Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay “Ahmed Rasim bütün Kadıköyü vapurlarını ‘beyhude para alınan mahaller’ olarak görmesine karşın, onlardan özellikle 4 ve 5 numaralıları esbab-ı cünundan saymıştır” diyor.
Semt-i dildarımızın Kadıköyü vapurlarında başladığı muhakkak ise de, muharrir yatağındakilerin bazı tontonlara kafayı taktıklarını biliyoruz. Örneğin, Ahmed Rasim, bütün Kadıköyü vapurlarını “beyhude para alınan mahaller” olarak görmesine karşın, onlardan özellikle 4 ve 5 numaralıları esbab-ı cünundan saymıştır. Ramazanlarda lodos patladığında 4’ün ve 5’in kıçlarının havaya dikilip sağa sola ve yukarı aşağıya sallanmaları yüzünden yolculardan çoğunun oruçları bozulduğundan, âkıbet-i fecianın görünümünden midir yoksa kusmuk kokularından mıdır, bilinmez, üstadımız işi iftar vaktinin Kadıköyü’ne naklini bile teklif etmeye kadar vardırmıştır. Bu kadarla kalsa iyi, bir ara da, 4’ün ve 5’in numaraları değiştirilirse, onların daha süratli gidip gidemeyecekleri meselesine kafayı takmıştır. Ama, ne kadar kızarsa kızsın, aksırıklı öksürüklü iki köftehoru bir süre seferde göremeyince de, onları özlemeye başlıyordu ve hemen ziyâretlerine koşuyordu. Sermet Muhtar’ın da “tıknefes” 8 numaralı “Hereke”, 15 numaralı “Nüzhetiye” ve numarasız “Eser-i Şevket” ile dertli olduğu anlaşılmaktadır. Yıllar sonra Kadıköyü ve Haydarpaşa sahilleri doldurulup yeni iskeleler yaptırılmasına karşın, semt-i dildarımızın “tıknefes” vapurlardan bir türlü kurtulamadığı âşikârdır. Bu nedenle, Enis Tahsin Til’in, beyaz boyalı Haydarpaşa vapurlarını Kadıköyü sakinlerinin erişemeyecekleri bir saadet türü olarak tanımladığını ve adalara çalışan 19 ve 20 numaralara hasretle bakıp, “Ah, şunlardan biri Kadıköyü’ne işleseydi ya!” diye söylendiğini biliyoruz.
Kadıköyü’nde deniz doldurulmadan önce iskele bir “ahşap alâmet” olarak Sultan III’üncü Mustafa Camii’nin hizasındaydı ve üzerinde çalgılı bir gazino bulunuyordu. Ama, ince zevklerin adamı Sermet Muhtar, o salaş gazinoda sahne alan Udi Zenop’tan feci rahatsızdır. Onun, yağlı fesli, kirli suratlı, yırtık redingotlu ve kırık udlu Zenop’un mûsikîden hiç anlamadığını ve uduna çatır çutur mızrap vurup berbat sesiyle böğürüp durmaktan başka bir şey bilmediğini yazdığını anımsayacaksınızdır. Cami kapısının yanında Zevk-i Selim Gazinosu vardır, sonra burayı Kuşdili Çayırı’ndaki Gülistan Gazinosu’nun sâhibi Hamdi Bey tutacaktır. Gülistan Gazinosu, derenin kenarında ve ’32 yılında yanan Fenerbahçe Kulübü’nün Kuşdili lokalinin yanındaydı. İki katlı beyaz köşkteki lokalin müştemilatı olan gazinoyu da Hamdi Bey’e yirmi beş liradan Fenerbahçe Kulübü kiralamıştır. Gazinonun iki kapısının üstlerine “Gülistan Gazinosu-Hamdi Bey İdaresinde” yazılı tabelalar asılıymış. Kıvırcık bıyıklı ve koca göbekli Hamdi Bey eski kabadayılardandır. Ahmed Rasim ve Neyzen Tevfik onun mekânında demlenmeyi pek seviyorlardı. Ama, bir süre sonra, Kuşdili’nin papaz uçuran takımı Kalamış’a ve Moda’ya takılmaya başlayınca, Hamdi Bey’in işleri bozulur. Çarşıdaki meyhânesi de epeydir bomboştur. Sanırım ’28 yılında en son onu orada Daim Oruçlu ile Rıdvanzâde Kemal Ahmet ziyâret etmişlerdi. Hamdi Bey borçlarından dolayı eski neşesini büsbütün kaybettiğinden, muharrirlerimiz meyhânede hayli kasvetli saatler yaşamıştır. O geceden en fazla bir hafta sonraysa Hamdi Bey’in vefâtı Bâb-ı Âli’ye bomba gibi düşer. Kuşdili’ndeki gazinosunun bahçesindeki bir akasya ağacının dalına kendisini asmıştır.
