Maltepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Durmuş Günay “Üniversiteli oranıyla dünyada 39’uncu sırada olan Türkiye, üniversiteyi nitelik ve nicelik olarak büyütmeyi hedeflemeli. Sorunlarımızın çözümü yüksek düzeyli bir toplum olmakta” hatırlatmasında bulunuyor.
Üniversiteye dair yaygın yanlış yargılar var. Bu yargılardan ikisi üzerinde duracağım:
I. Mezunları iş bulamadığı halde bu kadar üniversite açılmasına ihtiyaç var mı?
II. Üniversite sayısının ve üniversite giriş kontenjanlarının artışı dolayısıyla kalitenin düştüğü endişeleri haklı mıdır?
I. ÜNİVERSİTE MEZUNLARI İŞ BULAMIYOR
BU KADAR ÜNİVERSİTEYE İHTİYAÇ VAR MI?
Bu yargıyı, önce, niceliksel verilerden hareketle değerlendirmeye çalışalım.
2022 yılında, Türkiye’de, üniversite giriş sınavına başvuran aday sayısı: 3 243 425. Örgün (yüz yüze) yükseköğretim (lisans+önlisans) kontenjanı: 867 224. Yerleşen aday sayısı: 850 631. O halde kontenjanın, 850 631/867 224 = %98’i dolmuş. Örgün öğretime yerleşen adayların başvuran adaylara oranı: 850 631/3 243 425 = %26.
Açık öğretime yerleşen aday (lisans+önlisans) sayısı: 154 859. Açık öğretimde doluluk oranı: %100. O halde Örgün ve Açık Öğretime yerleşen adayların toplam sayısı: 850 631+154 859 = 1 005 490 olduğuna göre, örgün ve açık öğretime yerleşenlerin başvuru sayısına oranı = 1 005 490/3 243 425 = %31.
Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Üniversite talebinde bulunanların yaklaşık dörtte biri (%26’sı) yüz yüze öğretime kabul edilmiştir. Üniversiteye, örgün + açık öğretim başvuranların üçte birinden daha azı (%31’i) yerleşebilmiştir. Yani toplumun yükseköğretim talebinin üçte birinden daha azı karşılanabilmiştir. Talebin yaklaşık %70’i karşılanamamıştır. Bu durumda, üniversite sayısı ve kontenjan az mı yoksa çok mudur?
Üniversiteler ülkenin ihtiyaç duyduğu nitelikte ve nicelikte insan gücü yetiştirmek durumundadırlar. Üniversitenin mezunlarını istihdam etmek gibi bir misyonu yoktur. Mezunlarını, daha çok, profesyonel anlamda mesleğe HAZIRLAR. Üniversiteler, meslek okulları değildir.
Üniversite, esas itibariyle, alabildiğine derin, teorik araştırmalar yapan, varlığın nihai doğru bilgisinin peşinde koşan, kısacası hakikati arayan insan topluluğunun kurumudur. Daha üstü olamayan bir bilgi kurumudur.
Üniversitenin misyonları vardır elbette. Bunlar şöyle sıralanmaktadır.
a. Eğitim-öğretim yapmak
b. Araştırma yapmak ve kendi ihtiyaç duyduğu bilim adamını yetiştirmek.
c. Topluma katkı yapmak,
d. Kültür kazandırmak (bu misyon tarafımızdan eklendi)
Batı’da üniversitenin misyonu ne ise bizde de odur. Batı’nın söylediği ve yaptığı her şeyi) sorgulamasız olarak doğru kabul eden aksiyomatik bir eğilim vardır. “Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok” denilir. Hal böyle olunca, dördüncü misyon olarak eklediğimiz kültür misyonu, Batı unuttuğu için bizde de unutulmuştur.
Avrupa Konseyi tarafından yükseköğretimin dört amacı olduğu dile getirilmektedir:
a. Sürdürülebilir istihdam için hazırlamak;
b. Demokratik toplumda aktif yurttaşlar olarak hayata hazırlamak;
c. Kişisel gelişme;
d. Öğrenme, öğretme, ve araştırma yoluyla geniş ve ileri bilgi tabanını
muhafaza etmek ve geliştirmek.
Yükseköğretimin yapısı ve müfredat bu amaçlar doğrultusunda tasarlanmalıdır.
Yukarda dile getirildiği üzere, yükseköğretimin 4 amacından birisi istihdama hazırlamaktır. Mezunlarının istihdamını sağlamak değildir.
Kendi anlayışını ve beklentisini üniversiteye yükleyip, üniversiteden o anlamın gereğini beklemek gibi bir algı kayması söz konusu olabilmektedir.
