Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay "İmparatorluğun son ve Cumhuriyetin ilk yıllarında, Bâb-ı Âli’de herkesin sevip saydığı üç büyük muharrir vardı. Ahmed Rasim, Mahmud Sadık ve Hasan Bedreddin" diyor.
21 Temmuz 1930 günlü Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfasında “Mahmud Sadık Bey üstadın ilim ve gazetecilik hayatı” başlıklı ve fotoğraflı bir haber bulunuyor.
Fotoğrafta Mahmud Sadık Bey hasta yatağında görülmektedir. Şeyh’ül muharririnin son iki yıldır hasta olduğu, ’30 kışının başındaysa artık bir daha kalkmamak üzere yatağa düştüğü biliniyordu. Fotoğraf, amansız hastalığın, Mahmud Sadık Bey’i nasıl bir deri bir kemik hâline getirdiğinin de bir belgesiydi.
Şeyh’ül muharririni son gören edebiyatçılardan biri olan Halit Fahri vefâtının ardından şunu yazmıştı:
“Bir taraftan yaşlılık, bir taraftan yoksulluk onu harap ediyor, günden güne zayıfladığını, kuvvetten düştüğünü hüzünle görüyordum. Felâket bu kadarla bitmiyordu. İçkiye olan düşkünlüğü de büsbütün artmıştı. Dergiden aldığı aylığın üçte ikisi borca kesiliyordu. O tarihte Kızıltoprak’ta oturuyordum. Onun da Kızıltoprak istasyonu karşısında, çok harap bir evde, kızlarından birisiyle oturduğunu işitiyordum. Geçimleri çok daralmıştı. Aradan çok geçmeden hastalandığını öğrendim. Evinde ziyâret ettiğim gün duyduğum acıyı hiç unutamam. Hemen bomboş bir odada, bir iki iskemleyi gözümün önüne getirebiliyorum. Bir de yatağında yatan Mahmud Sadık’ı! Altmış şu kadar yıl, Bâb-ı Âli yokuşunda hiç durmadan yazan, fikir dağıtan, kültür dağıtan bu adamın talihi bu mu olmalıydı? Odanın tahta döşemesi delik deşikti. Birçok yerlerini gazete kâğıtlarıyla kapatmışlardı. Ben facianın bu kadar dehşetli olduğunu bilmiyordum. Tepemden vurulmuştum. İşte gazeteciliğimizin bir pîri, bir büyük üstadı, bir zamanlar iyi yaşamış, gün görmüş, nice acemi gençlere bu meslekte hocalık etmiş, fakat kara bir alınyazısıyla böyle sefâlet içinde ölmüştü. Bunda, kendisi kadar, matbaalarında ömür harcadığı yokuşun da günahı vardı.”
Adnan Giz’in belirttiği gibi, İmparatorluğun son ve Cumhuriyetin ilk yıllarında, Bâb-ı Âli’de herkesin sevip saydığı üç büyük muharrir vardı. Ahmed Rasim, Mahmud Sadık ve Hasan Bedreddin. Onlardan Mahmud Sadık Bey, yazmaya Mülkiye’de birinci sınıfta öğrenciyken başlamıştı. Üçüncü sınıftayken Almanya’ya tahsile gönderilir. Ne var ki bir yıl kadar sonra hastalanınca İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştır. Mülkiye mezunu olmasına karşın yaşamı boyunca hep Bâb-ı Âli’de çalışmayı tercih etmiştir. 1885 yılında Üsküdarlı Talat Bey’in baş muharrir, Diran Kelekyan Efendi’ninse mütercim olarak çalıştıkları Saadet gazetesinde işe girer. Sonra, Tarik, Tercümân-ı Hakîkat ve Sabah gazetelerinde yazar. Bir hafiyenin ihbarı üzerine Kudüs’e tahrirat müdürü olarak sürgüne gönderilir. Meşrûtiyet’ten ancak iki yıl kadar önce İstanbul’a gelebilir. Kalem’de “Mırnav” imzalı, Yeni Gazete’deyse “Takvimden Yapraklar” ve “Serap” köşelerindeki yazıları, edebiyatımızdaki fıkra türünün en değerli örnekleri sayılmaktadır. Mahmud Sadık Bey’in “Rüşvet”, “Sevda ve Kalb-i Şeyda”, “Zevk-i Hürriyet” ve “Tekâmül” gibi ilginç romanları da bulunuyor.
