Görüşler

Türkiye’de hatırlama kültürü ve Birinci Dünya Savaşı

Türkiye’de hatırlama kültürü ve Birinci Dünya Savaşı

Birinci Dünya Savaşı üzerinden değerlendirmelerde bulunan Emekli Büyükelçi Altay Cengizer, tarihin bilim esasları gözetilerek okunması gerektiğine vurgu yapıyor.

Bu şehr-i İstanbul’un, başka hiçbir yerde olmayan olağanüstü güzelliklerini en yüksek ve insanı sımsıcak içine çeken bir üslûpla yeni nesillere aktaran büyük edebiyatçımız Abdülhak Şinasi Hisar’a biri apartman görevlisi olmak üzere toplam altı kişi veda etmişti. Hisar’ın mezarı, yıllar sonra bir meraklısı tarafından bulunduğunda ise üstünü örten otlardan görünmeyecek haldeydi. “Erişti nevbahar eyyamı” adlı muhteşem eserin bestekârı Arif Sami Toker, Balıklı Rum Hastanesi’nde, adını koyalım, Kimsesizler Hastanesi’nde vefat etti. İş Münir Nurettin Selçuk gibi dev bir isme emekli aylığı bağlamaya gelince, Selçuk’u Belediye’de hademe göstermekten başka bir formül bulunamamıştı.

Bu haldeki bir ülke, Birinci Dünya Savaşı’na hangi nedenlerle ve hangi şartlar altında girdiğini; gerçekten de neyle karşı karşıya kalmış olduğunu günün birinde anlayabilecek mi? Yıllardan beri sürdürülen şu ortadaki sığ ve bilimsellikle ilgisi olmayan furyaya bakınca ümitli olmak zor.

Geçen hafta bu sayfalarda “İmparatorluk batıran kahramanlar!” başlığıyla yayınlanan yazı bütün bir önyargı, cehâlet, hatta bir nefret kümesini getirdi ve bilinen ezberleri tekrarlayarak gözlerimizin önüne koydu. Neresinden başlamalı? Ekim 1912’de başlayıp kırk gün içinde büyük yenilgimizle sonuçlanan Birinci Balkan Harbi’nde İttihat ve Terakki iktidarda değildi; Mayıs 1912’de iktidardan düşürülmüş ve her yerde “İttihatçı avı” başlamıştı… Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan hatta Karadağ dahi birer demir leblebiye dönüştürdükleri ordularla karşımıza çıktıklarına göre İmparatorluk daha önce kaybedilmiş olsa gerek… Kıbrıs 1879, Mısır ise 1882’de pratik anlamda elden çıkmıştı. Vaziyet öyle bir noktaya gelmişti ki, 1899 yılında İngiltere’yle Kuveyt Emiri arasında yapılan bir anlaşma gereğince, Emir İngiltere’nin onayını almadan hiçbir yabancı temsilciyi kabul edemeyecekti.

Birinci Dünya Savaşı’na muharip taraf olarak katılmama yahut tarafsız kalma gibi bir seçeneğimiz hiçbir zaman olmadı! Savaş, her ne kadar Avrupa-içi dengeler ve ittifak siyasetlerinin belirlediği çatışmacı bir zeminin harekete geçmesiyle kopmuş da olsa, koptuğu andan itibaren doğrudan doğruya Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceğiyle ilgili bir paylaşım arenasına dönüşmüştü. Osmanlılar savaşa katılmayabilirlerdi demek, daha o tarihte dahi iki yüzyıllık geçmişi olan meşhur Doğu Meselesi’nin varlığını inkâr etmekle eş anlamlıdır!

Bizim açımızdan anlaşılması ön-şart teşkil eden ana parametreler şu şekildedir: 1907 İngiliz-Rus Antantı’yla bir tarafta Fransa, İngiltere ve Rusya’nın olduğu İtilâf Bloku, diğer tarafta Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın olduğu Merkez kuvvetleri olmak üzere Avrupa’daki derin bölünme kesinlik kesbetmiştir. Fransa’nın kuvvetli bir kara gücü olmasına rağmen Almanya’yla boy ölçüşebilecek durumda değildi. İngiltere ise dünyanın en güçlü deniz kuvvetine sahip olmakla beraber kaydadeğer bir kara gücüne sahip değildi. Kısaca, İngiltere ve Fransa’nın Almanya karşısında Rusya’nın kara ordularına kesinkes ihtiyaçları vardı ve Çarlığı yanlarında tutabilmek için Rusya’yı memnun edecek her şeyi yaptılar.

