‘Şenlik Sanat ve Sabotaj’ kitabının yazarı Halil Turhanlı, yapısökümcülük kavramını ABD’deki üniversitelerde Paul de Man’ın tanıttığına dönük görüşün baskın olduğunu belirtiyor.
Yapısökümcülüğü Birleşik Devletler akademilerinde Paul de Man’ın yaygınlaştırdığı, hatta kimilerine göre tanıttığı, onun Yale Yapısökümcüleri olarak anılan çevrenin kurucusu olduğu ileri sürülür. Büyük ölçüde gerçeklik payı içerir bu iddia. Gerçekten,1970’lerin sonlarında özellikle Yale’de yapısöküm denildiğinde akla de Man geliyordu; karşılaştırmalı edebiyat bölümü onun karizması etrafında şekillenmişti.
De Man’ın dil ve edebiyata yaklaşımının özgünlüğü, metinlerinin kavramsal gücü ve kuramsal etkisi akademideki hasımlarınca da kabul edilmiş, beşeri bilimler bölümlerinde uzun tartışmalar yaratmıştır. Onun okumalarına ne tepkisiz ne de ilgisiz kalınmıştır. Wlad Godzich’e göre, o ısrarla ve kararlılıkla ‘okumanın ne olduğunu bilmediğimizi’ öne sürmüştü. David Mikics’in ifadesiyle de ‘herkese okumanın geleceğini’ göstermiştir. Üniversite sistemi içinde yenilikçi ve sorgulayıcı yaklaşımıyla metin okumada radikal bir değişim gerçekleştirmiş; öğrencilerine okumanın zor bir uğraş olduğunu öğretmiştir. De Man için okuma öncelikle kanonik anlamın ötesine geçmek, kanun addedilen ve hatta bir tür kutsallık atfedilen anlamın otoritesini sarsmaktı.
1919’da Anvers’te doğan de Man gençlik yıllarını Belçika’da geçirdi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Alman işgal altındaki ülkesinden ayrılarak Birleşik Devletler’e göç etti; savaş yıllarında kesintiye uğrayan eğitimini New York’da sürdürdü; Mallarme ve Yeats üzerine yazdığı teziyle Harvard’dan doktora derecesi aldı. Bu tarihten sonra çeşitli akademik kurumlarda dersler verdi; ama bugün adı en çok uzun yıllar dersler verdiği ve orada bir çevre oluşturduğu Yale ile anılıyor. Frank Kermode onun ‘olağanüstü bir öğretmen’ olduğunu söylemişti. Öğrencileri de onu etkileyici buluyorlardı.
De Man Körlük ve İçgörü‘nün ilk denemesi “Eleştiri ve Kriz”de edebiyat eleştirisinin 1970’lerde Avrupa’da, özellikle de Fransa’da geçirmekte olduğu bir çalkantı ve krizden söz eder. O dönemde edebiyat eleştirisinin temel taşlarıyla, yerleşik kurallarıyla oynanmıştır; o kadar ki edebiyat eleştirisi denilen bu yapı yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Hâlbuki on yıl kadar önce edebiyat eleştirisi felsefeden besleniyor; Sartre, Blanchot gibi isimler ‘cüretkâr öncüler’ olarak görülüyorlardı. (2008: 33). Fakat daha sonra Lévi-Strauss’un çalışmalarıyla, Hüzünlü Dönenceler’in yayımlamasıyla antropoloji edebiyat eleştirisinin esas ilgi odağı oldu. Edebiyat eleştirisi bir kez başka disiplinlere taşmış, onlarla temas kurmuştu.
Antropolojiden sonra bu kez Lacan’ın etkisiyle yüzünü psikanalize döndü. De Man Avrupa’da yaşanan, merkezinde Fransa’nın bulunduğu bu krizin Birleşik Devletler’de derinden hissedilmesinin pek mümkün görünmediği tespitini yapıyordu. Bu tespitinin gerekçesi ise Birleşik Devletler’de edebiyat eleştirisinin Avrupa’ya kıyasla zaten çok daha eklektik nitelik taşıması ve “ ideoloji tarafından daha az taciz ediliyor “ olmasıdır. (2008: 34)
De Man edebiyat eleştiri ve incelemelerinde bambaşka bir yol izlerken, öğrencilerine ‘metnin okunamazlığı’na ilişkin görüşlerini açıklarken Derrida’nın ”karar verilemezdik” anlayışında esin bulmuştu. Derrida’nın yapısökümcülüğünden beslenen tezleriyle akademik dünyaya, beşeri bilimlere teorik zenginlik getirdi.
