri beşinci asırda daha arttığını gösteriyor. Kuşeyri, İslam aleminde derin tesirler bırakan ve büyük yankılar uyandıran Risale’sini bunun için yazmış, böylece Peygamberin sünneti ile Sufilik arasında mevcut olan ve fakat kopmak üzere bulunan bağları yeniden tesis etmiştir.
Kuşeyri, Sufi nihilizmine (ademiyye, hiççilik, ibahilik) bütün gücü ile karşı çıkmıştır. Zira ona göre nihilizm, İslam doktrinine aykırı olduğu için Sünni Müslümanlığın reddettiği bir cereyandır.
Gazali ise şeriatla tasavvufu uzlaştırmak için Kuşeyri’nin tuttuğu yolun tersini tuttu. O Sufilere ait telakkilerin Sünni muhitin içine girmesi ve yayılması için çalışmıştı.”(22) Kuşeyri tasavvufu şeriata, Gazali ise şeriatı tasavvufa yaklaştırdı.
KUŞEYRİ VE ŞERİAT
Kuşeyri, İslami olduğu hususunda kimsenin itiraz edemeyeceği tasavvufi görüşleri esas almış, hakiki tasavvuf olarak bunu görmüş, bunun dışında kalan görüşlere: “Önemli değil, olsa da olur, olmasa da…” anlayışı ile bakmış, fakat kendisi ihtiyatı tercih etmiştir.
İbn Teymiye (23), Kuşeyri’yi Allah’ın velilerinden, evliyadan kabul etmektedir. İbn Teymiye gibi tasavvufa muhalif olduğu öne sürülen bir münekkit (eleştirmen) bile Risale’de anlatılan manadaki tasavvufa muhalefet etmemektedir. İbn Teymiye, tasavvufa kusur bulmamaktadır. Ayrıca İbn Teymiye’nin mutlak manada tasavvuf düşmanı olmadığı da anlaşılmaktadır. Zaten o, diğer eserlerinde Cüneyd, Seri, Muhasibi gibi ilk Sufilerden sitayişle bahsetmiştir.
Bugün İbn Teymiye’nin fikirlerini ve Selef mezhebini (24) benimseyenler arasında tasavvufu kökünden reddeden bazı şahıslara rastlanmaktadır. Halbuki ne İbn Teymiye ne de Selef mezhebi mensupları esas itibariyle ve mutlak olarak tasavvuf aleyhtarı değillerdir. Tersine ilk Sufilerin birçoğunu tasvip ve takdir etmektedirler. Fakat yeri gelince de onları ret ve inkar değil tenkit etmektedirler.
Tasavvuf ve zühd (25) kitaplarında, hatta tefsir ve hadis kitaplarında da nakledilen sözler içinde sahih, zayıf ve mevzu olanlar vardır. Bu kitapların böyle olduğu konusunda İslam alimleri ittifak etmişlerdir, bu konuda ihtilaf yoktur.
Fıkıh, tasavvuf ve hadis alimleri, yalan olduğunu bilmeden bazen asılsız şeyler naklederler. Ekseriya dindar alimlerin tutuğu yol budur.
Risale’nin “Rıza” bölümü bu duruma örnektir:
Rıza iki nevidir:
1. Emredileni yapma ve menedileni terk etme konusundaki rıza. Sorunlu olan kısma girmemek şartıyla serbest olan konularda rıza bu kısma girer. “Allah ve Resulü razı edilmeye daha çok layıktırlar.” (Tevbe, 9/62), “Allah ve Resulünün verdiklerine razı olup, ‘Bize Allah kafidir, O ve peygamberi bol bol nimetlerinden bize vereceklerdir. Şüphesiz ki biz Allah’a gönül bağlayanlardanız’, deselerdi daha hayırlı olurdu.” (Tevbe, 9/59) mealindeki ayetlerde anlatılan rıza farz olan bir rızadır. Bundan dolayı bu nevi rızayı terk edenler Kuran‘da şöyle tarif edilmişlerdir: “Sadakalar hakkında sana dil uzatanlar vardır. Onlara istedikleri verilirse razı olurlar, verilmezse öfkeleniverirler. Eğer onlar Allah ve Resulü’nün kendilerine verdikleri şeylere razı olmuş olup, ‘Bize Allah yeter’, ‘Allah ve Peygamber, lütuf ve nimetinden bize bol ikramda bulunacaklardır, doğrusu biz ona rağbet ediyoruz’, demiş olsalardı, bu haklarında daha hayırlı olurdu.” (Tevbe, 9/61,62) mealindeki ayette bu manadaki rızayı terk edenler yerilmişlerdir.