İlköğretim ve ortaöğretim (12 yıl eğitim-öğretim) zorunludur. Ama yükseköğretim isteğe ve hangi alanda öğretim göreceği adayın tercihine bağlıdır. Türkiye’de yükseköğretim talebinde bulunanların yaklaşık yüzde 70’i üniversiteye erişemediğine göre toplumun önemli ölçüde yükseköğretim talebi var demektir.
Devlet ve özel sektör ihtiyacı ve imkânı ölçüsünde her zaman ve her alanda rekabet içinde işgücü istihdam etmektedirler. Devlet veya özel sektörün tüm yükseköğretim mezunlarına istihdam sağlamak gibi bir zorunluluğu ve imkânı yoktur.
Yükseköğretim mezunları hangi alanda çalışırsa çalışsın yaptığı işin daha nitelikli olması beklenir. Bir toplumun gelişmişlik ölçütlerinden biri de nüfus içinde yükseköğretim görenleri oranıdır.
OECD (Ekonomik İş birliği ve Kalkınma Örgütü) 2022 yılında yaptığı araştırmada yükseköğretim mezunlarının nüfusu içindeki oranına göre ülkeleri sıralamıştır. Türkiye, 85 milyon nüfusu içinde yüzde 22 yükseköğretim mezunu ile dünya ülkeleri arasında 39’uncu sırada. Kanada’nın nüfusu içindeki yükseköğretim mezunlarının oranı yüzde 60, bu oran Rusya için yüzde 57, Japonya’da yüzde 53, Güney Kore’de yüzde 51, ABD’de yüzde 50, İsrail’de yüzde 50’dir.
Mezunların istihdam edilememesi, olumlu bir durum değildir elbette. Ancak, yaşanan sorunlar kişilerin girişimcilik ve yaratıcı yeteneğinin harekete geçmesini zorlayabilir ve yeni iş alanlarının yaratılmasına vesile olabilir. “Bir şey zîk oldukta müttesi olur” (bir şey sıkışırsa genişler) diye bir Mecelle ilkesi var. Her eylem amaçlanmamış sonuçlar istihsal eder (üretir). Sorunlar bize dinamizm sağlar. Sorun karşısında sabır ve çözüme odaklanmak gerekir. “Hayat sorun çözme sürecidir”. Bu, hem birey için hem de toplum için böyledir.
Günümüzde, gelecekte ülkenin insan gücü ihtiyacı tahminlerine göre, üniversite sayısının ve öğrenci sayısının belirlenmesini öngören planlama anlayışı söz konusu değildir. Hayat büyük ölçüde belirlenemezdir.
Dünya genelinde, çalışanlar, her yıl belli bir oranda iş değiştiriyor. Teknolojinin değişiminin sonucu olarak yeni meslekler ve iş alanları doğuyor. Eski meslekler kaybolabiliyor. İnsanlar, giderek daha kısa periyotlarla iş değiştiriyor. Bütün bu değişimler planlamayı zorlaştırmaktadır.
İnsan, yaşadığı sorunu mutluluktan daha çok algılar. Örneğin, ayakkabı vurduğunda bütün dikkatimiz acıyan ayağımızda olur, acımayan yerlerimizde değil. Şikayet ve acının sesi çok çıkar. Mutluluk ve iyilik suskundur, acılar ve mutsuzluklar kadar algılanmazlar. İşsizlikte de benzer bir durum vardır.
Burada yükseköğretim mezunlarının istihdamı ile ilgili TÜİK istatistiklerini paylaşmak isterim. 1 Ağustos 2022’de yayımlanan, “Yükseköğretim İstihdam Göstergeleri 2021” e göre, 2011-2020 arasında yükseköğretim lisans mezunlarının ortalama istihdam oranı yüzde 71.1, ön lisans mezunlarında bu oran %63 olarak gerçekleşmiş. Mezuniyetten sonra, iş bulma ortalama süresi, 13.6 ay olarak gerçekleşmiş. Bu göstergeler, yaygın söylemin tersine, hiç de küçümsenecek istihdam göstergeleri değildir.
II. ‘ÜNİVERSİTE SAYISI VE KONTENJANLARI ARTARSA KALİTE DÜŞER’ YARGISI DOĞRU MUDUR?
Bilindiği üzere, ÖSYM sınavı, merkezi bir sıralama sınavıdır. Varsayalım ki üniversite sayısı ve kontenjan daha da artmış olsun. Başvuru 3 243 145 yerine 10 milyon, kontenjan 2 milyon olsaydı, ne olurdu? Yine 850 bin kişi yerleşirdi değil mi? Yine 850 bin kişinin içinden ilk 5 bini yine aynı üniversitelere yerleşirdi. Diğer adaylar puanlarına göre diğer üniversitelere yerleşeceklerdir. Kontenjanların artması dolayısıyla, en iyi diye nitelenen üniversitelerin dışındaki üniversitelere yerleşmiş olanlar, en iyiler gibi olmasa da hiç yükseköğretim görmemektense biraz daha düşük düzeyde de olsa öğrenim görmüş olacaklardır.
Bütün üniversite programlarında öğrenciler programın gerektirdiği minimum öğrenme kazanımları (learning outcomes), sağlayarak mezun oluyorlarsa kalite sorunundan söz edilemez. Öğrenim kazanımları, bilgi, beceri ve yetkinliğin toplamıdır. Bu kazanımlar garanti edilmeksizin öğrenci mezun olabiliyorsa, sorun eğitim sistemindedir. Yükseköğretim sitemini oluşturan müfredat, hocalar vb. bileşenlerdedir.
Toplum, basmakalıp yargılarla yanıl(tıl)maktadır. Üniversite sayısı ve kontenjanların artışı dolayısıyla kalitenin düşeceği yargısı, bir illüzyondur, yanlıştır
Yargılar önyargı haline gelince, akıl dışına taşar ve sorgulanamaz olur. Önyargıyı rasyonel olarak çürütemezsiniz. “Atomu parçalamaktan zor” bir hâl alır. Önyargılar dolayısıyla, kimi insanlar yargılarında ısrar ederler.
Eğitim-öğretimde amaç, öğrenci girişte hangi seviyede olursa olsun, ilgili alanın istediği öğrenme kazanımlarına sahip olan mezun vermektir. Eğer bir eğitim-öğretim sistemi istenilen nitelikte insan yetiştiremiyorsa, üniversite sayısının ve kontenjanın az veya çok olmasının önemi yoktur. Bozuk çalışan bir makinanın az üretimi de çok üretimi de kalitesiz olacaktır.
Üniversiteye, mükemmellik merkezi olarak bakılmaktadır. Toplumun ve hayatın bütün alanlarında kültürde, bilgide, estetikte, ahlakta, yüceldiği, yükseldiği, yenilendiği bir merkez olarak bakılmaktadır üniversiteye.
Avrupa Merkezi Eğitim Geliştirme Merkezi (CEDEFOP) tarafından 2008 yılında yapılan araştırmada, Avrupa’da, giderek düşük becerili işgücü ihtiyacı azalırken, yüksek becerili iş gücü ihtiyacının artmakta olduğu görülmektedir. Bilindiği üzere yüksek becerili iş gücü yükseköğretim görmüş düzeydedir.
SONUÇ
21. yüzyılın başlarında eğilim şudur: İnsanlar hangi alanda isterlerse, hayatlarının hangi döneminde isterlerse, ne zaman isterlerse, nerede isterlerse ve hangi dili tercih ederlerse, eğitim alma imkânına sahip olmalıdırlar.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve UNESCO, liyakat sahibi herkes için yükseköğretimin erişilebilir olmasını, “treni kaçırma” riskinin olmamasını, ömür boyu yükseköğretim görmenin önündeki her türlü engelin kaldırılmasını, öğrenmenin yaşı, yeri ve zamanı olmamasını öngörmektedir.
Avrupa’da bizdeki kadar çok üniversitenin olmadığı söylenir. Bu yargının doğru olmadığını burada ortaya koymak yazının sınırlarını taşar. Bir şey bizde Avrupa’dan az ise olumsuzdur. Avrupa’dan çok ise yine de iyi değildir. Avrupa, Amerika kısaca Batı ölçüttür. Onlar, yanlış yapmaz. Biz onlardan farklı bir şey yaparsak yanlış olur. Kendimiz olamaz isek, kendi düşüncemize güvenmez isek başkalarından aldığımız doğrular işimize yaramayabilir. Çünkü, doğası gereği, insan zihni aktarılanın esasına nüfuz etmek için gerekli zihinsel çabadan uzak dururuz.
Nüfus içindeki yüzde 22 yükseköğretim mezunu oranıyla dünya ülkeleri arasında 39’uncu sırada olan Türkiye, üniversiteyi nitelik ve nicelik olarak büyütmeyi hedeflemelidir. Sorunlarımızın çözümü yüksek düzeyli bir toplum olmaktadır.
Kendi tefekkürümüzden doğan yanlış, başkasından aldığımız doğrudan daha iyidir.