Kırklareli Üniversitesi Pazarlama ve Reklamcılık Bölümü Öğretim Görevlisi Kadir Metin Akbaş “Orta Dünya’yı, Elfleri, Cüceleri, Orkları ve aralarındaki iletişimi, etkileşimi bir kez daha kanlı canlı olarak ekranda görmek, heyecan verici” diyor.
Fantastik edebiyatın en büyük şaheserlerinden kabul edilen ‘Yüzüklerin Efendisi’ dizi formatında hayat buldu. ‘Orta Dünya’ hayranlarının merakla beklediği ‘Güç Yüzükleri’ dizisi, Amazon Prime’da yayınlanmaya başladı. 2017 yılında televizyon yayın hakları satın alınan, çekimlerine 2020 yılında başlanan ve ilk iki bölümü 2 Eylül’de ekrana gelen yapım, 1 milyar dolarlık bütçesiyle, ‘tarihin en pahalı dizisi’ unvanına sahip. Dünyada en çok okunan fantastik eserlerin başında gelen Yüzüklerin Efendisi’nin bir diziye konu olması, ilk duyurulduğu andan itibaren, özellikle serinin hayranları arasında büyük bir heyecan dalgası oluşturmuştu. Zengin bir içeriğe sahip olan eserin ekrana taşınacak olmasının zorluğu, herkesin malumuydu. Zira uyarlaması yapılacak olan kısım, Orta Dünya’nın en karmaşık olaylarının geçtiği en uzun zaman dilimini kapsıyordu. Hikâyenin dört başı mamur ve hayranlarının takdirini kazanacak biçimde hayata geçirilmesinin kolay olmayacağı kesindi. Çekimlere başlandığında öğrenilen, zenci Elf, kadın Cüce, çekik gözlü insanlar gibi, aslında kitaplarda hiç olmayan ve hatta oksimoron oluşturan bilgiler de serinin hayranlarını ikiye bölmüştü. 1950’lilerde kaleme alınmış bir eserin 2020’lerin bakış açısıyla yorumlanması, biraz tuhaf bir durum oluşturuyordu. Bunun da etkisiyle dizi, daha yayınlanmadan çokça tartışıldı, kıyasıya eleştirildi. Diziye dair yorumlarımıza geçmeden önce, ‘Yüzüklerin Efendisi’ serüvenin çıkış noktasını hatırlamak gerek.
Tam adı ‘John Ronald Reuel Tolkien’ olan 1892 doğumlu İngiliz dil bilim profesörünün, çocuklarını eğlendirmek amacıyla uydurduğu masalları kitaplaştırmasıyla başladı bu serüven. Mitlere, efsanelere, kadim hikâyelere büyük bir ilgi duyan Tolkien’in, çocuklarına anlattığı bu masalları 1937 yılında ‘Hobbit’ adıyla kitaplaştırması, özellikle akademik çevreler tarafından fazlasıyla yadırgandı. Alanında başarılı bir dil profesörü olan Tolkien’in ‘çocuk kitabı’ yazmış olması, tuhaf karşılandı. Kitabın, çocukların hayal dünyasını zenginleştireceği, okuma alışkanlıklarını artıracağı ve büyüdüklerinde tatlı bir hatıra olarak anılacağı sanılıyordu. Ancak öyle olmadı. Hobbit, sadece çocukları değil, büyükleri de etkisi altına aldı. Tolkien, okurlarına bambaşka bir dünyanın kapısını açmıştı. Hobbit ile başlayan serüven, 1954 yılında yayımlanan ‘Yüzüklerin Efendisi’ üçlemesiyle zirve noktasına ulaştı. Hobbit’in açtığı yol, Yüzüklerin Efendisi ile daha da görkemli bir hale dönüşmüştü. Gerçi, Hobbit’in naifliği, basitliği, çocuklar için yazılmış olduğu gerçeği; Yüzüklerin Efendisi ile birlikte yerini devasa bir öyküye, karmaşık olay örgüsüne ve epik bir destana bırakmıştı.
