Sosyolog Esra Elmas “Güney Afrika’ya barış, sadece Mandela ve hak mücadelesi yürüten siyahlar sayesinde değil beyaz ırkın üstünlüğünü ve ayrımcılığı savunan; bunu iktidarda kaldığı süre boyunca devlet politikası olarak uygulayan Apartheid rejiminin son devlet başkanı De Klerk sayesinde de geldi. Türkiye’de son bir aydır yaşanan gelişmeler bizi nereye götürür henüz öngörmek zor olsa da Bahçeli’nin son hamlesiyle Türkiye’nin De Klerk’i olmaya aday olduğu söylenebilir” diyor.
ESRA ELMAS
Önemli günlerden geçiyoruz. Bu önemli günler, Türkiye’de iç barışın tesisi için tarihi bir dönemin başlangıcı olur mu bunu zamanla göreceğiz. MHP lideri Devlet Bahçeli, Ekim başında Meclis’te DEM Partili vekillerin elini sıkmasından üç hafta sonra, Kürt meselesinin çözümü bağlamında tarihi bir konuşma yaptı ve gösterdiği iradenin ciddiyetini anlatmak için mecazi bir ifade kullanarak, bu ülkede ancak bir milliyetçinin sahip olabileceği bir ayrıcalık ve cesaretle Öcalan için, “Gelsin Meclis’te konuşsun” dedi.
Bahçeli her an geri adım atmasını bekleyenleri şaşırtmaya devam ediyor, zira pek çok kesimi şok eden Öcalan çağrısından sonra “Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir. Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa Kürt değildir. Türklerle Kürtlerin birbirini sevmesi siyasi farzdır” diyerek çıktığı yolda kararlı olduğunun altını çiziyor.
Şu ana kadar olup biten bütün bu gelişmeler bir sürece evrilir mi henüz tahmin etmek güç olsa da net olan şey Bahçeli’nin bir siyasetçi olarak bu sözlerle kendini tarihe kazıdığıdır.
Öte yandan Bahçeli’nin yaptığı bir ilk ya da istisna değil. Örneğin, genel kanaatin aksine Bahçeli 2009-2015 yıllarında yürütülen çözüm süreçlerinde aslında yıkıcı bir rol oynamadı. Süreçlerin parçası olmadı, zaman zaman süreçleri sert şekilde eleştirdi ama süreçler devam ederken genel olarak sessiz kalarak ve tabanına söz geçirerek; yani milliyetçi cenahı “olay çıkarmak”tan uzak tutarak son derece sorumlu davrandı.
Zaten öncesinde, 2000’de Öcalan’ın idam cezasının bekletilme kararının altında imzası olan 57’nci hükümetin ortağı üç liderden birinin Bahçeli olduğu da sır değil. 2002’de idam cezasının kaldırılmasıyla sonuçlanan bu süreçte Bahçeli’nin, sorunun yönetilmesi bağlamında aslında son derece sağduyulu bir yol izlediğini not etmek zorundayız.
Biraz daha geriye gidecek ve MHP geleneğinde bu tür kritik hamlelerin izini sürecek olursak, 1991 seçimlerinde SHP listelerinden Meclis’e giren ve Meclis’e girişleri milliyetçi bir hassasiyetle karşılanan HEP milletvekilleri ile MHP’nin kurucu lideri Alpaslan Türkeş arasında 1992’de gerçekleşen görüşmeyi hatırlamalıyız.
1992 Newroz kutlamalarında başlayan gerginlik ülkeye hızla yayılmış ve bazı şehirlerde çatışmalara kadar varmışken, Alparslan Türkeş HEP üyelerinin görüşme talebine olumlu yanıt verdi ve heyeti son derece sıcak karşıladı. Türkeş’in o gün “… Biz 900 yıldır kardeşiz. Benim yeğenlerim Kürt’tür. Kız kardeşim Kürt’le evli. Bizim birbirimizden ayrılmamız mümkün değildir… Kürtlere karşı reaksiyonun ülkücülerden geleceği hesaplanıyor… Bu ülke Türk-Kürt çatışmasıyla bölünür… Bize düşen Türkiye’yi dış güçlerin müdahale edebilecekleri bir iç savaş alanı olmaktan çıkarmaktır” demesi ve bu görüşmenin görüntülerinin basına yansıması, ülkenin farklı şehirlerinde çatışmaya dönüşen olayların yatışmasına ve son bulmasına vesile oldu.
Dolayısıyla aslında yakın tarihimizde, MHP’nin ve liderlerinin kritik dönemlerde sağduyulu kararlar almayı becerebilen bir hareket olduğunu gösteren birçok örnek var.
