'Türk Modernleşmesi ve İktisadî Zihniyet' kitabının yazarı Abdulkadir İlgen, 'Merkez sadece "kamusallığın" tanımlı şekillerini değil, henüz kamusallığa dahil olmayan tanımsız şekillerini de kolektif bilincin meşru çizgisine çekebilme kapasitesidir" diyor.
ABDULKADİR İLGEN
Lorenz Eğrisindeki iç bükey eğim arttıkça nasıl gelir dağılımındaki adaletsizlik artarsa “maşerî vicdan/kolektif bilinç” büyük çoğunluğa yaslanmazsa orada da gerilim artar. Bu duruma genelde bilinç yaralanmasının yaşandığı gecikmiş uluslaşma ve modernleşme süreçlerinde rastlanır.
Böyle durumlarda “hukukun bir görev ve yasa olarak aldığı biçim(ler)” geniş kitleler tarafından “ölü ve soğuk bir zincir gibi algılanır”. O yüzden de bazı birey ve gruplar “bu biçim içinde kendini tanıyamaz”. Bu tarz durumlar genellikle nesnel olarak bir karşılığı olmayan ve “biçimlenmemiş bazı özgül deneyimlerin” hiç dikkate alınmaması veya alınsa bile geneli korumak uğruna “yasa dışı” olarak bir kenara atıldığı durumlarda görülür.
Bu tür durumlara sadece biçimlenmemiş “bireysel hukukî deneyimlerde” değil, “farklı gruplara ait kültürel ve dinî deneyimlerle bölgesel farklılıklarda” da rastlanır. İdeolojik çitlerin dışında kalmış bu gibi durumlarda gerçek demokrasiler aradaki kültürel çitleri yok ederek ortak bir alan inşa etme çabasında girerken, az gelişmiş demokrasiler henüz resmî bir forma girmemiş bu alanları yok saymayı bütünü korumanın bir gereği sayarlar.
RAFİNE BASKI
Bütün farklılıkların tek bir renkte, hukukî bir eşdeğerlilik ilkesinde eşitlendiği böylesi bir durum; araçsal aklın bir sürümü olan bir normu doğal bir gerçeklik olarak toplumun tümüne dayatmış olabilir. İyi de bireysel vicdan kendini bu norm içinde bulmuyor veya oraya ait hissetmiyorsa ne olacaktır?
Norm birliğini korumak için “dışarıda” kalanlar ya baskılanacak ya da dışlanacak mıdır? Yoksa normun kapsayıcılığındaki eksiklik giderilerek bir uzlaşma mı aranacaktır? Hangisi? Birinci durum; zımnen de olsa normun biçimsellik ve resmiyete kavuşmuş kısmına tapınma ve hakkaniyetin yegâne formu gibi kabullenme, diğer deneyimleri ise vicdanda ya hiç deneyimlenmiş ya da sapkın bir deneyim olarak yaftalama ve sistem dışına atma, orada konumlandırma durumu doğurur.
Merkez iddiası, aslında kamusal alanı tanımlama iddiasıdır. Bu durumun temel ilkesi “herkesin yolu kendine, kamunun yolu ise herkese açıktır” kuralına işlerlik kazandırmaktır. Kamu –kavram ilk ortaya çıktığında sokak, kahve, köy meydanı gibi herkesin her şeyi konuştuğu yer olarak kullanılmıştır- öyle bir şeydir ki, orada her bir birey ve grubun hukuku güvence altına alınır.
Kamu bu anlamda herkesin, ama hiç kimsenin değildir. Kamunun en mücessem hâli olan devlet de böyledir. Temellük edilemez, alınıp satılamaz. Devletin dini, kalbi ve vicdanı sayılan hukuk da öyledir. O da alınıp satılamaz ve temellük edilemez. Ne ki, hukuk vicdan gibi sadece bir retorik de değildir. O aynı zamanda bir erk, bir güçtür. Yani yaptırım gücüne sahip toplumsal bir olgudur. Değilse, retorik olur.
Hukukun bir retorik olduğu ve her şeyin yürütmenin eline, yürütmenin de parti başkanının eline geçtiği istisnai durumlarda hukuk, araçsal aklın bir aracı, zorbanın elindeki bir detay hâline gelir. Bu gibi durumların haddi aştığı bazı durumlarda baskı, hukukun şekil şartını da dikkate almayarak açık bir ihlal halini alabilir.
BİÇİMLENME SÜREÇLERİ
Meşruiyetin yeter şartı ulusun iradesi değil, bu iradenin oluşması, yani bizzat müzakere edilmenin kendisi, şeklidir. Herkesin iradesinin biçimlendiği “açık ve aleni süreçler”. Bu anlamda meşruiyetin temeli, kamusal iradenin kendisinden çok biçimlenme usulleriyle öne çıkar. Burada esas içerikten çok usuldür. Meşru, tanımlı, herkese açık müzakere süreçleri ve bunların pratiğe aktarılma biçimleridir aslolan.
Bundan dolayıdır ki, tanım gereği “kayıt dışı” her tür “irade” yadsınır, gayrimeşru sayılır. Bu, içeriğe yönelik kategorik bir yadsıma değil, şekle yönelik bir yadsımadır. Gayrimeşru sayılmasının nedeni içeriğinden dolayı değil, sürece gayrimeşru biçimde dâhil olmasından, tanımsız ve kapalı yapısından dolayıdır.
Bu yolla ulaşılan sonuçlar mümkünün en iyisi olsa bile bu böyledir. Bu demektir ki yasa meşruiyetini genel iradenin kendisinden değil, “meşru müzakerenin” sonucundan alır. Meşru müzakere kamusal müzakeredir. Kamusal müzakereyle halk tarafından genel kabul görmüş usulü ve şekli tanımlı, uluslararası hukukun genel prensipleriyle çatışmayan müzakere biçimini kastediyoruz. Kavramların maniple edilmeden devreye sokulduğu “kamusal bir muhakeme” şeklidir aslolan.
Kamusal muhakeme şekilleri, adı üstünde içerik değil, şekildir. Şekle uyduktan sonra her şey meşru biçimde müzakere edilebilir. Bütün mesele, henüz biçimlenmemiş birey ve grup deneyimlerinin rafine edilerek biçimli alana aktarılabilme meselesidir. Bu da nihayet en zor ve müşkül meseleleri bile meşru müzakere mekanizmalarıyla çözüme kavuşturma kapasitesi, buna dair teknik bir sorun, bir birikim meselesidir.
KAMUNUN KENDİSİ
Kamunun kendisi ulusun kendisidir. Ulus da devlete yurttaşlık bağıyla bağlı herkestir. Uluslaşma bir “maşerî vicdan”, yani “kolektif bir bilinç”, “hissetme” meselesiyse eğer –ki Gökalp’e göre öyledir-, o zaman bu kolektif bilincin bilhassa “kamusal muhakeme” biçimlerinde açıkça tanımlanması ve herkes tarafından içselleştirilmesi gerekir.
Aksi halde ulus diye diye, bir takım histeri patlamalarıyla “gerçek ulusun” içi boşaltılabilir ya da iş mecrasından çıkartılabilir. Ulus, kendini ulusun inşa ettiği kurumsal pratiklerin tamamında açıkça hissedebildiği oranda ulus; uluslaşma süreci de bu hissetme, katılma ve içselleştirme süreçlerinin yüksekliği oranında uluslaşma sürecidir. Aksi halde bir ulustan değil, yığınların eğilimlerinden bahsedilebilir.
Uluslaşma süreci, aynı zamanda bir arınma, temizlenme sürecidir. Arkaik olanla olmayanı, bilinç dışıyla (kültür), bilinci (uygarlık ve rasyonelleşme) uzlaştırma sürecidir. Kamu ve kamusallık da ulusun bütün eğilim ve birikimlerinin “meşru müzakere mekanizmalarıyla” rafine edilerek kamusal alana taşındığı biçimli alanlar. Biçimli alanlar derken hem içerik hem de şekil olarak tanımlı, yasal ve meşru alanları kastediyorum.