O tarihte Polonya’yı da elinde tutan Rusya’nın savaşa girmesini izah edebilecek, savaş şehvetini uyandıracak tek şey İstanbul ve Boğazlar’ı ele geçirmekti. Rusya’yı memnun edecek, savaşın getireceği ağır külfetleri kabul ettirecek her şey ancak Osmanlı’larda bulunuyordu. Hatta İtilâf Bloku, yanlarına çekebilmek için Yunanistan ve Bulgaristan’a bile Osmanlı memalikinden sözler vermekteydi. Kısa süre önce cereyan eden ve sadece devletini değil, milletini de topyekûn imha etmeye kast eden savaşlardan çıkan Osmanlılar İber Yarımadası’nda yaşamadıklarının farkındalardı ve daha ilk günden başlarına emsalsiz bir çorap örülmeye başlandığını görüyorlardı. İstanbul ve Boğazlar Rusya’ya Osmanlılar savaşa girmiş oldukları için söz verilmedi, İtliâf Bloku’nun bir arada tutulmasının şartı olduğu için çok daha önceden söz verilmişti.

Osmanlı Hükümeti İtilâf Bloku’na yanaşmak, hatta mensubu olmak için dört kez ciddi teşebbüste bulunmuş olsa da yine aynı sebeple bu girişimleri karşılıksız bırakıldı: Rusya’nın olduğu yerde Osmanlılar olamazdı!

Tabii, bilinen ve biteviye önümüze sürülen ezber; niçin 29 Ekim 1914 günü Karadeniz Harekâtı’nın yapıldığını da sorgulamadan edemez. Böylece, Çarlık ile Osmanlılar arasında Karadeniz üzerinde süren 200 yıllık rekâbeti, onca savaşı da yok saymış olur. Ayrıca, Basra, İskenderun ve Çanakkale önünde Eylül ortalarından beri sürdürülen İngiliz ablukasından dahi bihaberdirler. Çanakkale önündeki abluka o derece şiddetle uygulanmaktadır ki, soğuk bir kışın beklediği İstanbul’a kömür girişine dahi izin verilmemektedir. Daha da önemlisi, zaten ablukalara maruz kalmışken bir de Boğaz’ın Karadeniz çıkışı Rusya tarafından ablukaya alınıp mayınlanacak olsaydı, ancak Hopa’dan ikmâl edebileceğimiz Doğu Cephesi nasıl korunabilecekti? Bu tür esaslı ayrıntılar bilinmeden nasıl da ahkâm kesiliyor!

Savaşın başlamasından beş gün önce hanımlarımızın yüzüklerini satmaları, memur ve subaylarımızın maaşlarından kesintiler yaparak maliyeti İngiltere’ye son kuruşuna kadar ödenen Sultan Osman dretnotumuza son taksitin de bankaya yattığının öğrenilmesi üzerine, tam da toka töreni başlamak üzereyken zırhlıya çıkan İngiliz deniz piyadelerince el konulmuş olması da mı konuyla ilgili değil? Bu olay Türkiye’de büyük bir infial yaratmıştır. Bir memurumuzun İngiliz Büyükelçiliğine mektup yazarak, “koskoca İngiltere hırsızlığa tevessül edecek haldeyse, buyurun maaşımın yarısı, bu size biraz yardımcı olur” demesi ne kadar da hüzün vericidir.

Yavuz olmasaydı, arka arkaya gelecek saldırılar karşısında Karadeniz sahilimizi koruyamazdık! Herhalde bu da küçük bir ayrıntı olmasa gerek!

Yazarımız, bir de Kut’u kazandık da ne oldu, bir sene sonra düştü zaten demeye getiriyor. Tarih ancak bu kadar reflekssiz ve düz okunabilir. İngiltere’nin 1916’da Irak’a girememesi bir şey, 1917’de girebilmesi ise başka bir şeydir. 1916’da girmiş olsalardı Irak doğrudan ve kolay bir şekilde İngiltere’nin Hint İmparatorluğu’na dahil edilebilecekken, 1917’de şartlar değişmişti.

Daha çok şey, yüzlerce şey söylenebilir, onlarca şeytanî ayrıntı öne sürülebilir. Burada esas olan İttihatçıları yahut Enver Paşa’yı savunmak değil, tarih biliminin esaslarına riayet halinde, doğru çerçeveyi ortaya koymak, yiğidi öldürürken(!) hakkını yememektir. Onun için; bilinen ezberleri tekrarlamayı büyük marifet saymamak ve üstten bakan bir üslupla kamuya hitap etmenin şehvetine kapılmadan, yazıyı “sizi gidi Enver Paşacı’lar” türü laf ebelikleriyle bitirmekten sakınmak gerekirdi.

YORUMLAR (9)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
9 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir