Anarşik Armoni kitabının yazarı Halil Turhanlı, Polonyalı düşünür Leszek Kolakowski’nin ülkesinin 20’nci yüzyılda yaşadığı bütün dönüşümlere etki ettiğini dile getiriyor.
Polonyalı düşünür Leszek Kolakowski ülkesinin yirminci yüzyılda yaşadığı bütün bunalımlara, sarsıntılara, dönüşümlere tanıklık etmenin ötesinde bunları etkiledi, bu değişimlerde rol oynadı. Stalinist diktatörlük, işçi ayaklanmaları, revizyonist akım, Dayanışma hareketi, 1989’da komünist sosyalist rejimin nihai çöküşü... Tony Judt, onun bütün entelektüel enerjisiyle geleneksel Polonya toplumunun, kültürünün derinlerine uzanan özellikleri muhalefet etmeye yöneldiğini belirtir. Kilisenin nüfusuna, ruhbanlara, şovenizme, anti-semitizme... (2008: 129). Judt’un savı genelde doğru, sadece küçük bir düzeltmeyi gerektiriyor. Kolakowski’nin bu muhalefeti ve hedefleri yaşamının her dönemi için geçerli değildir. Örneğin, Marksizme bağlı oluğu yıllarda kiliseye karşı tavır alan Polonyalı düşünür son dönemlerinde giderek dindarlaşmış ve din felsefesi konusunda epey yazmıştı.
***
1927’de doğu Polonya’da Radom’da dünyaya gelen Kolakowski Alman orduları ülkesini istila ettiklerinde, Varşova gettosunu yakıp yıktıklarında, orada kıyıma giriştiklerinde on altı yaşındaydı. 1945’de faşizme duyduğu öfkenin de etkisiyle Polonya İşçi Partisi gençlik örgütüne katıldı.1950’lerin ilk yarısına değin partiye bağlı ortodoks bir Marksist olarak Stalinist rejimi savundu.
Polonyalı şair Czeslaw Milosz coğrafyanın Polonya halkı için kader olduğunu. Sovyetler Birliği’ne coğrafi yakınlığından dolayı ülkesinin otoriter bir politik rejimin dayatmalarına maruz kaldığını, bu rejimin etki alanından çıkamadığını yakınır. Ancak Captive Mind (Tutsak Zihin) başlıklı özyaşamsal kitabında asıl eleştiri oklarını Polonyalı entelektüellere yöneltir. Onların partiye ve devlete bağlılıklarını ahlaki, psikolojik ve sosyolojik açıdan ele alır. Çok sayıda Polonyalı entelektüelin hiç değilse hayatlarının bir döneminde Stalinist rejimle, partiyle nasıl özdeşleştiklerini, parti buyruklarına nasıl boyun eğdiklerini, bu buyrukları yerine getirmek için insani değerlere nasıl ters davrandıkların, açıklamaya çalışır. Milosz’un Polonyalı entelektüellerin otoriter sisteme itaat etmelerini, bu sistemin ideologları olmayı kabullenmelerini açıklama girişimi aynı zamanda kitaba antropolojik bir boyut da verir.
***
Kolakowski de Milozs’un sözünü ettiği rejime bağlı entelektüellerden biriydi. Yıllarca parti dogmalarını genç kuşaklara benimsetmeye çalıştı. O yıllarda Polonya’daki otoriter düzene, Stalinist kültüre koşulsuz denilebilecek bir destek verdi. Bu yönüyle de hatırlandı ve anıldı. 1989’da post-komünist Polonya’da doğduğu Radom şehrine heykelinin konulması gündeme geldiğinde Stalinist geçmişinden dolayı buna karşı çıkanlar oldu. Ancak 1950’lerin ikinci yarısında ortodoks Marksizmden revizyonizme, demokratik sosyalizme geçti.
