Hukukçu Nimet Demir, insan yasa ilişkisi üzerinden kamuoyunda tartışma konusu olan ‘başörtüsüne anayasal düzenleme’ gündemine değiniyor.
Kuralların varlık nedeni topluluk halinde yaşamak zorunda olan beşerin birbirlerine müdahalesine engel olmaktır. Adaletsizliği önlemektir. İyi komşuluk için çit çekmektir. Adaletsiz olarak görülen davranışları yasaklamaktır. Velhasıl Hegel’in tabiriyle nefyi nefyetmektir. Kuralların yaşı yaklaşık yetmiş bin yıl önce ortaya çıkan ve atalarımız olduğu söylenen Homo Sapiens’in yaşı ile koşuttur. Yasalaşma faaliyeti ise çok sonradır. Bilindiği kadarıyla ilk yasa MÖ 2050 yılında Mezopotamya’da Ur Kralı Ur-Nammu tarafından yapılmıştır. Onu MÖ 1750 yılında ölen Hammurabi takip etmiştir. Dünyamızın büyük bir bölümünde kontrolü yasalara verme itiyadı halen devam etmektedir. Biz bu makalede, esas olarak insan yasa ilişkisine, tali olarak da başörtüsü için yasal güvence arayışlarına değineceğiz.
İNSAN; TAMAMLANMAMIŞ VARLIK
Adına ister tekâmül densin, isterse evrim, fark etmez; gerçek şu ki, insan denilen varlık bir oluşum/gelişim içerisindedir. Yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar bu evrimin insanla birlikte biyolojik kısmının son bulduğu, ruhsal evrimin ise devam ettiği söyleniyordu(Ali Şeriati, Sanat). Ancak günümüzde insan beyninin kapasitesinin artırılması, DNA’sının değiştirilmesi gibi konular gündeme gelmiş bulunmaktadır. Yani biyolojik evrimin de devam ettiğini görmekteyiz. Tekâmülün/evrimin varlığı ve devam ettiği genel kabul görmektedir. Hariri gibi bilim adamları evrimin hayvandan-insana, insandan-Tanrıya doğru bir süreç takip ettiğini belirtirlerken, kadim öğretilerde tekâmülün hayvandan-beşere, beşerden-insana doğru bir seyir içinde olduğu söylenmektedir.
Şimdi bulunduğumuz süreç insanın evriminde hangi aşamaya tekabül etmektedir? Rivayet muhtelif. Erıch Fromm, 1973’te yayınladığı ‘’İnsandaki Yıkıcılığın Kökeni’’ isimli eserinde, tarihsel zaman açısından insanın gelişim seviyesini ‘henüz birkaç dakika önce doğduğu, göbek kordonunun kesilmediği’ bir aşama şeklinde tasvir eder. Hariri’nin 2012 yılında yayınladığı ‘’Sapıens’’, 2016 yılında yayınladığı ‘’Homo Deus’’ isimli eserlerine bakarsak hayvan ve insan süreçlerini tamamlandık, Tanrıya dönüşmek üzereyiz. Kadim Hint öğretisinden esinle Osho 2004 yılında yayımladığı ‘’Özgürlük’’ isimli eserinde, insanın hayvani doğasından ‘içgüdüsünden’ yeni uzaklaştığını, aklın ve bilincin doğasına ise henüz kavuşamadığını, bu yüzden arafta bulunduğuna değinir.
İslami öğretide beşer-insan ayrımı yapılır. İnsanın biyolojik yapısı beşer tabiriyle ortaya konulurken, akıl, irade ve bilinç sahibi varlık vurgusu insana yöneliktir. Tasavvuf insanlığı bir makam olarak telakki eder ve bu makama ‘’hazreti insan’’ tabirini uygun görür. Genel kanaat henüz hazreti insana ulaşamadığımız yönündedir.
YASA; HAYVANIN ERDEMİ
Malum olduğu üzere, yeme, içme, uyuma, barınma, korunma, cinsel doyum gibi ihtiyaçlarımız hayvanlarla ortaktır. Yeri gelmişken Erıch Fromm’un akıl ve zekâ arasında ilginç bir tespitine değinmek isterim. O, aklın insani bir yeti olduğunu, düşünce yoluyla dünyayı anlamasına imkân verdiğini, zekânın ise hayvani bir nitelik taşıdığını, insanın bu yetiyle de dünyayı kullandığını belirtir.