2. Fakirlik, hastalık ve zelil olmak gibi musibetlere razı olmak. Bu gibi konulardaki rıza alimlerden bazılarına göre uygun ve güzel, bazılarına göre ise farzdır. Doğrusu şudur: Sabır gibi bu nevi rıza da farzdır. Hasan Basri (26) “Rıza tabi bir şeydir, fakat sabır müminin itimat ettiği bir husustur.” demiştir. Neticede sabır, başa gelene uymak, geçmesini beklemek değil, çabalamak, en azından direnmektir. Tüm dertlerin devası vardır, meğerki aransın.
Küfür, fasıklık ve isyan haline rıza göstermek, din alimlerine göre mümkün değildir. Ulu ve Yüce Allah kullarının bazı davranışlarına razı olmamakta, tersine bu nevi hareketlere kızmaktadır. Allah’ın razı olmadığı, aksine gadaplandığı işlere kızmamak, öfkelenmemek ve razı olmak bir mümin için nasıl mümkün olabilir? Bu gibi yerlerde rıza göstermek haramdır.
Ebu Süleyman Darani (27): “Kalbime, Sufiler zümresine mahsus olan nükteler ve ilhamlar gelir. Fakat iki adil şahit, ayet ve hadis bunların doğruluğuna şahitlik etmedikleri sürece bunları kabul etmem.” demişti.
Akabe’de Resulullah (s.a.v.)’a biat etmiş olanlar, dünyanın en faziletli insanları Allah Resulü’nden cenneti istemişlerdi. Bilselerdi ki cennetten daha üstün bir şey var, onu isterlerdi. Fakat onlar biliyorlardı ki, istedikleri ve sevdikleri her şey cennette mevcuttur. Hatta cennette hatır ve hayallerinden bile geçmeyen nice nimetler vardır!
Buhari ve Müslim’de rivayet edilen kudsi bir hadiste Hakk Teala, “Kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hayal bile edilmeyen şeyler hazırladım.” buyurmuştur.
Eğer rıza ru’yetullahı (28) talep etmeye mani değilse, ihtiyaç duyulan diğer hususları istemeye neden mani olsun? Malumdur ki ilahi cemali temaşa etmek için cehennemden kurtulmak ve cennet nimetini elde etmek şarttır.
Rıza menfaati celb ve zararı defetmeyi istemeye aykırı değildir. Cenneti istemeye, cehennemden kaçmaya engel olmaz.
Mutasavvıfların hiçbir şey istememeleri, nefse ait arzuların hepsini ve iradelerini terk ederek kendilerini kudretin cereyan tarzına teslim etmeleri onları ruhbanlığa götürdü; şeriattan çıkardı. Allah, helal ve hoş şeylerin yenilip içilmesini, bunlara karşı Allah’a şükredilmesini ve iyi işler yapılmasını emretmiştir. Kuşeyri’ye “Şeriatla tasavvufu uzlaştıran” unvanının verilmesinin sebebi onun bu özelliğidir.
KUŞEYRİ’NİN DİĞER MUTASAVVIFLARLA MUKAYESESİ
Kuşeyri ehliyetsiz mutasavvıfları kötülemek için onlara olanca gücü ile yüklenmiştir. Gazali, zahir ulemasının ehliyetsiz kısmını da yetkisiz mutasavvıflar kadar acı bir dille kötülerken Kuşeyri sadece sahte sofuları yermekle yetinmiştir. Gazali “Rüsum uleması” adını verdiği şekilci ve taklitçi zahir ulemasına her vesile ile hücum etmeyi görev bilmiştir. Kuşeyri buna lüzum görmemiştir. Kuşeyri, şeriata zıt veya şüpheli olan unsurlardan ayıklamış, yabancı tesirlerden temizlemiş, İslam’a uygun bir şeklini bulup ortaya çıkarmış, bu teşebbüsü ile tasavvufu şeriata yaklaştırarak aralarını telif etmiştir. Kuşeyri’den sonra tasavvufun Sünni muhit içerisinde emin ve hızlı bir şekilde yayılmasının sebebi budur.
Velhasıl Kuşeyri’nin şeriatın hükümlerine riayet ve dini hükümleri koruma konusunda gösterdiği gayret neticesiz kalmadı. Ondan yarım asır sonra gelen Gazali, şeriatla hakikati, dini inançlarla tasavvufu uzlaştırmak görevini omuzladı. Tasavvufa temel teşkil edecek dini esasları ortaya koydu. Böylece tasavvufun unsurlarını Kuran ve hadisteki hükümlerle mükemmel bir şekilde kaynaştırdı. Gazali aradığı hakikati tasavvufta bulmuştu, fakat bu onu şeriattan ayırmadı. Gazali eserlerinde ehliyetli zahir uleması ile hakiki Sufiler arasında bir zıddiyetin bulunmadığını ispat etmiştir. Ayrıca, birçok zahiri hükümleri eserine alarak bunların tasavvufa uygun izahlarını yapmıştır. Kuşeyri, tasavvufi görüşlerin şeriata uygun tefsirlerini yaparken, Gazali zahiri hükümlerin tasavvufa uygun izahlarını yapmıştır.
RİSALE’NİN TAHLİLİ
Tasavvufun konusu ‘Ruh’tur(29). Ruhun saf, kalbin pak ve nefsin temiz hale getirilmesi tasavvufun hem konusu hem de gayesidir. Bu hususları gerçekleştiren bir kişi kamil insandır. Şu halde tasavvufun gayesi insanı olgunlaştırmak ve faziletlerle donatmaktır. Kısaca insanı insan yapmaktır.
Konusu ruh olduğuna göre tasavvuf bir bakıma psikoloji demektir.
Dini psikoloji, tasavvufun konusunu teşkil eden hususları ilmi sonuçlara varmak için dıştan ve belli ölçüler ve kaideler içinde inceler. Ahlaki bir gaye gütmez. Zira müspet ilimlerde ahlak ve terbiye gaye değildir. Tasavvufta durum böyle değildir. Tasavvufta dini his, heyecan ve bilgiler terbiye yani pedagojik gayeler için incelenir. Şu halde bir yerde tasavvuf pedagoji olmaktadır. Tasavvufta bu husus “ahlak” ve “edeb” sözü ile ifade edilir. Gerçekten de tasavvuf her şeyden önce bir ruh terbiyesidir.
Kuşeyri, insanda mevcut bulunan hususları tasavvuf açısından üçe ayırır:
– Fiil: İnsanın iradesiyle yaptığı işler, demektir. İbadet, itaat, amel gibi.
– Huy (yaratılış, ahlak): Bunlar insanda doğuştan bulunur. Fakat devamlı ve düzenli çabalar (mücahede, riyazet (30)) ile iyiye doğru değişebilir.
– Hal (ahval): Başlangıçta irade dışında insana gelir. Fakat amelin temizliği nispetinde saf olur. Haller iki nevidir:
1. Vecd, cezbe, sekr, istiğrak (31), kabz (32) ve bast (33) gibi dini his ve heyecandan ibaret olan (mistik) haller. Tasavvufun duygu (hissiyat) yönü budur.