Mahmud Sadık Bey de arkadaşı Ahmed Rasim gibi yaşamı boyunca rakıya düşkün rind meşreb biriydi. Onu yakından tanıyanlar üstadın burnunun üzerindeki kelebek gözlüğüyle ve elindeki küçük parmağı kadar ufacık kurşun kalemiyle doğmuş olabileceğini düşünüyorlardı. Fazla çizgili çehresine ve gözlüğünün üstünden derin bakışlarınaysa uçları sigaradan sapsarı olmuş sarkık bıyıkları çok yakışıyordu. Ne kadar sarhoş olusa olsun zevcesi Cevvale Hanım’dan sevgiyle bahsetmeyi hiç ihmal etmediği söylenirdi. Nesteren ve Semiha isimlerinde iki de kızları vardı. Sanırım yaşı ve rakısı yüzünden son yıllarında Bâb-ı Âli’deki kapılar ona kapanmıştı. Ama, Demiryolları Mecmuası’nın sorumlu müdürü Safveti Ziya Bey bir başka göreve atanınca, vefâkâr Behiç Bey, o koltuğa 1926 yılında eski arkadaşı Mahmud Sadık Bey’i oturtur. Onunla birlikte de Demiryolları Mecmuası daha fazla okunmaya başlanır. Sarhoş diye Bâb-ı Âli’de istenmeyen üstadın Demiryolları Mecmuası’ndaki bu beklenmedik başarısı üzerine Behiç Bey ona 1 Nisan 1927 günlü bir kutlama mektubu gönderecektir. Mahmud Sadık Bey, her akşam muhtemelen Gar Lokantası’nda demlenip, Kızıltoprak’a sarhoş dönüyordu. Veresiye defterine yazdırdığı içinse aybaşlarında maaşının bir kısmının rakı borcuna kesildiği muhakkatır.
Mahmud Sadık Bey’in hastalığının son günleri, Vakit, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde sık sık haber yapılmıştır. Gazi Mustafa Kemal ise onun hastalığını öğrenince Afyon Karahisar mebusu Ruşen Eşref Bey’i hemen Kızıltoprak’a ziyâretine göndermiştir. Vefâtından iki gün öncesine kadar gazeteleri takip eden şeyh’ül muharririn, 28 Temmuz 1930 sabahı saat 10.45 sularında hayata gözlerini yumar. Cenâzesi, Zühtü Paşa Camii’nden kaldırılıp, özel bir trenle Haydarpaşa’ya götürülür. Oradaki devlet töreninin ardından Şerifler Kuyusu Mezarlığı’nda, Hacı Hüseyin Hayri Paşa sebiline bitişik Mimar Kemalettin’in mezarının yanında açılan makberede ebediyete tevdi edilir. Ancak, ’40 istimlakında, Üsküdar’dan Kadıköyü’ne açılan yol Şerifler Kuyusu’nun bu kesiminin üstünden geçince, mezarlar kaybolurlar.
Mahmud Sadık Bey’in kızları Nesteren’in ve Semiha’nın Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nin 1917 mezunları olmaları, ikisinin de babalarının hastalığı sırasında öğretmenlik yapmaları, Halit Fahri kaynaklı “şeyh’ül muharririn sefâlet içinde vefât etti” bilgisinin sıhhatini şüpheli hâle getirdiği söylenebilir. Halit Fahri sanırım birazcık abartmıştı. Çünkü, Cumhuriyet gazetesinin 30 Temmuz 1930 günlü nüshasında yayımlanan Matbuat Cemiyeti’nin tebliğinde de, “Maddî hayata karşı nazar ve itiyadını bütün meslektaşlarının bildiği ve bilerek sevdiği Mahmud Sadık, kendisinden ziyâde baba ve büyük baba olarak yürekten bağlandığı daha iki ailenin iltihakı ile hiç de geniş bir geçinme hâlindeydi denemez” ifâdesi kullanılmıştır.
Hasan Bedreddin’in ve Mahmud Sadık’ın vefâtlarıyla Bâb-ı Âli’nin üç ayaklı kütüphânesinden geriye bir Ahmed Rasim kalmıştır. Onun da sağlık sorunları başlamıştı.