Yasalarla; insanların yemek, içmek, giyinmek, barınmak, üremek gibi kuvve-i şeheviye den kaynaklı ihtiyaçlarını adil bir şekilde karşılamayı; insanı zekânın hilelerinden ve öfke gücünün saldırılarından korumayı amaçlarız. Görüldüğü üzere, yasalara, hayvanlarla ortak yetilere sahip olduğumuz alanlarda müracaat etmekteyiz. Yani bir bakıma yasalar hayvani yönümüzü dizginleme ihtiyacının sonucudur. Hayvani yönden kasıt güç ve kuvvetin egemenliğidir. Yasayla kuvvetti değil adaleti amaçlarız. Nitekim anayasayla iktidarı vatandaşın hak ve özgürlükleri lehine, ceza kanunlarıyla güçlü ve azgınları insanların can, mal ve ırzları lehine sınırlandırırız. Diğer hukuki mevzuatla hak ve yükümlülükler çerçevesinde medeni bir yaşam vücuda getirmeye çalışırız. Bilge lider Ali Izzetbegoviç ‘’Doğu ve Batı Arasında İslam’’ isimli kült eserinde, bu hususu vurgulayan ‘iktidarın sınırlandığı yer ve zamanda hukuk başlar. Tabi, bu sınırlamanın güçsüzler lehine olması gerekir. Diktatörlük hukukun askıya alınmasıdır.’ İfadeleri dikkate şayandır.
Yeme, içme, uyuma, barınma, korunma, cinsel doyum gibi ihtiyaçların kuvvete bedel yasalar çerçevesinde karşılanması, öfkeye hâkim olma, kurnazlığa başvurmama… Yani hayvani doğanın aşılması elbette bir erdemdir.
YASA; İNSANIN AYIBI
İnsan akıl, irade ve sezgileriyle oluşturduğu bilinç sayesinde hayvandan ayrılmaktadır. İnsani olan bu yetilerden teorik aklıyla tabiatı tanıyıp, onun cebrinden kurtulmakta; pratik aklını, kendi kemalatına merdiven yapmakta, sorumluluklarını yerine getirip, medeni bir toplumun oluşumuna katkı sunmakta; estetik aklıyla tabiata ve toplum hayatına güzellikler kazandırmakta, kendi özünü inşa etmektedir. Tabiata, topluma ve kendine karşı sorumlu ve benliğini bunlarla güçlendirmiş, aklın ve bilincin doğasını özümsemiş, özgür bir insanın, hayvani tepileri sınırlandırmak için vücuda getirilmiş bir yasaya ihtiyacı yoktur. Ve olamaz.
Özgür insanlar kontrolü yasalara devrederek kendilerini sorumluluktan azade kılmazlar. Çünkü özgürlük bizatihi sorumluluk demektir. Özgürlük ve medenilikle, yasa, ters orantılıdır. Misal istersen İngiltere’ye bakabiliriz. Nispeten özgür ve medeni bir ülke olan Birleşik Krallıkta yazılı bir anayasa bile yoktur. Esasen çoğu kadim kültürlerde de yasaya ihtiyaç duyulmadığı görülmektedir. Mesela Budizm’de ahlaklılık kurallara dayanmadığı.
