Ankara Enstitüsü Araştırma Direktörü Taha Özhan “21’inci yüzyılda toplumsal yaşam nasıl bir dönüşüm geçirirse geçirsin Rus Troykası kendi meçhulünde yol almakta ısrarlı” diyor.
Rusya büyük. Büyüklük, Rusya’nın hem laneti hem de ihsanı. Sadece dışardan bakanların değil, Rusların da yüzyıllardır, Rusya deyince akıllarına gelen ilk şey büyüklük. Belki de tek şey. Rusya büyümeye müptela. 16’ncı yüzyılda Korkunç İvan’la başlayarak, yüzyıllarca her gün 130 kilometrekare genişleyerek dünyanın altıda birine ulaşana kadar büyüdü. Dünya yüzölçümü yarım milyar kilometrekare.
1991’de, 20’nci yüzyılda ikinci kez imparatorluğu çöken Ruslar, tek seferde, 5 milyon kilometrekareden fazla toprağı kaybettiler. Bu kaybın, mesela Çin’in yarısından, AB’nin ve Hindistan’ın tamamından daha fazla olduğunu hatırlatmak yerinde olabilir. Buna rağmen topraklarında hâlâ 11 zaman dilimi bulunuyor. Rusya her zaman, her şeyden çok coğrafi bir varlık olmuştur. Rusya’nın hiçbir yönü coğrafyasının büyüklüğü kadar dikkat çekmemiştir. Ruslar da tıpkı dünyanın geriye kalanı gibi, nesiller boyunca, ülkelerine dair tasavvurlarını öncelikle haritaya bakarak şekillendirmişlerdir. Dünya haritasında aramadan bulunan ilk ülke olmanın sağladığı psikolojik üstünlük, mekânsal sürekliliği her zaman siyasal ve ekonomik güç olma arzunun dibacesine dönüştürmüştür. Bu durum kesintisiz bir şekilde toprak kazanma halinin bir postulat haline gelmesine yol açmıştır. Bütün bu konumlanmaya rağmen, dünya haritasında bu kadar yeri belli olan Rusya, yüzyıllardır dünyadaki yerinin neresi olduğu konusunda bir mutabakata varamamıştır. Ne coğrafi olarak ne kimlik olarak, Rusya’nın yerini, başta Ruslar olmak üzere, tespit etmek mümkün olmuştur. Avrasya gibi bir melez tarif kullanılsa da Rusya’nın ve Rusların, nerede ve ne oldukları hitama ermemiş bir tartışmadır.
Büyüklük bir güç. En azından, 20’nci yüzyıl kapitalist teknoloji ve üretim devrimine kadar, modern Westfalyan perspektiften toprak büyüklüğü hayati bir stratejik güç anlamına geliyordu. Toprak büyüklüğü hâlâ önemli bir güç kaynağı ancak toprakların genişliğinden ziyade üzerinde nelerin olduğu çok daha önemli. Bu yönüyle toprak büyüklüğü aynı zamanda bir yük. Rusya bu yükün altında ezilen bir ülke.
Makus kaderini ne küçülerek ne de elde olanı müreffeh kılarak değiştirmek için yüzyıllardır fasit dairesinden bir türlü çıkamıyor. Rus devrimi, yüzyıllardır, önce devlet merkezli bir büyüme, güçlenme ve ayağa kalkma adımıyla başladı. Bu girişimler devleti güçlü kıldı hatta Rus devlet-i ebed müddeti olan ‘Velikaya Dırjava’ya (kudretli devlet ya da totolojik haliyle büyük güç) ulaştıklarını düşündükleri dönemler de oldu. Ancak devleti güçlü kılma girişimi her seferinde önce güçlü devlet-zayıf millet çelişkisini inşa etti.
Bu dikotomiden güçlü lider-zayıf toplum, ardından da mutlak tek adama dönüşen liderin elinde savaşlar ve çöküşler yaşanarak fasit daire tamamlandı. Her çöküşten sonra da çıkış için başlangıç noktası olan ‘Velikaya Dırjava’ arayışında toplum ve liderlik buluştular. Bu döngünün en son başlangıcı, 26 Mart 2000’de, dünya milenyumun getireceklerine hazırlanırken, Rusya fasit dairesini yeniden inşa etmek üzere başladı. Putin, Rusya’nın yeni lideri olmuştu.
Rusya uluslararası sahneye Portekiz ve İspanyol imparatorluklarıyla aynı dönemde çıktı.