2. Marifet, irfan, ilham, keşf, yakin (34), hakikat, firaset (35) gibi bilgiye ulaştıran haller.
Buna göre, iradesiyle amel ve ibadet eden, kötü huylarını değiştiren ve güzel huylar edinen bir kimsede önce vecd ve cezbe gibi mistik haller yani dini heyecan zuhur eder. Sonra bu hallerin içinden “marifet” ve “irfan” adı verilen mistik bilgiler meydana gelir. Dini heyecan manevi bir tecrübe, irfan ise bu tecrübe ile öğrenilen manevi bilgilerdir. İrfan amelin içinden doğar. Tasavvufun temeli şeriattır. Mistik haller, şeriatın yapılmasını istediği amel, ibadet ve ahlaka dayanırsa bir değer ifade eder. Aksi halde İslam tasavvufu ile diğer mistik cereyanlar arasında bir fark kalmamış olur. İslam’da şeriat herkes için mecburi olduğu halde, tarikat ve tasavvuf ihtiyaridir. Çünkü tasavvuf bir kemal (36) halidir. Buna herkesin gücü yetmez. (37)
Fiil, ahlak ve haller gibi hususların konusu insandır. Bir velinin anlatılması demek, onun fiil, ahlak, hal ve fikirlerinin anlatılması, daha doğrusu tasavvufun anlatılması demektir. Onun içindir ki, Kuşeyri Risale’sine büyük Sufileri anlatmakla başlamıştır. Tasavvufi menkıbelerin fevkalade değerli oluşunun sebebi de budur.
RİSALE’NİN BÖLÜMLERİ
a. Giriş
Bu kısımda Risale’nin yazılış sebebi anlatılmakta, hakiki Sufiler methedilmekte, sahteleri ise şiddetle kötülenmektedir. Kuşeyri’nin bu konuda söylediği sözler az, fakat fevkalade değerlidir.
b. Sufilerin Yaşamları kısmı
Risale’nin bu kısmında 83 Sufi’nin yaşamı anlatılmaktadır. Fakat Kuşeyri’nin esas maksadı, Sufilerin hayat hikayelerini anlatmak değildir. İlk Sufilerin söz, davranış ve halleriyle şeriata gösterdikleri derin bağlılık, bu kısmın esas gayesini teşkil eder.
Bir örnek:
Ebu Hafs Nişaburi (38), Nişabur’un Kurdabad köyündendir. Sufilerin ulularından ve önderlerinden kabul edilir. 260 küsur senesinde vefat etmiştir. Bazı Sözleri:
Dış terbiyedeki güzellik, iç terbiyedeki güzelliğin aynasıdır.
Fütüvvet (39), başkalarına insaf etmek, fakat buna karşılık onlardan insaf beklememektir.
Bir kimse fiillerini ve hallerini her an Kuran ve hadisle ölçmez, (buna zıt olmak üzere kalbine gelen hisleri ve) aklından geçen düşünceleri suçlamazsa onun adı defterin, ‘Allah adamları’ hanesine kaydedilmez.”
İşte Kuşeyri’nin büyük Sufileri tanıtma şekli budur. Şeriata bağlılık konusunda Ebu Hafs’ın sözlerine ilave edilecek bir şey yoktur.
Kuşeyri, eserine aldığı Sufilerin, hakkında dedikodu yapılmamış büyük şahsiyetler olmasına bilhassa dikkat etmiştir. Sufilerin sözlerini naklederken ve menkıbelerini anlatırken de aynı hususa önem vermiştir. Aslında şeriat dışı olmasa bile öyle anlaşılması ihtimali bulunan Sufileri ve Sufi sözlerini eserine almamıştır.
İbn Haldun, Risale’deki Sufileri şu şekilde değerlendirmektedir:
“Kuşeyri’nin Risale’sinde anlattığı Sufiler büyük İslam alimlerindendirler. Bunlar, gayb alemi ile aramızda bulunan perdeleri kaldırma ve o aleme ait hususları öğrenme ihtirası içinde değillerdi. Maksatları, ellerinden geldiğince şeriata uymak ve ona bağlı kalmaktan ibaretti. Tuttukları yolda yürürken, gaybe ait bir şeyi bilme (keşf ve keramet) gibi bir halle karşılaştıkları zaman hemen ondan yüz çevirir ve öyle şeylere önem vermezlerdi. Hatta bu nevi şeylerden kaçar ve bu gibi halleri (gayeye varma konusunda) bir engellenme ve denenme olarak değerlendirirlerdi.
Kavramlar Kısmı
Risale’nin en önemli kısmı budur. Hakiki tasavvuf bu kısımda anlatılmıştır.
Makamlar Kısmı (tasavvuf ahlakı)
Halin devamlı ve kararlı bir şekli olan makamlardan (Makamat-i Sufiyye) bahsetmektedir. Halin devamlı şekli olduğuna göre makam aynı zamanda ahlak manasına gelir.