Siyasetin olağan seyrinde, oldukça sert bir üslupla güvenlikçi politikaları savunan ve bunu milli kimliğin yegâne bileşenlerinden biri sayan MHP gibi milliyetçi hareketlerin kritik zamanlarda alışılagelmiş ve radikallikten uzak tutum ve karar almalarının nedenlerine ilişkin pek çok gerekçe sayılabilir. Oy kaygısı, mevcut iktidarı yahut ayrıcalıkları koruma arzusu, siyasi ve ekonomik çıkarlar, iç ve dış siyasi konjonktür ve milli çıkarlar için her fedakârlığı göze almak gibi daha birçok şey, bir siyasi hareketi yahut lideri o güne kadar düşman saydıklarıyla ilgili makul, uzlaşmacı kararlar almaya itebilir.
Öte yandan bu tür durumlarda en belirleyici neden genellikle zorunluluklardır. Dünyanın pek çok yerinde barış, savaşanlar tarafından yapılır ve aslında diyaloğu ve müzakereyi başlatan yegâne sebep şiddetle gidilecek yolun sonuna gelmiş olmak, yani barışmak zorunda kalmaktır. Zorunluluk burada bir acziyeti değil tam aksine rasyonel ve sorumlu davranmayı ve bir irade göstermeyi ifade ediyor.
DÜNYA ÖRNEKLERİ NE SÖYLÜYOR?
Bu bir çelişki gibi görülebilir ama dünya deneyimleri bize aksini söylüyor. Bu bağlamda dünyadaki pek çok barış sürecine ilham vermiş olan Güney Afrika çok çapıcı bir örnek. 1994’te ülkede beyaz ırkın üstünlüğünü ve ırk ayrımını savunan Apartheid rejimini ortadan kaldıran barış sürecinin mimarlarından biri, Apartheid rejiminin son devlet başkanı F. W de Klerk’ti.
De Klerk’in görev süresi boyunca güvenlik güçleri, ülkenin beyaz azınlığının yönetimine son vermek isteyen ve Nelson Mandela’nın serbest bırakılması için mücadele eden siyah Güney Afrikalılara karşı aşırı şiddet uyguladı. Ve fakat aynı De Klerk, ülkenin bir iç savaşa sürüklendiğini ve geri dönülmez bir yıkıcılığa savrulmak üzere olduğunu anladığında meseleyi güvenlikçi bir yaklaşımla çözemeyeceğini ve bunun Beyaz Güney Afrikalılar için daha büyük bir maliyet üreteceğini görerek ülkedeki ırkçı rejimi sonlandırmaya gidecek sürecin kapısını da aralayan kişi oldu.
De Klerk başkan seçildikten sonra, önce Apartheid karşıtı yürüyüşlerin yapılmasına izin verdi, daha önce yasaklanmış bir dizi Apartheid karşıtı siyasi partiyi yasallaştırdı ve daha sonra Nelson Mandela gibi hapisteki Apartheid karşıtı aktivistleri serbest bıraktı. Dolayısıyla Güney Afrika’ya barış, sadece Mandela ve hak mücadelesi yürüten siyahlar sayesinde değil beyaz ırkın üstünlüğünü ve ayrımcılığı savunan; bunu iktidarda kaldığı süre boyunca (1948-1994) devlet politikası olarak uygulayan Apartheid rejiminin son devlet başkanı De Klerk gibi bir lider ve onu ırkçı rejimin değişmesi yönünde kendi ayrıcalıklarından feragat ederek destekleyen beyazlar sayesinde de geldi.
Güney Afrika’da toplumun De Klerk ile ilgili algısı hâlâ çok parçalı. Kimi onun bir savaş suçlusu olduğunu ve yargılanması gerektiğini, kimi Beyaz ırka ihanet ettiğini söylüyor ama Nelson Mandela’nın da dahil olduğu hatırı sayılır bir çoğunluk, De Klerk’in hikâyesini ve mirasını Apartheid rejiminden bağımsız düşünmek nasıl mümkün değilse barış tarihinden ayrı düşünmenin de mümkün olmadığı görüşünde. Güney Afrika’daki barış sürecinin sonunda De Klerk Mandela ile birlikte Nobel Barış Ödülü’nü alıyor.
Bir diğer örnek Kolombiya’dan. Kolombiya ve Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) arasındaki 52 yıllık çatışmayı sonlandıran barış anlaşmasını imzalayan ve 2016’da Nobel Barış Ödülü’nü alan Juan Manuel Santos, 2006-2009 yıllarında Milli Savunma Bakanı olduğu dönemde FARC’a karşı düzenlenen en sert askerî harekâtların talimatını bizzat veren kişiydi ve lakabı bu yüzden “şahin” idi.
Bu örnekler bize Güney Afrika’da olduğu gibi en sert ırkçı rejimlerin bile değişebildiğini, Kolombiya’da olduğu gibi otoriter liderlerin dahi barış yapabileceğini söylüyor. Daha da önemlisi bu deneyimler bize barışın üstün insan eylemi olmadığını, ortalama insanın orta ve uzun vadeli çıkarını çoğu zaman gönüllü olarak değil zorunda kalarak kavradığında tesis ettiği bir şey olduğunu sürekli akılda tutmamız gerektiğini söylüyor.