‘Çocuk masalı’ olduğu düşünülerek hafife alınan, ‘kaçış edebiyatı’ denerek dışlanan bu tür, Tolkien sayesinde, edebi zenginliğinden ödün vermeyen hikâyesiyle, kusursuz kurgusuyla, kendine has kahramanlarıyla adeta ilmek ilmek inşa edilmişti. Mitolojiyle fantezinin, tarihle bilimkurgunun iç içe geçtiği; kıtaları, denizleri, dağları, şehirleriyle içinde yaşadığımız dünyadan farklı olan; insanın haricinde Elf, Cüce, Hobbit, Ork, Ent gibi birbirinden farklı türlerin kendilerine has özellikleri, dilleri ve yaşam şekilleriyle yer aldığı; yaratılışın bile bambaşka şekillerde cereyan ettiği bu evreni oluşturan Tolkien, büyük bir işe soyunmuş ve bu işin altından da başarıyla kalkmıştı. Kaleme alındığı tarih itibariyle ikinci dünya savaşı sonrasına denk geldiği için roman, özellikle Avrupa’da meydana gelen savaşın alegorisi olarak lanse edilince, Tolkien buna şiddetle karşı çıktı. Bunda haklıydı. Yüzüklerin Efendisi’ne, içinde yaşadığımız dünyanın kısa bir kesitinin yansıması olarak bakmak, eksik ve yetersiz kalırdı. Tolkien’in, ölümünden sonra oğlunun ‘Silmarilion’ adıyla yayımladığı kitapta uzun uzun anlattığı şekliyle, aslında başlı başına bir ‘yaratılış miti’ vardı karşımızda. Ve insan türü, bu mitin yalnızca bir parçasını oluşturuyordu.
Tolkien, kitaplarında iyi ile kötünün, aydınlık ile karanlığın, haklı ile haksızın, güçlü ile zayıfın, mütevazı ile kibirlinin bitmeyen mücadelesini anlatıyordu. Tarih boyunca hep var olan bu kadim çatışmanın, zengin bir dil, sayısız kahraman, baş döndürücü bir tarih ve coğrafya bilgisi ile anlatılması, bu kitapları herkes için cazip hale getiriyordu. Hikâye basitti aslında: Ortada, insan krallara verilmiş dokuz yüzük, Cüce hükümdarlara verilmiş yedi yüzük, Elf krallarına verilmiş üç yüzük ve hepsine hükmedecek tek bir ‘yüzük’ vardı. Ve her şey, o tek yüzüğün etrafında şekilleniyordu. Yüzük; iktidarı, yetkiyi, gücü simgeliyordu. Tek yüzüğe sahip olan, diğerlerinin üzerinde yetki sahibi oluyor, onları kendine boyun eğdirebiliyordu. Ancak bu yüzüğü, sadece onu yapan kişi kullanabiliyordu. Yüzük, bir başkasının kullanmasına rıza göstermiyordu. Buna rağmen, yüzüğün etrafına yaydığı çekim gücüne karşı koymak, yüzüğe sahip olma arzusuna gem vurmak kolay değildi. Yüzüğün yok edilmesi gerektiğini bilenler dahi ondan kopamıyordu. Yüzüğün bu büyüsü, okuru da etkisi altına alıyor ve romanı, tüm zamanların en çok satan/ okunan kitapları arasına sokuyordu.
Yüzüklerin Efendisi, ilk kez 2001 yılında Yeni Zelandalı yönetmen Peter Jackson tarafından sinemaya aktarıldı. Kitapların başarılı bir şekilde beyazperdeye uyarlanması, serinin daha da popülerleşmesini sağladı. Tolkien’in anlatmak istediği, filmler sayesinde ete kemiğe bürünmüştü. Kitap ne kadar efsaneyse, filmler de bir o kadar muhteşemdi. Peki, bu ölümsüz külliyat, dizi film olabilir miydi? Serinin hayranları yıllarca bunu tartıştı. Ve nihayet, Tolkien’in oluşturduğu büyülü evren, bu kez televizyon dizisi olarak karşımıza çıktı. ‘Yüzüklerin Efendisi: Güç Yüzükleri’ adıyla yayınlanan dizide, Yüzüklerin Efendisi üçlemesinden binlerce yıl öncesi, yani ‘İkinci Çağ’ anlatılıyor. Ancak, dizinin yapımcıları sadece Yüzüklerin Efendisi üçlemesi ve Hobbit kitaplarının haklarına sahipler; Silmarillion, Bitmemiş Öyküler, Orta Dünya Tarihi ve diğer kitapların hakları onlarda değil. Açıkçası, bu sınırlılıklar çerçevesinde, nasıl bir İkinci Çağ anlatılacağı merak konusu.