Üç büyüklerden Hasan Bedreddin Giritliydi. Sakın onu Kütahyalı ve Manastırlı olan adaşlarıyla karıştırmayın. Bizimki 1926 yılında vefât etmiştir. Hayattayken, Arapça, Farsça, Grekçe, Fransızca, Almanca, İngilizce ve İtalyanca dillerini bilmek ne kelime, onların hepsini şakır şakır konuştuğu da söyleniyordu. 1912 ile 1926 arasında telif ve tercüme olarak elliden fazla eseri yayımlanmıştır.
Giritli Hasan Bedreddin’in vefâtından sonra Ahmed Rasim 1927 yılında Gazi Mustafa Kemal’in isteğiyle milletvekili olmuştu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üçüncü ve dördüncü dönemlerinde görev yapmasına karşın, hastalığı nedeniyle oturumların çoğuna katılamadığı anlaşılıyor. Benim için onun Meclis’te 4 Aralık 1931 günü muharrir Mahmud Sadık Bey merhumun zevcesi Cevvale Hanım’ın terfisi hakkında bir önerge vermesi önemlidir.
Şeyh’ül muharririnimiz yaşama Kızıltoprak’ta vedâ ettiğinde Ahmed Rasim de hastalığı yüzünden Heybeli’deydi. Memleketin en eski gazetecisi ve yegâne ayaklı kütüphânesi olmak şerefi artık ondaydı. Ancak, şiddetli mafsal ağrıları yüzünden kâgirinden sokağa çıkamıyordu. Milliyet gazetesinin 23 Eylül 1932 günlü nüshasında habere göre, son günlerinde etrafındakilere hep çok sevdiği Mahmud Sadık Bey’i özlediğinden bahsediyormuş. 21 Eylül’deyse çocuklarından bir kadeh domuz sıkısı rakı istemiş. Onlar da yanına meze isteyip istemediğini sormuşlar. İstememiş. Rakısını verdiklerinde sokaktan çocukların gürültüsü duyuluyormuş. Ahmed Rasim rakısını yudumlarken, sokaktakilere, “Çocuklar, mızıkçılık yapıyorsunuz ama!” diye seslenmiş. Son sözü de bu olmuş. Çünkü, Melek’ül Mevt , üstadımızın lâfını balla kesip, onu elindeki rakı kadehiyle Mahmud Sadık Bey’in yukarıda bir yerdeki çilingir sofrasına çıkarmış.
Ahmed Rasim’in tabutunu ertesi gün bahçe kapısından geçirmek için çok uğraşmışlar. Meyhâneci Mardik ise bir süre sonra bu eziyete dayanamamış ve demir parmaklıklara sıkışan tabuta asılarak kendisine doğru çekmeye başlamış. Bu da muharrir Selahattin Güngör’ü pek kızdırmış ve Mardik’e “Bıraksana yahu, tabutu da meze tabağı sandın galiba!” diye bağırmasına neden olmuş.
Ahmed Rasim yaşamı boyunca Bektaşi babalarından Yorgani Hasan’a uymuş, rakısına sadece mevsim meyvelerinden birini meze yapmıştı. Mahmud Sadık Bey ise muhtemelen rakısını Gazi Mustafa Kemal gibi Rumların “stragalya” dediği tuzlu sakız leblebisiyle içiyordu. Rakının yanında keten helvayı seven Baba Yaver’e bakmayın, üstad meyhâneye zerzevatçı beygirleri gibi girenlerdendir. Kemânî Tatyos Efendi’nin ve Tanbûracı Osman Pehlivan’nın mekânlarıysa, meyhâne değil, içkili lokantalardır.
Ahmed Rasim, hangi mecliste bulunursa ilk kadehi onun kaldırması istenir, o da “Şerefe!” yerine “Çak!” diyerek rakı ehlinin o günkü sohbetini açarmış. 21 Eylül 1932 günü Uşşak makamından “Aman sâkî canım sâkî, doldur, doldur da ver!” şarkısının şehristana semâdan inişiyse, Ahmed Rasim’in vuslatın sevinciyle Mahmud Sadık’a bir “Çak!” çekiyor olduğunun işâretiydi…