Tasavvuf ahlakı en güzel ifadesini bu eserde bulmuştur. İslam’da işlenmiş, incelenmiş ve yaşanmış olan hakiki ahlak budur.
Hadisçiler ahlakla ilgili hadisleri aynen nakleder, bunlar üzerinde inceleme ve araştırma yapmazlar. Kelamcılar, felsefi ahlakın tesirinde bulunan mücerret ve nazari bir ahlak anlayışından söz ederler. Sufiler ise şahsen yaşadıkları ve doğruluğunu manevi bir tecrübe ile öğrendikleri müşahhas ve tatbiki bir ahlak anlayışından bahsederler. Başkalarına örnek teşkil edecek kadar güzel ve doğru olan ahlaki davranışlara menkıbe denilir. Sufiler ahlak anlayışlarını menkıbeler halinde ve ideal misaller şeklinde ortaya koyarlar. Onun için Sufilerin hayat hikayelerinin anlatılması tasavvufi ahlak anlayışının anlatılması manasına gelir.
Sufiler, ayet ve hadislerin emrettiği şeyi yapar, menettiği şeyi terk ederler.
Tasavvufi ahlak, manevi tecrübelere dayanan bir uygulamadır. Düşünülen değil, yaşanılan bir ahlaktır.
RİSALE’DEN ÖRNEKLER:
Kuşeyri, Ceriri’nin (40) şu sözünü nakleder: “Bir kimse Allah ile arasına takva (41) ile mürakabeyi hakim kılmazsa, keşf ve müşahede mertebesine ulaşamaz.” Demek ki amelin ve tasavvufun gayesi keşf ve marifettir.
Ebu Hasan Farisi de takvayı böyle anlamıştır. Şöyle diyor: “İki türlü takva vardır: a) Zahirdeki takva dinin hudutları içinde kalmaktır, b) Batındaki takva niyet ve ihlastır.” Burada fiil mahiyetinde olmayan niyet ve ihlasa takva denilmiştir.
Talk bin Habib şöyle diyor: “Takva Allah’ın azabından korkarak ve ondan bir nur (ilham, keşf) üzere bulunarak ona itaat etmektir.” Burada nur sözü ile marifet, itaat sözü ile amel kastedildiğine göre yine takvanın iki yönü bahis konusudur, demektir.”
Ebu Ali Dekkak (42): “Sabredenler, Allah’la beraber olma şerefine nail olurlar.” demiştir. Sabrın gayesi Allah’la olmayı temin etmektir.
Ebu Osman (43) diyor ki: “Şükür, şükürden aciz kalındığını bilmektir.” Görülüyor ki en ideal şükür bir bilgi ve idrak şeklinde ortaya çıkmaktadır. “Kalp ile olan şükür saygı duygusunu devam ettirerek ilahi huzurda el pençe beklemektir.” Buna göre de şükür bir hal olmaktadır.
“Haya; Mevla biliyor, diye ciğerlerin erimesidir.” Burada haya bilgi ile irtibatlandırılmaktadır.
Zunnun (44) demiştir ki: “İki türlü tevbe vardır: a) Avam günahtan, b) Havas gafletten tevbe eder.”
Ebu Ali Dekkak şöyle der:
Üç türlü tevbe vardır: a) Tevbe, b) İnabe ve c) Evbe. Tevbe cehennem korkusundan, inabe cennet tamahı ile, evbe sırf Allah rızası için yapılır (45).
Amel ve ibadet üç şey için yapılır: a) Cehennemden kurtulmak: Necat, b) Cennete girmek: Saadet, c) Allah rızası.
Takva marifet sahibi olmaya, marifet sahibi olmak da takvaya uygun hareket etmeye vesile olmaktadır. Yani bir bakıma ilham ve marifetin gayesi de eylemdir. Amel ve marifet hem yekdiğerinin gayesi hem de vasıtasıdır.
Tasavvuf; bazen amel, ibadet ve ahlak için; bazen de vecd, keşf ve marifet için vasıta olarak görülmek istenmiştir. Bu hususlar makul ölçüler içinde muhafaza edildiği sürece zararlı sonuçlar meydana gelmemiştir. Fakat amel ihmal edilip vecd ve marifete büyük önem verildiği zaman, artık tasavvuf felsefi bir sistem halini alır ve dinle irtibatını kesmiş olur.