Henüz dört bölümü yayınlanan dizi, hem Tolkien’in mirasına ne kadar sadık kaldığı hem de Peter Jackson’ın filmlerinden aşina olduğumuz evreni ne kadar anımsattığı ile yorumlanıyor. Gördüğümüz kadarıyla dizi, serinin hayranları tarafından kare kare inceleniyor, kıyasıya eleştiriyor. Biz de eleştirilerimize başlamadan önce, kitaplarda olmayan ancak yapımcıların hikâyeye eklediği ‘Meteor Man’ isimli gizemli karakterin, dizide en fazla merak uyandıran kişi olduğunu belirtelim. Bu gizemli kişinin, kendisine hayranlık beslediğimiz ‘Gandalf’ çıkması gönlümüzden geçse de; iyi bir şekilde işlenmesi halinde, ‘Meteor Man’ kim çıkarsa çıksın, dizinin artı puan alan taraflarından olabilir.
Dizinin göze çarpan en büyük eksikliği, dile dolanacak kadar çarpıcı bir jenerik müziğine sahip olmaması. Özellikle ‘Game of Thrones’tan aşina olduğumuz gibi herkesçe bilinen bir giriş müziğinin olması, bu tarz dizileri bir adım öne çıkarabiliyor. Böyle iddialı bir yapımda, izleyiciyi coşturacak, akılda kalıcı, epik bir müziğin düşünülmemiş olması, yapımcıların hanesine eksi puan olarak yazılmalı. Beş sezon olarak planlanan ve her bölümü farklı bir senaristin yazıp farklı bir yönetmenin çekeceği dizi, ilk dört bölüm itibariyle senaryo zayıflığıyla da dikkat çekiyor. Dijital platformların hayatımıza girmesiyle birlikte iyi dizilere, iyi hikâyelere, iyi senaryolara, iyi kurgulara, iyi oyunculara, iyi mekânlara, iyi müziklere fazlasıyla aşinayız. Dolayısıyla, seyirciyi kandırmak da ikna etmek de zorlaştı. İzleyici, emek verilmiş, iyi çalışılmış bir yapımı daha ilk sahnesinden fark ediyor. Bu kadar iddialı bir yapımın da bu durumun farkında olarak yayına başlamış olması gerekirdi. Zenci Elf, kadın Cüce gibi detaylar es geçilebilir ancak iyi işlenmemiş bir hikâye, iyi yazılmamış bir senaryo, iyi yapılmamış bir kurgu, heves kaçıran mantık hataları, tam oturmamış oyunculuklar görmezden gelinemez. Külliyatındaki çok küçük bir ayrıntıya dahi büyük önem verdiği bilinen, oluşturduğu ırklar için dil/ lisan, alfabe, tarih, mitoloji dahi üreten Tolkien’in adının geçtiği bir yapımın, daha dikkatli olması beklenirdi.
Telif haklarından dolayı Tolkien’in İkinci Çağı’nı birebir ekranda göremeyeceğiz, yapımcıların kafalarında oluşturdukları ve senaryoya geçirdikleri değişik bir İkinci Çağ izleyeceğiz. Tolkien’e sadık kalacakları noktalar ise kitaplardan aşina olduğumuz isimler ve şehirler olacak ki şimdiye kadar dizide gördüğümüz birçok karakterin, Tolkien külliyatındakilerle, isimleri dışında çok da fazla benzerliği/ yakınlığı yok. Bununla birlikte, dizinin mutlaka bahsedilmesi gereken olumlu yanlarından biri ise benzer fantastik dizilerden, ‘ailece izlenebilir” olmasıyla ayrılması. Tolkien’in çocukları için anlattığı masallar olarak başlayan bu serüvenin, popülerlik ve para uğruna dejenere edilerek ailece seyredilemeyecek kıvama getirilmemesi takdiri hak ediyor. Her ne kadar dizi, Tolkien’in yazdıklarının birebir aynısı olmasa da, Orta Dünya’yı, Elfleri, Cüceleri, Orkları ve aralarındaki iletişimi, etkileşimi bir kez daha kanlı canlı olarak ekranda görmek, heyecan verici. İhtişamlı Numenor krallığını, dudak uçuklatan Khazad-dûm’u, Hobbitlerin göçebe atalarını seyretmek paha biçilemez. Aradan kaç yıl geçerse geçsin, hikâye nerede yaşanırsa yaşansın, iyi ile kötünün, aydınlık ile karanlığın mücadelesi hiç bitmiyor. Tolkien’in yazdıkları, işte bu kadim konuyu anlattığı için hiç eskimiyor ya zaten.