Kurallar yerine şefkat, ihtiyat çerçevesinde bilgelerden tavsiye alınarak sorunun halli cihetine gidildiği bir gerçektir(Patrıcıa S. Cuhurchland, Vicdan). Anadolu’nun pek çok yerinde de bu tarz bilgelik yaygındır. Aile büyüklerinin örgün eğitim almadığı bir mahallede büyüdüm. Ancak mahallemizde çoğu insan sağduyu sahibi, ileri görüşlü, ahlaki kibre ve çürümeye bulaşmamış kişilerdi. Aileler arasında çıkan sorunlar hiçbir zaman adliyeye intikal ettirilmezdi. Mahallenin büyükleri yaşam deneyimleri ve sağduyu çerçevesinde sorunları çözerdi. Babamın vefatı nedeniyle veraset ilamı almak için annemin adliyeye gidip intifa hakkını tercih edip etmeyeceğini bildirmesi gerekiyordu. Annemin buna nasıl direndiğini dün gibi hatırlıyorum. Çünkü adliyeye gitmek bir utanç vesilesiydi. Velhasıl yasanın varlığı ve çokluğu meziyet değil, aksine kusurdur. Zira bu durum henüz insanın mümeyyiz vasfı olan aklın ve bilincin tabiatını kendimizde yerleştiremediğimizin göstergesidir.
BAŞÖRTÜSÜ DÜZENLEMESİ
Sayın Kılıçdaroğlu’nun muhafazakâr kesiminin güvensizliğini gidermek babından olsa gerek ortaya attığı ‘’başörtüsüne yasal güvence’’ teklifi oldukça ses getirdi. Basında bu olay siyasi bir poker şeklinde lanse edildi. Basının algısına göre Kılıçdaroğlu’nun teklifini/elini gören iktidar partisi el yükselterek ‘’anayasal güvence’’ restiyle karşılık verdi. Şimdi ise ciddi ciddi anayasal düzenleme için kollar sıvandı.
Esasen söz konusu girişim aklın ve bilincin tabiatından uzak bulunduğumuzun, hukuk bilimine önem vermediğimizin açık ve net bir göstergesidir. Yasa güvencesinin iptidai bir aşama olduğuna, insani açıdan bir ayıp teşkil ettiğine yukarıda değinmiştim. Tekrarlamayacağım. Hukuk bilimi açısından olaya baktığımızda ise; anayasaların iki temel işlevi vardır: Birincisi, iktidarı vatandaşın hak ve özgürlükleri lehine sınırlandırmak; ikincisi, devleti kurgulamaktır.
Anayasa tekniği açısından birinci işlevi ele alalım. Esasen temel hak ve özgürlükler insanlara dâhil oldukları toplum veya yönetim tarafından verilmez. İnsanlar bunlara doğuştan sahiptirler. Dokunulmazlık zırhı bu özelliklerinden kaynaklıdır. Anayasalarda yer almalarının sebebi dokunulmaz olduklarını iktidara hatırlatmak ve iktidarı sınırlandırmak içindir. Bu haklar özlerine dokunulmamak kaydıyla anayasada tahdidi olarak sayılan sebeplerle ve ancak yasayla sınırlandırılabilir. Güvence altına alınan hak ve özgürlüklere anayasada genel olarak yer verilmekle yetinilir.
Mesela basın özgürlüğünün varlığının zikredilmesi yeterlidir; ayrıca etnik, dini ve kültürel gurupların tek tek adları sayılarak gazete çıkarma hakları olduğu vurgulanmaz. Böyle bir ayrıntı abesle iştigaldir. Zira basın özgürlüğü içerisinde bu gurupların gazete çıkarma hakları zaten mündemiçtir. Olayımızda Müslüman kadınların başörtüsü takma hakları zaten anayasada yer verilen ‘din ve vicdan özgürlüğü’ ilkesi kapsamındadır.
Ayrıca ‘’başörtüsü takılması veya takılmaması sorun değildir’’ demek fuzuli olacaktır. Bu mantıkla hareket edersek o zaman her bir hak ve özgürlükle beraber bu hak ve özgürlüğün şemsiyesi altına giren tüm unsurlara anayasada tek tek yer vermek gerekecektir. Nasıl ki zikredilmesine gerek olmadığı halde Alman Anayasasında yer alan direnmenin bir hak olduğuna dair madde, Alman halkının bir zaafına, yani yasa olmaksızın hiçbir şeye teşebbüs etmediklerine yorumlanmaktaysa, aynı şekilde kadınların kıyafet düzenlemesi de ülkemiz insanlarının birbirlerine güvenmediğinin anayasa metni ile izhar ve ilanı olacaktır. Bu durumun bize yakışmadığını düşünüyorum.