Biçimli alan aynı zamanda açık ve alenî, kayıtlı alandır. Burada da tıpkı gelişmiş piyasa örneklerinde görüldüğü gibi sistemin kayıt dışı, belirsiz bütün alanlardan arındırılması ve temizlenmesi gerekir. Aksi halde kurumsal bir yapı olan ulusal bir bütünlükle değil dil ve gramer birliği olmayan bir insan yığınıyla karşı karşıya geliriz.
KAMUNUN DIŞI
Kamunun kendisi, işte bu meşru müzakere süreçleriyle tanımlanmış ve kayda alınmış alandır. Bunun dışında kalan tanımsız alanlar ise, gerçekte var olsalar bile “meşru” biçimde “kolektif bilincin” tanımlı alanına taşınmadıkları için kayıt dışı ve gayrimeşru sayılır.
Kayıt dışı alanın genele oranı arttıkça bizatihi meşru olanın kendisi sorgulanmaya başlar. Çünkü bu durumda “meşru nesnellik”, küçük bir azınlığın kamu gücüyle halka dayattığı “yasal bir zorunluluk”, baskıcı bir iktidar aracı haline düşebilir.
Meşruluk düzeyi, kayıtlı alanın kayıt dışı alan karşısındaki fazlasıyla ölçülür. Artık değer fazlası arttıkça nasıl yatırım imkânı artar ve ekonomik gelişmişlik düzeyi büyürse, kayıt dışı alanların merkeze, yani biçimlenmiş alana taşınma payı arttıkça da “uluslaşma” ve “demokratikleşme” oranı da artmış olur.
Kamusal alanın büyümesi, ortak paydanın büyümesi; küçülmesi ise bu paydanın küçülmesidir. Kamunun dışı derken henüz kamusal alana aktarılamamış bütün bir değer, kültür, birikim ve ara renklerin tamamını kastediyoruz. Ulusun başarısı, bu alanların tamamını bilinçdışının tanımsız veya yarı tanımlı alanlarından “kolektif kamu bilincinin” tanımlı ve meşru alanına çıkarabilme kapasitesiyle doğru orantılıdır.
Kolektif bilinç kavramını Gökalp’in kullandığı anlamda “maşerî vicdan/bilinç” anlamında; kamusallığı da “kolektif kamu bilinci” ve “kamusal muhakeme biçimleriyle” bunların kamusal alandaki görünür şekilleri anlamında kullanıyorum.
NETİCE
Merkez, sadece “kamusallığın” tanımlı şekillerini değil, henüz kamusallığa dâhil olmayan tanımsız şekillerini de kolektif bilincin meşru çizgisine çekebilme kapasitesi, habitatıdır. Türkiye örneğinde bilhassa ilk modernleşme süreçlerimizden bu günlere kadar tevarüs edilen en temel sorunlardan biri, kamusallığın kendisinden önce belirlenme süreçlerinin tanımsız ve belirsiz bırakılmasıdır.
Hal böyle olunca, gücü ele geçiren her kim olursa olsun, kamusallığı belirleme gücünü de kendi tekelinde görme hakkı görüyor ve bu tanımın dışında kalan herkesi meşru alanın dışına itiyor. Genel eğilim bu olunca da ulusun bir kısmı kendini kamunun genel kabulleri dışında buluyor.
Bu paradoksun nedeni, kamusallığın iktidarla aynîleşmesidir.
Oysa kamusallık temellük edilebilir bir şey değildir. O alınıp satılamaz ve bir kesime mal edilemez. O herkesindir. Ve herkesin olduğu sürece kamusaldır.
Aksi durumda sıradan bir iktidar değişimi bile, aniden bir sistem krizi ve beka meselesi hâline gelebilir.