1956 Şubat’ın gerçekleştirilen SBKP (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) 20. Kongresi’nde Kruşçev’in yaptığı konuşma Polonya’da da Stalinist rejimi bütün etkileriyle aşma ve bütün sonuçlarıyla geride bırakma konusunda cesaret vermiş, umut uyandırmıştı. Rejimin ideolojisi olarak Marksizmi ciddi biçimde gözden geçirmek fırsatı doğmuştu. Ama unutulan bir şey vardı: Esasında Kruşçev, özellikle 1937-38 yıllarında ürkütücü boyutlara varan terör rejiminin en etkili faillerinden biriydi. Dolayısıyla ciddi bir inandırıcılık sorunu söz konusuydu.
Raylı taşıma araçları üreten fabrikalardaki işçiler değişim ve yumuşama umuduna kapılarak 1956 Ekim’inde Poznan’da çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle grev başlattılar. Talepleri karşılanmayınca protesto hareketlerine giriştiler, kimi entelektüeller de bu girişime destek verdi. Totaliter yönetim işçilerin başını çektiği protesto eylemlerine çok sert tepki gösterdi, kan döktü. Reformcu Gomulka görevinden alındı Aynı yıl Macaristan’daki esneklik ve demokratikleşme talepleri Varşova Paktı ülkeleri askerlerinden oluşan birliklerce kanlı bir biçimde bastırıldı. Bu gelişmeler yumuşamanın, geçmişten kopmanın hiç de kolay olmayacağını gösteriyordu.
Polonya’da Gomulka bir süre sonra yeniden göreve getirildi, 1970’e kadar da lider olarak kaldı. Fakat bu kez farklı politikalar izledi.1960’larda sistemi istikrarlı hale getirme bahanesiyle muhalefete izin vermedi, muhalif aydınlara baskı uyguladı. Anti-semitik kampanyalara göz yumdu. Milliyetçi duyguları yükselterek Leh sosyalizmi inşa etti.
Revizyonist sıfatı 1950’lerin sonundan itibaren parti otoriteleri tarafından resmi ideoloji olarak ortodoks Marksizme muhalefet edenleri, sorgulayanları damgalama ve dışlama amacıyla kullanıldı. Revizyonistler “bilimsel sosyalizm”den sapan, Marksizmin bilimselliğini reddeden kişilerdi.
***
Kolakowski 1950’lerin ikinci yarısından itibaren muhalefet etmeye, sistemi sorgulamaya ve eleştirmeye başladı. Revizyonizmin sözcüsü oldu.1956’daki işçi ayaklanmasını destekledi bunu sistemi demokratikleştirme girişimi olarak gördü. 1959 tarihli “Rahip ve Soytarı “ başlıklı denemesinde ortodoks Marksizm ile revizyonizmi kıyasladı. Bir başka ifadeyle, dogmatizm ile kuşkuculuk arasındaki karşıtlığı rahip ve soytarı metaforları üzerinden ele aldı. Kilisenin doğmalarına inanan rahip ile Marksizmin, partinin dogmalarına inanan bir komünist arasında fark görmüyordu. Beri yandan parti jargonunda aşağılayıcı bir anlam yüklenen revizyonistti kuşku duyan ve sorgulayan bir soytarı olarak sunuyor, hiç gocunmadan kendini de bu ikincisiyle özdeşleştiriyordu. Bu deneme onun Stalinizm’den revizyonizme, doğmalara bağlanmaktan sorgulamaya geçişini belgeler.