SİYASETİN BARIŞ SORUMLULUĞU
Türkiye’de son bir aydır yaşanan gelişmeler bizi nereye götürür henüz öngörmek zor olsa da Bahçeli’nin son hamlesiyle Türkiye’nin De Klerk’i olmaya aday olduğu söylenebilir. Aslında Türkiye’de bugüne kadar De Klerk olmaya en fazla yaklaşan isim elbette Recep Tayyip Erdoğan oldu. Erdoğan ilk yıllarında milliyetçi bir siyaset yürütmese de Türkiye’deki Türk-Müslüman hâkim kimliğine mensup bir siyasetçi olarak Müslüman bir De Klerk olma yönünde çok önemli adımlar attı. 2000’lerin başında bugünkünden farklı olarak medya, yargı, bürokrasi ve ordu desteğinden yoksun olan AK Parti’nin lideri ve dönemin başbakanı Erdoğan, 2005 yılında Diyarbakır’da yaptığı konuşmada “Kürt sorunu benim de sorunumdur” diyerek Türkiye tarihinde, ülkede yıllardır yaşanmakta olan problemin adını koyan ilk siyasetçi oldu.
2009 yılında Türkiye tarihinde ilk defa bir hükümet, Kürt sorununun çözümü için başlattığı bir proje doğrultusunda eşzamanlı olarak geniş bir yelpazede çeşitli kesimlerle kamuoyu önünde görüşmeye, adımlar atmaya başladı.
Aynı yılın başında açılan Kürtçe yayın yapan televizyon kanalı TRT 6’nın kurulması, cezaevlerinde ailelerin mahkûmlarla Kürtçe konuşabilmesinin önündeki engellerin kaldırılması, atılan adımlardan bazılarıydı. Şimdi işlevini tamamen yitirmiş olsa da 2010 yılında çözüm sürecine yönelik olarak Kamu Güvenliği Müsteşarlığı kuruldu. Öcalan’ın mektubu 2013 Newroz’unda Diyarbakır’da okundu, takiben Cumhuriyet tarihinde ilk kez PKK, aynı yılın Mayıs ayı itibarıyla Türkiye sınırlarından geri çekilmeye başlayacağını duyurdu. Yine 2013’te çözüm sürecine katkı sunması için toplumsal ve siyasi konularda birikimi bulunan ve toplumun çeşitli kesimlerinin itibarını kazanmış yazar, sanatçı, akademisyen ve STK temsilcilerinden oluşan Akil İnsanlar Heyeti oluşturuldu ve 2015’te Dolmabahçe mutabakatı imzalandı.
Her ne kadar 2013’te başlayan ikinci sürecin 2015’te buzdolabına kaldırılmasıyla uzun süre barış ülke gündeminde kendine bir yer bulamasa da 14 sene boyunca devam eden çözüm arayışları Türkiye’de barışın bir norm olmasını sağladı. Tüm bu ezber bozucu sürecin ana mimarı, her türlü eksiğine gediğine rağmen ilk 10 senesindeki performansıyla Türkiye’nin belki de en birleştirici liderlerinden biri olmayı başaran Erdoğan’dı.
Dolayısıyla nihayet Erdoğan’ın Bahçeli’ye sahip çıkan açıklaması da geldiğine göre, Türkiye’nin De Klerk olmaya en fazla yaklaşmış iki liderinin ittifak içinde ve iktidarda olması büyük avantaj.
Ve dünden farklı olarak iki lider de bugün yalnız değiller. Küçük marjinal partiler hariç, CHP başta olmak üzere muhalefet partilerinin tamamı, ülkenin iç barışı için ciddi bir irade varsa iktidarı destekleyeceklerini açıkladılar. Kısacası Türkiye’de son 10 yılın yıkıcılığıyla birlikte bu tarihi meseleyi çözmek istiyorlarsa Erdoğan ve Bahçeli’nin önünde büyük bir imkân var. Ki bu, ikinci yüzyılında bu toplumun Cumhuriyet’ini demokratikleştirmesinin de önünü açar.
Elbette demokrasi ve barış arasında yakın bir ilişki var ama demokrasi olmadan barış olsa da barış olmadan demokrasi olmuyor. Kısacası bu önemli günlerin tarihi bir sürece evirilebilmesi için siyasetin sorumluluk alması ve irade göstermesine ihtiyaç var. Zira bu hamleler hazırlıklı ve etkin bir stratejiye oturtulmazsa en büyük zararı yine barış fikri/ihtimali görecek, geleceğimizden çalmış olacağız. İhtiyaç duyulan bir diğer şey ise kendini Türk olarak tanımlayanların Türklüğün sorumluluğunu alması. Bu da ikinci bir yazının konusu olsun.