İmparatorluklarını büyük topraklara kavuşturan Osmanlı ve Avusturya ile batıda, Çin ve Kuzey Amerika ile doğuda rekabet ederek yükseldi. Fransız ve İngiliz modern deniz imparatorluklarıyla güç dengesi kurmaya çalışarak olgunlaştı. Sonuçta hepsinden daha uzun ayakta kalmayı başardı. Zirve noktasında 65 milyon kilometrekare toprağı mülkü haline getirdi. Bu rakam 45 milyonluk İngiliz ve 30 milyonluk Roma imparatorluğunu düşününce daha açıklayıcı olabilir. İmparatorluk devasa bir büyüklüğe ulaştığı oranda sorunları da aynı boyutta büyüdü. Ancak Rus aklı, sorunların kaynağını büyüklükte değil, küçülme tehlikesi altında görerek, jeopolitik odaklarının daha fazla genişlemeden şaşmamasını sağladılar. Bu yaklaşım, önemli tarihçi Vasilii Kliuchevsky’nin tespitiyle, Rusya tarihinin “kendi kendisini mütemadiyen kolonize eden” krizini doğurdu. 20’nci yüzyılda çözülen imparatorlukların çoğu bir yönüyle okyanus aşan imparatorluklardı. Bir kara imparatorluğu olarak Rusya’nın topraklarını kontrol altında tutması ve idare etmesi çok daha zordu. Savaş zamanlarında İber Yarımadası’nın güney ucundaki Cebelitarık’tan Kaliforniya’daki Sebastopol’a ulaşmak, Moskova’dan Kırım Yarımadası’na ulaşmaktan daha kolaydı. Okyanuslar daha masrafsız ve zahmetsiz bir şekilde birleştirirken, kara zorlu ve maliyetli bir şekilde bölmektedir. Rusya bu coğrafi zorluğu içsel bir güvensizliğe dönüştürerek kendi topraklarında kesintisiz iç savaşını sürdürdü.
JEOPOLİTİK HIRSLARIN SINIRLARI
Rusya’nın ‘büyüklük’ meselesinin en çarpıcı boyutu ise dinmeyen jeopolitik hırsları, arzuları ve tahayyülü ile mütekabiliyet içerisinde olmayan gücü arasındaki farkın ‘büyüklüğüdür.’ İkinci ‘büyüklük’ birçok farklı maddi unsurdan dolayı bugüne kadar kapanmamış hatta kapanmaya bile yaklaşmamış bir açıktır. Rusya’nın bu büyük jeopolitik ve ekonomik açığı her arzulu kapatma girişimi hüsranla sonuçlanmıştır.
Rus mesiyanizminin maddi şartlardan ve gerçek durumundan bağımsız bir şekilde beslemeye devam ettiği bu jeopolitik hırs, tarihsel trajik yenilgiler ve insanlığın açık ara en büyük kayıplarını verip en ağır acılarını çekmiş olmasıyla da terbiye edilememektedir. Bu yönüyle Rus aklının okumasında zaman, tarih ve takvimin anlamsızlaştığı görülmektedir. Bitmez tükenmek bilmez bir beka gerilimi dünyasında, benzer bir süreklilikle bir kriz ve kaos ekseninde değer fonksiyonu olmayan Rus merkezli dünya okuması nevrotik bir jeopolitik teolojinin oluşmasına yol açmıştır. Rusya merkezli evren ve jeopolitik modelden çıkış için ihtiyaç duyduğu Kopernik devrimine ise oldukça uzak duruyor.
Büyük güç olma, aslında güçlerin kendi kendilerine verebilecekleri bir sıfat değildir. Bu sıfat veya kabul harici olarak elde edilir. Rusya örneğinde ise büyük güç kendi kendilerine verdikleri sıfat olmanın yanında, sık sık telaffuz etmekten imtina etmedikleri bir tariftir. Bu, bir taraftan, Rusya için söylenen ‘İngilizler bir imparatorluk kurdu, Ruslar imparatorluktu’ tespitinin de dile getirdiği bir çıkmazdır. Büyüklük fikri, “imparatorluğun en tabii hal” ya da “en yalın hal” olduğu önyargısını verili bir durum kabul ettiği sürece, değişmesi için özel bir sebep görülmemektedir. Tıpkı Rus coğrafyasının hem Rusların nimetlerinin hem de lanetlerinin kaynağı olduğuna fazlasıyla ikna olunca her türlü değişimin bu coğrafi büyüklük içerisinde anlamsız hale getirilmesi gibi. Burada tuhaf olan durum, imparatorluk fikri kadar büyük bir entiteye her anlamıyla mahkûm olduğunu düşünen bir tasavvurun, yüzyıllardır hitama erdiremediği en büyük sorununun tartışmasız “Rusya’nın dünyadaki yeri” olmasıdır. Küresel coğrafyada hiçbir ülkeyle mukayese edilmeyecek kadar yeri belli olan bir ülkenin dünyadaki yeri konusunda bu denli varoluşsal bir sorunla boğuşması tek başına birçok şeyi de anlatmaktadır. Rusya’nın nerede olduğu, nereye ait olduğu, müstakil mi olduğu gibi sorunlar etrafında yüzyıllardır kimlik krizlerini, zihinsel sıkışmalarını ve reform tartışmalarını yaşıyor oluşu açık bir rasyonelleşme krizine işaret etmektedir.