Yapısöküm metindeki anlam çoğulluğuna ve zenginliğine dikkat çeker, metindeki anlamlara sınırlar konulmasını reddeder. Merkezi bir anlam kabul eden, belirli bir anlama ayrıcalık tanıyan sözmerkezciliğin tam karşıtıdır. Merkezi anlamı yerinden etmeye, dildeki hiyerarşileri, ayrıcalıkları ortadan kaldırmaya girişir. Aslında böylelikle farklı olanın konuşma, ötekinin söz söyleme hakkını tanır; kendini ifade etmesinin yolunu açar.
Derrida’ya göre Batı düşüncesi ve metafiziği sözmerkezlidir (logosentrik). Birini diğeri karşısında ayrıcalıklı kılan ve belirli siyasal çıkarlara hizmet eden ikili karşıtlıklar üzerine kuruludur. Batı düşüncesi bütünüyle bu ikili karşıtlık etrafında örgütlenmiştir. Yapısöküm söz konusu ikili yapıyı bozmaya, etkisiz kılmaya çalışır; ancak kabul etmek gerekir ki sözmerkezli düşünce biçiminden kurtulmak hiç de kolay değildir.
De Man, Derrida ile 1966’da onun Birleşik Devletler’e yaptığı ilk seyahatte tanıştı. İkisi de Rousseau’nun az bilinen “Dillerin Kökeni Üzerine Deneme” başlıklı metniyle ilgileniyorlardı. Bir yıl sonra Derrida, Gramatoloji’de Cenevreli düşünürün söz konusu metni üzerine yaptığı okumaya yer verdi. De Man ise üç yıl sonra Körlük ve İçgörü’ye dâhil ettiği “Körlük Retoriği: Jacques Derrida’nın Rousseau Okuması” başlıklı denemesinde Derrida ile aralarındaki okuma farkını göz önüne serdi.
De Man, Derrida’nın arkasında ‘muazzam bir Rousseau yorumu geleneği’nin bulunduğunu ve onun bu geleneğe yaslanarak konuştuğunu, en azından yola çıkışının böyle olduğunu ileri sürüyor; ancak sonuçta geleneğin bir adım ötesine geçtiğini de ekliyordu. (2008: 150)
De Man, Rousseau üzerine çok sayıda yorumcunun ona söylediklerinden farklı şeyler söylettiğini; diğer bazılarının ise onun ne yazdıysa o şekilde anlaşılmaması gerektiğini düşünerek yazdıklarının ötesine geçmeye çalıştığını, fakat yazılarındaki can alıcı noktaları göremediklerini, kör kalmış olduklarını belirtir. Derrida’nın durumu hem sonuncu grup yorumculara yaklaşır hem de onlardan ayrılır. (2008: 141)
Rousseau’nun yazıyla olan ilişkisi çelişkili ve müphemdi. O ‘edebi dile inançsızdı’ fakat yine de bu dile bağlı kalıyor, bu dilden vazgeçmiyordu. Bu onun çelişkilerinden yalnızca biriydi, ama ikiyüzlülük kertesinde ciddi bir çelişkiydi. Derrida söz konusu çelişkinin psikolojik nedenlerle açıklanamayacağını ‘daha esaslı bir sorunun parçası olduğunu’ düşünüyordu. Cenevreli düşünürün yazıyla olan ilişkisini Batı düşüncesini tanımlayan geleneğin belirlediği, bu geleneğin ise aslında her türlü olumsuzluğu namevcudiyet olarak kavrayan ‘ontolojik bir varsayım’a dayandığını ileri sürüyordu. (2008: 141)
Paul de Man 1983’de öldüğünde ardında adanmış öğrencilerden, akademisyenler oluşan bir müritler topluluğu bıraktı. Ölümünden dört yıl sonra da ‘de Man skandalı’ patlak verdi. Onun Amerika’ya göç etmeden önce gençlik dönemindeki entelektüel etkinlikleri üzerine araştırma yapan bir öğrencisi savaş yıllarında işgal altındaki Belçika’da Nazi işbirlikçisi Le Soir gazetesinde yazdığı yazılara ulaştı. Aslında de Man’ın savaş sırasında işbirlikçi olduğu 1950’lerde Harvard’dayken ortaya atılmış; fakat o bu iddiaların kesinlikle asılsız olduğunu beyan etmiş, hatta direnişe katıldığını ileri sürmüştü.