Kuşeyri’nin tasavvuf ahlakı anlayışı bazen doğrudan, bazen dolaylı olarak sonraki mutasavvıflar üzerinde geniş ölçüde tesirli olmuştur. Bilhassa Anadolu Sufileri sürekli olarak bu ahlak anlayışının tesirinde kalmışlardır. Risale metin olarak Anadolu’da çok okunmuştur. Ayrıca tercümeleri de yapılmıştır. Türk irfanının inkişafında tesirli olmuştur. Kuşeyri’nin İran kültürü üzerindeki tesirleri de daha eski ve daha derindir.
KERAMETLER MESELESİ
Keramet (46) ne vehimdir ne de hayal. Kuran, hadis ve sahabeden gösterilen deliller İslam inanç sistemi içinde kerametin ret ve inkar edilmez bir yeri olduğuna şahitlik eder. Ehl-i sünnet, “Evliyanın kerameti haktır” diye inanmıştır. (47) Keramet tıpkı mucize gibi tabiat ve akıl üstü bir hadisedir. Kerametin akli ve mantıki bir izahını yapmak, onu tabiat kanunları ile uzlaştırmak boşuna gayret harcamak olur. Kerametin ahlaki ve dini izahlarını yapmak, bunun temin ettiği faydaları ve hikmetleri araştırmak daha müspet sonuçlar verir.
Ama tarihte bazen, doğru ve gerçek olan keramet, cahil veya muhteris sofular elinde hurafe ve efsanelerin kaynağı haline gelmiştir.
Kuşeyri, istikametten bahsederken Ebu Ali Cüzcani’nin (48) şöyle dediğini nakleder: “İstikamet sahibi ol, keramet sahibi olma. Çünkü Ulu ve Yüce olan Rabbin ise senden istikamet istemektedir.” Kuşeyri, “İstikamet, kerametin fevkindedir,” diye inanmış olan bir Sufidir.
Kuşeyri, Bayezid Bistami (49) ile bir zat arasında geçen şu konuşmayı nakleder:
Adam – Falan zat su üstünde yürüyor ve havada uçuyor!
Bayezid – Bunun ne değeri var, kuş da havada uçuyor, balık da suda yüzüyor.
Her hakiki Sufi gibi Kuşeyri’nin de keramete verdiği değer budur.
Şeyh ile Mürit İlişkisi
Kuşeyri’nin şeyh-mürit münasebetleri konusunda verdiği bilgiler de çok faydalıdır. Onun bu konudaki düşüncelerini anlatmak için şeyhin iki nevi hakkında kısaca bilgi verelim:
1) Talim ve terbiye (öğretim ve eğitim) şeyhi. Bu şeyh hem muallim hem de mürebbidir. Hem ilim, hem de ahlak öğretir.
2) Talim şeyhi. Bu şeyh öğretmendir, fakat yetiştirici, terbiyeci değildir.
Birinci manada şeyh, müridin hem eğitimi hem de öğretimi ile meşgul olur. Mürit, her hususta mutlak surette şeyhine tabi olur, her konuda onu takip eder. Bir müridin sadece bir şeyhi bulunur. Kuşeyri’nin Risale’sinde tam olarak bu manada bir şeyh anlayışı yoktur.
İkinci manada şeyh; abit (ibadet eden) , zahit (dinin yasaklarını yerine getiren), salih (dine ve dünyaya faydalı işler yapan), takva sahibi ve alim bir kişidir. Şeyh ile etrafındakiler arasında bir şeyh-mürit münasebetinden çok bir hoca-talebe münasebeti vardır. Fakat bu münasebet sadece bilgi alışverişinden ibaret değildir. Burada şeyhin hem ilminden, hem de hal ve hareketlerinden faydalanmak ve feyz almak bahis konusudur. İlk Sufiler terbiye şeyhine intisap etmişlerse de bir şeyhle iktifa etmek zaruretini duymamışlar ve sonradan anlaşılan manada bir müridin şeyhine bağlandığı şekilde bağlanmamışlardır. (50) Risale dikkatle okunduğu takdirde Kuşeyri’nin bununla son asırlarda anlaşıldığı şekilde şeyhe bağlanmayı değil, bir talebenin hürmet hissi ile dolu bir şekilde hocasına bağlı olmayı kastettiği anlaşılır.