TARİHSEL JETLAG KRİZİ
Rusya analizlerinde dikkat çeken en önemli unsur, Ruslara kendi tarihlerinin rahatlıkla sunduğu sayısız ders sahnesidir. Rus tarihinin, Ruslara, başka hiçbir nasihate ihtiyaç duymayacak kadar dersler sunduğu veya yol gösterebileceği düşünülür. Aksine Rus aklının historizme müptela hali geleceğe bakmanın önündeki en önemli engellerden birisine dönüşmüş durumdadır. Isaiah Berlin tarihle obsesif ünsiyetin arkasında ‘Rusların tarih boyunca orijinal kabul edilebilecek hiçbir düşünce geliştirememeleri olduğunu’ söyler. Berlin, bu ‘iddialı çıkışını nesh etmek üzere örnekler getirecek olanlara’ baştan misallerini ortaya koymadan önce ‘dikkatlice üzerine düşünmelerini’ tavsiye eder. Zira ona göre neticede orijinal gibi görünen fikirler de aslında ‘Hristiyanlık’tan, Batı’dan veya Doğu’dan alınmıştır’. Buna mukabil Rusların kültürel ve siyasal fonksiyonu, dışarıdan aldıkları fikirleri azami düzeyde keskin bir inançla hayata geçirmişlerdir. Mesela Müslümanların tarihlerinde diğer kültürlerle karşılaşmaları ne bir sert çarpışma ne de ithal ettikleri fikirleri ve gelenekleri kendi özgün formlarını muhafaza ederek o dünyanın estetik, düşünce ve uygulamaları içerisinde geliştirerek zirvelere çıkarmışlardır. Adeta ithal ettikleri ve karşılaştıkları düşüncelere, sanatta, felsefede, müzikte, dilde ve mühendislikte bir ‘yitik mal’ muamelesi yaparak Müslüman kültürün içerisinde tabii bir şekilde harmanlayarak kullanmışlardır. Rusların dışarıdan edindikleri fikirlerin özgün formlarına gösterdikleri keskin sadakat, müzikten romana, resimden dansa, sinemadan siyasal akımlara aynı sertlikte yansımıştır. Neredeyse bu alanların tamamında, kaynağındaki formuyla rahatlıkla rekabet edecek hatta onları geride bırakacak ürünler ve gelişmeler ortaya çıkmıştır.
Avrasya’da hiçbir ulus savaş dünyasına ve acı sonuçlarına yabancı değildir. Ancak Ruslar için savaş kimliklerini yüzyıllardır inşa eden ana öge konumundadır. Savaş Rusların kendilerini nasıl gördüklerini de ihata etmiştir. Isaiah Berlin’in tespitiyle ‘Rusları tarih(lerin)e müptela’ kılmıştır. Bu müptela halin ana gövdesini savaş tarihi ve beraberinde yaşanmış olan büyük trajediler ve acılar oluşturmaktadır. Rusya acılarıyla tatmin olan, trajedileriyle anlamlı kalabilen bir ulusal ruh halini inşa etmiştir. Rus toplumsal muhayyilesini en güzel şekilde görme imkânına kavuştuğumuz edebiyat ürünleri bu ruh halini yeterince yansıtmaktadır. Rus edebiyat klasiklerinin “melun mesesi” olarak en fazla dikkat çeken ‘ölüm teması’ hayatın her alanını ihata etmiştir. Dostoyevski’nin sancısını çektiği fani cesede hapsolmuş ruhun ‘eziyeti’, Rusya’nın milli ruh haline dönüşmüştür.
TAHA ÖZHAN KİMDİR?
Ankara Enstitüsü’nde araştırma direktörü olan Özhan, 2019-2020’de Oxford Üniversitesi’nde misafir akademisyen olarak görev yaptı. 2014-2016 yılları arasında Başbakan başdanışmanlığı, 25 ve 26. Dönem milletvekilliği ve TBMM Dış İşleri Komisyon Başkanlığı yapmıştır. 2005’te kurucu direktörlerinden olduğu SETA’nın 2009-2014 yılları arasında başkanlığını yürütmüştür. Doktorasını Siyaset Bilimi alanında yapan Özhan’ın yayımlanmış son kitabı “Turkey and the Crisis of Sykes-Picot Order” dır.