Hamdi Bey’in çarşıdaki meyhânesinin yerine sonradan Lokman Fırın açılmıştır, Sermet Muhtar’ın yazdığı laternalı iki selâtin meyhânesinden biri fırının yanındadır, diğeriyse karşısındadır. İkisinin de asıl müşterileri Rumlardır. Bizimkilerse daha ziyâde Mardik’in veya Markar’ın kilise tarafındaki meyhânelerine takılıyorlardı.
Mardik’e sadece rakıcılar gitmiyordu, bezikçiler de oradaydı. Çünkü, Mardik Efendi iflah olmaz bir bezikçiydi. Onun bezik arkadaşlarından Onnik Yusufyan ve Artin Efendi Kadıköyü’nün eşhâs-ı meşhûresindendiler. Ahmed Hâşim hem Ahmed Rasim’in sohbetine hem de bezik oynamaya Mardik’e uğrayanlardandır ama, Hâşim üstadımız asıl tavlacıdır.
Ahmed Rasim sağdan ikinci masada ağır ağır yudumladığı rakısına mevsim meyvelerinden birini meze yaparken, Nizamettin Kaptan, Ağabeyzâde Agâh ve Mahmut Yesari çoktan mest-i harab olmuşlardır. Naci Sadullah’ın yazdığına göre, Ahmed Rasim bir gece Mardik Efendi’ye, “Ben öldükten sona her yıl mezarıma bir şişe rakı dök, gelirken hesabı da getir!” demiş. Bunu unutmayan Mardik Efendi de her ölüm yıldönümünde üstadın mezarına gidip bir şişe rakı dökmüş. Ama, bir defasında mezarlığın bekçisi Mardik Efendi’yi yakalamış ve onu karakola teslim etmiş. Ancak araya matbûatın kelli felli adamları girip de, bunun bir vasiyet olduğunu açıklayınca, Mardik Efendi hapse girmekten kurtulmuş.
Ahmed Rasim’de Mardik bir değil, ikidir. Diğer Mardik, az ileride, denize yaklaşmadan Mühürdar’ın başındaki Aristidi’nin meyhânesindedir. Gençliğinde balıkçı reislerindenmiş, her hayta gibi tulumbacılık da yapmış. Kadıköyü’nün Rumları ve Ermenileri pek geçinemezlermiş ama, Aristidi ile Mardik arasında su sızmadığının tanıkları çoktur. Mardik Reis rakısına limon suyuyla kardığı tahin helvasını ve esrarlı nargilesini meze yapanlardandır.
Yaz geceleri mehtap varsa, Ahmed Rasim mutlaka Şifa’da Yervant’ın meyhânesindedir. Çünkü, mehtapta Kalamış Koyu’nu seyrederek demlenmenin tadına doymayanlardandır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk de “Sakarya” motoruyla gezintiye çıktığında, koyda Belvü Gazinosu’nun açıklarında demir attırıp, ışıkları söndürtür, öyle demlenirmiş. Rakısı Dimitrakopulo’dur, mezesiyse “stragalya” denen tuzlu Sakız leblebisi. ‘40’lı yılların Kalamış Koyu içinse Müzehher Hanım’ın anıları nefis bir kaynaktır ama, satırlarında maalesef Kalamış’a özgü olan kokuyu hiç duymadım. ‘70’lerin başlarında bile ıhlamurların kokusunun Kalamış Koyu’ndaki havayı baygın bir nefes gibi yumuşattığını bilirim. Bu defa semtin mülkiyeti Todori’de iki kadeh atmış olan İhsan Ünlüer’dedir. Napolitenleriyle herkesi taze zeytin rengindeki gökten sarı sıcak titreyen aya tırmandırmıştır.
Gelibolulu Mustafa Âli, “Her kedâ fehm eylemez, âyin-i Cem’dir bezm-i mey” der. Rakısından aldığı yudumu dilinin üst arka tarafındaki damak boşluğunda hapsetmeden yemekle boğazdan aşağı gönderenler içmesini bilmeyenlerdir. Onlarla aynı masaya oturulmaz. Bir de rakıyı yemeğine meze yapanlarla içilmez. Örneğin, Kemânî Tatyos Efendi ile Tanbûracı Osman Pehlivan öyledirler. Oysa, Yahya Kemal, doymak bilmeyen bir obur olmasına karşın, rakısının yanına yemek değil sadece kırmızı turp istermiş. Yani, rakı içmesini bilenlerdendir. Rakılar arasında ayrım yapmayıp hangisini bulursa onu dipsiz bir kuyu gibi içeneyse ayyaş denir. Sohbet mükemmelse en fazla “domuz sıkısı” ölçeğin peşinden bir “kız dublesi” içip bırakacaksın, damak tadına uygun rakı yoksa da asla demlenmeyeceksin.
Denizden sahile ’20 yılında çıkarsanız, Burhan Cahit’in “Ayten” romanındaki Kalamış’ı bulursunuz. Alman’ı ve İngiliz’i çoktur. Gürültücü genç kızlarıysa “kızgın güneş altında şekerlenmiş buruk lezzetli böğürtlenler” gibidir. Diyojen Ali semtin biraz daha eskisidir, Belvü’nün duvarının dibindeki bir fıçıda yaşamış. O yıllarda zurnacı Arap Mehmet de Selâmsız’da oturmasına karşın hemen her gün Kalamış’a uğrayanlardandır. Daim Oruçlu bir makalesinde, “Arap Mehmet’i mesirelerde meyhânelerde değil, asıl sabaha karşı Kalamış Koyu’nda dinlemek gerekirdi” diye yazmıştı. Orta boylu, fazlasıyla esmer, suratı çiçek bozuğu ve burma bıyıklı Arap Mehmet, oğlunu öldürdüklerinde, günlerce Kalamış Koyu’nda gözyaşı dökmüştür. Bu ismi kimden duyduğunuzu nâfile düşünmeyin, Osman Cemal üstadımız kendisini her fırsatta anmıştır. ‘40’larda ve ‘50’lerdeyse, haftanın birkaç günü, Koço’da, Vâ-Nû’yu, Müzehher’i, Burhan Cahit’i, Sâmiye’yi ve Yahya Kemal’i görmek mümkündür. Fener Patriği Maksimos da, pastacı Koço Bekas da, Selâhattin Pınar da oradadır. Sinop doğumlu Maksimos’un “solcu” olduğu için ayağının kaydırıldığı söylenirdi. ’72 yılında İsviçre’de vefât etti. Pastacı Koço ise, Arı Pastahânesi’ne ortaktı. Yanlış anımsamıyorsam, Arı Pastahânesi eskiden Kadıköyü yönüne doğru Kızıltoprak otobüs durağının arkasındaydı.
İsmail Dümbüllü yaşamının son yıllarında Fener-Kalamış Caddesi’ne sapmadan önceki Bostan İçi Sokak’taki Esen Apartmanı’nda oturmuştu. Bu sokağın ismi günümüzde Sadberk’tir. Oraya da Rüştiye Sokak’tan taşındığı yazılmıştır. Cahit Uçuk’un ailesi üç buçuk yıl kadar Bağdat Caddesi ile Fener-Kalamış Caddesi ayrımın başındaki güzel fakat biraz bakımsız bir köşkteydi. Cahit Hanım, “Erkekler Dünyasında Bir Kadın Yazar” ismini verdiği anılarında, kışları Kızıtoprak’ta yaşamak zor olduğundan, güle isteye Mühürdar’a geçtiklerini yazıyor. Fener-Kalamış Caddesi’nin başladığı yerde, benzin istasyonundan sonraki apartmanda, ’80 başlarında, şâir ve bilim insanı M. Yılmaz Öner oturuyordu. Onun karşı sırasında, ’18 ile’20 arasında, Cavit Paşa’nın köşkünün bahçesindeki iki katlı evde Ömer Seyfettin kalmıştır. Bu ev şimdiki Körfez Sokağı ile Yelken Sokağı arasındaydı. Süheyl Ünver’in evi de aynı cadde üzerindeydi. Nezahat-Ziya Somar ailesi ‘60’larda Feneryolu Sokak’ta Arsebük’e kiracıydı. Ziya Somar’ı ’78 yılında kaybettik, “unutulmuş romancı” Nezahat Hanım’ın Kalamış’taki son adresiyse Tevfik Paşa Sokak’taki Rana Apartmanı olmuştur. Kalamış iskelesinden Fenerbahçe tarafına giden yolun solunda Ali Kemal’in dulu Sabiha Hanım’ın bir dairesi vardı. O yaşında “multipl skleroz” hastası olan oğlu Zeki Kuneralp’e bakıyordu. Sağdaysa, çam ağaçlarının arasında, semtin ’56 sonrasındaki en güzel apartmanı bulunuyordu. Üç katlı apartman Esat Mahmut Karakurt’undu. Romancımız, dalyancıların cenneti Kalamış’ta oturmasına karşın, ağzına balık koymayanlardandır. Ama, yemek etsizse ona da dudak bükermiş. Günde iki paket sigara, on fincan da kahve içtiğini Oğuz Özdeş’e kendisi söylemiştir. Hiç evlenmemiştir, çapkınlıktaki yegâne rakibiyse Vâ-Nû’dur. Bu yüzden ara sıra Vâ-Nû’yu tokatlamıştır. Şehrin evli ve bekâr kadınları arasında pek revaçtadır. Fakat ünlü ve evli bir kadın romancımız vardı ki, Esat Mahmut için çıldırıyordu. Defalarca kapısına kadar gelmesine karşın, sonrasına cesaret edememiştir. İsmi mi? Onu bulmayı da size bırakıyorum…