Tasavvufun gayesi amelin miktarını çoğaltmak değil, keyfiyetini yükseltmektir. Şeyh hata edebilir, günah işleyebilir.
Şeyhle şeriat arasında çelişki gören mürit, şeyhe değil şeriata tabi olur. Fakat şeyhe saygıda da kusur etmez. Müritlerin şeyhlerini her konuda körü körüne taklit etmeleri esası Kuşeyri’de yoktur. Müridin sadece belli bir şeyhe bağlanması ve öbür şeyhlerden faydalanmaması gibi hususlardan da bahsetmez. Şeyhe bağlanmak şeriata bağlanmaya, şeriata bağlanmak da şeyhe bağlanmaya mani değildir. İkisi arasında bir uyuşmazlık görülürse daima şeriat tercih edilmelidir. Aslında şeyhe bağlanmak da şeriata bağlanmanın bir yoludur.
KUŞEYRİ’NİN DİĞER ESERLERİ
Kuşeyri Risale’den başka çoğu tasavvuf, tefsir ve hadise ait olmak üzere birçok eserin de müellifidir. Henüz gerektiği gibi tetkik edilmemiş olan bu eserlerin sadece birkaç tanesi şimdiye kadar basılabilmiştir.
Hz. Peygamber’le sahabe arasındaki durum, şeyhle müritleri arasındaki münasebete benzetilerek ilgi çekici açıklamaların yapılması, Kuşeyri’nin dehasını göstermesi bakımından dikkate değer, diyen Süleyman Uludağ hocamız, Kuşeyri “Risale müellifi” diye anılmaktan daha çok “Letaif müellifi” olarak tanınmaya daha fazla layıktır. Zira Risale’de ekseriya nakle dayandığı halde, Letaif’te doğrudan doğruya kendi şahsiyetini ortaya koymuştur. Kuşeyri’nin hayatında yaptığı en hayırlı iş bu tefsiri yazmış olmasıdır. Kuşeyri Letaif’te Kuran’ın mukaddes metnine dikkatle riayet etmiş, mukaddes metindeki ifadelere, delaletler dışında kalan manalar vermemiştir. Kuşeyri’nin bir ayetin tasavvufi ve işari manasıdır, diye takdim ettiği her fikri fazla düşünmeden herkes kabul edebilir. Ayetlerin lafzına, dinin umumi esaslarına ve ilmi düşünceye aykırı düşen bir yoruma bu tefsirde rastlanmaz, diyor.
Mesela Ayette mealen: (Hz. Musa ile yanındaki genç geri döndükleri zaman) bizim kullarımızdan bir kul buldular ki biz ona nezdimizden bir rahmet vermiş ve ona ilm-i ledün (51) öğretmiştik. (Kehf, 18/65).
Kuşeyri’nin tefsiri: Burada geçen kul, “Bizden başkasına kulluk yapmaktan azat olmuş hür kimsedir. Biz onu hayırlı ve faziletli kimselerin arasından seçmiştik, demektir. Ona nezdimizden rahmet verdik. Biz o kulu vasıtasız olarak sıfatlarımızın nurlarından gelen feyz nurunu kabule kabiliyetli ve istidatlı kıldık. Ona ledün ilmi öğrettik. İlm-i ledün Allah’ın zat ve sıfatlarıyla ilgili bir marifet olup, Allah Teala’nın talimi olmadan hiçbir kimse tarafından bilinemez.
Kuşeyri Risalesi’nin tercümesini hazırlamaktaki esas gayemiz, tasavvufu en mühim kaynağından, en emin ve en saf şekildeki yeni nesle tanıtmak, bu hayatı ihya etmek, cemiyetler için itici ve yükseltici bir güç membaı olan mistik enerjiyi yeniden harekete geçirmeye gayret etmek, bin yıllık Anadolu kültürünün yoğrulmasında önemli bir rol oynayan bir eseri milli kültürümüze kazandırmak ve ilmi tetkiklerin kolaylaşmasına yardımcı olmaktır, diyor muhterem hocamız.