Kolakowski revizyonizmin başarıya ulaşabilmesi için politikanın ütopyacı boyutunu canlandırmak gerektiğini vurguluyordu. Ütopyanın da riskli bir proje olduğunu, tehlikeli bir cazibeye sahip bulunduğunu, kusursuz bir toplum yaratma idealinin, bu ideal doğrultusunda toplumun her düzeyinin ayrıntılı olarak tasarlanmasının toplum mühendisliğine, despotizme yol açmasının kaçınılmaz olduğunu elbette biliyordu. Nasyonel sosyalizm de Alman halkına bir ütopya sunmuştu. Dahası, bir zamanlar ütopya ona de çekici gelmişti. Âmâ bu kez sözünü ettiği liderlerin, tiranların vaatti olarak ütopya değildi; umudun rehberlik edeceği bir praksise bağlı bir gelecek düşüncesiydi şimdi söz konusu olan. Altını çizdiği özgür politik eylemdi. Özgür politik eylemden anladığı ise kitlelerin ortak iyiyi, adaleti ve eşitliği amaç edinerek yürütecekleri bir mücadeleydi. Bu noktada Polonyalı düşünürün politik eyleme atfettiği önem Hannah Arendt’in kamusal hayatı, bu alandaki etkinliği ve eşitliği açıklarken başvurduğu ‘aktif hayat’ (vita activa) kavramına yakınlık arz eder. Arendt’in Antik Yunan dünyasındaki siyasal hayattan etkilenerek oluşturduğu felsefesinde ‘ortak dünya’ yani kamusal alan, bu alanda görünmek ve konuşabilmek öne çıkar. O konuşma ve katılımı eylemin ön koşulu sayar. Ancak konuşma varsa eylemin söz konusu olabileceğini belirtir. Kolakowski’nin yakındığı da Polonya ve diğer sosyalist ülkelerde çoğulculuğa, konuşmaya izin verilmemesi, sözün ortadan kalkmış olmasıydı.
***
Kolakowski 1966’da Polonya Ekim’i adıyla anılan ve kanlı bir biçimde bastırılan işçi ayaklanmasının onuncu yıldönümü dolayıyla öğrencilerin daveti üzerine Varşova Üniversitesi’nde yaptığı konuşmanın ardından hem partiden ihraç edildi hem akademiden uzaklaştırıldı. Konuşmasında aradan geçen on yıl içinde demokratikleşme yolunda hiçbir adım atılmadığını, toplantı ve ifade özgürlüğünün, akademik özgürlüğün bulunmadığını, parti seçkinlerine tanınan ayrıcalıklardan dolayı eşitlikten söz edilemeyeceğini cesaret ve dürüstlükle dile getirmişti.
Kolakowski çeşitli evrelerden geçerek ağır ağır Marksizm’den koptu. Eleştiri okları artık bu aşamada sadece Stalin’i hedef almıyordu, Marksizmin de böylesi bir otoriterliğin tohumlarını içerdiğini ileri sürüyordu. Yaşadığı büyük düş kırıklığıyla 1960’larda revizyonizmden de umudunu kesen Polonyalı düşünür bu noktadan itibaren meselenin köklerine indi ve orada Marx’ın düşüncelerini, ‘bilimsel sosyalizm’i buldu. Ona göre Stalinist baskı rejimi Marksizm’den sapma değildi, tam aksine Marksizm’in esasına bağlı kalan bir uygulamaydı. ‘Prometeci hümanizm’ olarak ortaya çıkan ve kendini böyle sunan Marksizm, Stalin’in korkunç tiranlığına yol açmıştı. Dolayısıyla ‘otantik Marksizm’e dönüşün demokratikleşme açısından hiçbir faydası olamazdı.
***
Kolakowski sürgünde bulunduğu yıllarda ülkesindeki bağımsız işçi sendikası Dayanışma’nın başlattığı muhalefet hareketini dışarıdan destekledi. Siyaset kuramcısı Andrew Arrato, Batı toplumlarında demokratik kültürün oluşumunu ve gelişimini sağlayan sivil toplumun reel sosyalist ülkelerde bulunmadığını, kamusal alandaki tartışma ve diyalogun yerini partinin dikte ettiği bilgi ve dogmaların aldığını, halka bunların dayatıldığını hatırlatır. Dayanışma hareketinin de işçilerin, onları destekleyen entelektüellerin 1976’da birlikte başlattıkları sivil toplum oluşturma girişimi olduğunu belirtir ve Kolakowski’yi bu girişimin içindeki entelektüellerin önde gelenleri arasında sayar.
Kaynaklar:
Arato, A. (1993), From Neo-Marxism to Democratic Theory, Routledge
Judt, T. (2008), Reapprails, Penguin Press.
Kolakowski, L. (1969), Marxism and Beyond,
(İngilizceye çev. J.Zielonko), Pall Mall Press