‘Dil, Aramızdaki Muhbir’ kitabının yazarı Alper Çeker, A Milli Takım’ın, Faroe Adaları karşısında aldığı mağlubiyetin perde arkasında yatan nedenlere odaklanıyor.
Bütün önemli liglerde futbolcular doksan dakika boyunca ortalama on iki kilometre koşar ve saatte otuz iki ile otuz beş kilometre arasında sürat yaparlar. Takımların toplam koşu mesafesi genelde yüz yirmi kilometredir. Hücum oyuncuları, top kendi takımlarına geçtiğinde süratleri sayesinde rakip savunmanın arkasına sarkar. Boş koşular yaparak arkadaşlarına pas seçeneği yaratırlar ya da rakip savunmayı peşlerine takarak gole giden oyuncunun önünü açarlar. Takım oyuncuları topu kaybettiklerinde aynı süratle savunmaya dönerler. Avrupa’da alt yapıdaki çocuklar kendi mevkiinin dışındaki mevkilerde de oynatılır. Bu sayede bir stoper hücuma, bir forvet savunmaya katkı vermeyi öğrenir. Türk Milli Takımı akan oyunda Portekiz, İspanya ve Hırvatistan gibi birçok takımın savunma oyuncularından hatta stoperlerinden gol yedi. 2020 Avrupa Futbol Kupasında oynadığımız üç maçta da koşu mesafemiz rakiplerin o kadar gerisindeydi ki sahada bir kişi eksik oynuyor gibiydik. Hatta İtalya maçında üçlü savunmasıyla tanınan rakibimiz Türk oyuncuların koşmadığını görünce stoperlerinden birini bizim ceza sahamıza gönderdi.
Avrupa’da futbolcuların otuz bir yaşında emekli edilmesinin nedeni artık bedenlerinin bu koşu mesafesini ve süratini kaldıramayacak olması. Koşu mesafesi ve sürat, bütün futbolcuların zaten işlerinin gereği olan özellikler. İspanya ve İngiltere’de yapılan araştırmalar büyük küçük bütün takımların bu koşu mesafelerini ve sürati tutturduğunu gösteriyor. Aradaki fark, bazı oyuncuların diğerlerinin üzerine yetenekleriyle çıkması sonucunda oluşuyor. Bir oyuncu diğeri kadar yetenekli olmayabilir ama iş ahlakı gereği diğerleri kadar koşmak ve süratli olmak zorunda. On yedi yaşında vereme yakalanınca kaleciliği bırakmak zorunda kalan Albert Camus, “Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında bildiğim her şeyi futbola borçluyum.” der. İş ahlakı yani koşmadan para kazanmanın marifet olmadığı bilinci, bir çocuğa on-on bir yaşlarında verilir. Yusuf Yazıcı, Ali Akman, Ozan Tufan gibi oyuncular yetenekli oldukları halde koşmadıkları için Avrupa’dan evlerine geri yollandılar. Hiçbirinin koşmamak için bedensel bir engeli yok. Diego Simeone’nin Atletico Madrid’in başına geçmesinden sonra Arda Turan için bir diyetisyen görevlendirildi ve oyuncunun kilo vermesi sağlandı. Bu sayede Arda Turan takım arkadaşlarının koşu mesafesini ve süratini yakaladı. Yani isteyince oluyor. Atletico Madrid’in Real Madrid ile karşılaştığı maçlarda Arda Turan, top rakipteyken Cristiano Ronaldo’yu savunuyordu. Mehmet Topal koşan, savunma yapan, iş ahlakına sahip bir oyuncu olduğu halde hücuma katkı yapmayı öğrenemediği için Valencia onun sözleşmesini uzatmadı. Bütün bu anlatılanlara kaleciler de dahil. Kaleciler yalnızca top tutmaz, hücuma da katılır. Topu oyuna isabetli pasla sokarlar. Milli takım kalecisi Uğurcan Çakır’ın Katar’da düzenlenecek Dünya Kupası elemelerinde oynanan Türkiye-Portekiz maçında kullandığı topların tamamı rakibe gitti.
İngiltere’de futbolcular gelen topu durdurmadan, düzeltmeden pas atarlar çünkü bunları yapmak için geçecek olan bir ya da iki saniyede rakibin topu çalma fırsatı vardır. Böyle bir pasın düşünmeden, içgüdüsel olarak verilmesi gerekiyor. Herhangi bir nöroloğa “Bu beceriyi geliştirmenin yolu nedir?” diye sorsanız, size “Sürekli çalışmak.” diyecektir.
Camus, futbol sahaları ve tiyatro sahneleri için “benim asıl üniversitelerimdi” der. Milli takım kampı; oyunculara iş ahlakını ya da pas vermeyi öğretmenin, süratlerini arttırmanın yeri değil. Bunlar, kulüp takımlarının antrenörlerinin yapması gereken işler. Fakat Türk antrenörler yetenekli gençleri geliştirecek, fiziklerini üst seviyeye çıkaracak bir birikime sahip değiller. Türkiye Futbol Federasyonunun eğitim seminerlerine hiçbir Türk antrenörün gelmediğini hem Hamit Altıntop hem de Önder Özen açıkladı. Türk teknik direktörler çağdaş antrenman yöntemlerini, teknolojiden yararlanmayı bilmiyorlar. Lisanslarını bir eğitimin sonucunda değil, para karşılığında alıyorlar. Türkiye’de teknik direktörlük lisansının futbolculara ödül olarak verildiğini bile gördük. Bu saydıklarımın sonucu olarak; oyuncuları Türkiye liginden seçildiğinde, milli takım tel tel dökülüyor.
Türkiye ligi bir futbolcu çöplüğü. Ülkemizdeki yabancı oyuncular otuz yedi- otuz sekiz yaşında, bacağı kırık, sara hastası, komisyon karşılığı alınmış futbolcular. Trabzonspor’un şampiyon takımının yıldızı Nwakaeme bu kulüpten ayrıldıktan sonra Suudi Arabistan’a transfer oldu ama orada bile fiziği yeterli görülmediği için kadroya giremedi. Galatasaray’a geleceğin yıldızları olarak transfer edilen Rumen oyunculardan Cicaldau Birleşik Arap Emirliklerine, Morutan ise İtalya’nın ikinci ligine gitti. Bu örnekleri sabaha kadar sayabiliriz. Altı milyon nüfusu olan Danimarka’nın süper ligde dört oyuncusu var. On altı milyon nüfusu olan İstanbul’un futbol kulüplerinde, milli takım seviyesinde dört tane Türk oyuncu yok. Hali hazırdaki oyuncuların, elli bin nüfuslu Faroe adalarının milli takımı tarafından nasıl ezildiklerini gördük.
Bu durumdan çıkmak için yapılması gereken şeyler var. Öncelikle ülkemizde antrenörlük yapmak için, uluslararası kabul görmüş bazı eğitimlere sahip olma şartı getirilmeli. İkinci olarak, hem yöneticilerin hem de antrenörlerin komisyon karşılığı transfer yapmalarının bir biçimde önüne geçilmeli. Eğer bu engellenir, kulüplere mali şeffaflık getirilirse alt yapıdaki gençlerin yükselmesinin önü açılır. Yolsuzluğun önlenmesine yönelik çabalara karşı futbol camiası “kulüplere yönetici bulamayız” bahanesini öne sürüyor. Ben bu sözün bir benzerini siyasetten hatırlıyorum. Sonuçta Türkiye, Interpol’ün bahis şikesinden aradığı adamın hakemlik yapabildiği bir yer. Yani kendi adıma pek umutlu değilim.