De Man, Nazilerin denetimindeki Le Soir’daki yazılarına Almanların Mayıs 1940’da Belçika’yı işgallerinden kısa süre sonra başlamış, Kasım 1942’ye kadar sürdürmüştü. O tarihte yirmi bir yaşındaydı. Sosyalist parti başkanı amcası Hendrik de Man’ın onun işbirlikçi bir tavır almasında etkili olduğu ileri sürülmüştür. Amcası Belçika işgal edildiğinde derhal partiyi fesih etmiş, işbirliğine yanaşmıştı.
Paul de Man’ın işgal altındaki Belçika’da genç bir adam olarak kaleme alığı o yazılar masum kültür yazıları değildi. Açıkça antisemitik düşünceler dile getirmişti. Yazılarından birinde ‘Yahudisiz’ (Judenfrei) Avrupa ihtimali üzerinde duruyor, böyle muhtemel bir gelişmeyi onaylıyor, Yahudilerin kıtadan bütünüyle sürülmeleri halinde bu sonucun Avrupa kültüründe hiç değer kaybı yaratmayacağını ileri sürüyordu, Antisemitik bir klişeyi tekrarlıyordu: Ne kadar asimile olmuş görünseler de Yahudiler Avrupa kültürüne yabancı unsurlardı. Le Soir’daki yazılarında buna benzer çok sayıda ırksal, tarihsel ve kültürel açıdan aşağılayıcı ifadeler yer alıyordu. Belçikalı Yahudilerin büyük bir bölümü yük vagonlarına doldurularak ölüm kamplarına gönderildiği günlerde de Man oturup bu yazıları kaleme almıştı. Belki ölüm kamplarında nelerin olup bittiğini henüz kimseler tam olarak bilmiyordu ama Avrupa’da karanlık zamanların yaşanmakta olduğundan da kuşku yoktu. İşte de Man böyle bir vakitte ağır antisemitik klişeleri tekrarlamakta bir sakınca görmemişti.
Bastırılmış ve gizlenmiş geçmiş nice yıllar dönmüş ve ölümünden sonra da olsa de Man’a musallat olmuştu. Olay de Man’ın sadece kişiliğinin tartışılmasına neden olmadı; epistemolojik otorite olarak karizması sorgulandı. Antisemitik düşünceler içeren gazete yazıları üzerinden edebiyat ve okuma konusundaki düşünceleri, hatta bir bütün olarak yapısökümcü yaklaşım eleştiri konusu yapıldı. Onun düşüncelerini aslında ve özünde savaş zamanı işbirlikçiliğini meşrulaştırma aracı olarak geliştirdiği ileri sürüldü. De Man samimiyetsiz, hatta akademik dünyaya sızmış düpedüz tehlikeli ve şeytansı bir kişi, yapısökümcü okuma da tehlikeli bir entelektüel girişim olarak görülmeye başlandı.
Bütün bu eleştiriler, yargılar onun önemli bir edebiyat eleştirmeni ve kuramcısı olduğu, entelektüel bir etkinlik olarak okuma eylemini yenilikçi bir yaklaşımla ele aldığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Nitekim müritlerinin bağlılığı genelde sarsılmadı. Skandalın şokunu atlattıktan sonra savunmaya geçtiler. Bu konuda en büyük sorumluluğu Derrida üstlendi. Gün ışığına çıkan yazılar karşısında dostunu savunması hiç de kolay değildi. Medyanın de Man’a yaklaşımını acımasızca buldu. Dostunun bir Nazi olduğunu ileri süren gazetecilere bunun yüzeysel bir yargılama olduğu, meselenin ancak teorik zeminde tartışılabileceği cevabını verdi. Bu yazıları ya da yazıların bazı kısımlarını de Man’ın yazmamış olabileceğini, editörün müdahale ederek antisemitik düşünceler eklemiş olabileceğini belirtti.
KAYNAKLAR:
Barish, Evelyn (2014), The Double Life of Paul de Man, W.W. Norton&Company
De Man, Paul (2008), Körlük ve İçgörü, çev. F.B. Aydar-C. Soydemir, Metis Yayınları
De Man, Paul (2023), Okuma Alegorileri, çev. M.Z. Çıraklı, Alfa
McQuillan, Martin (2001), Paul de Man, Routledge
Mikics, David (2019), Jacques Derrida Kimdir?, çev. M.B. Gürsoy, Fol