Anarşik Armoni kitabının yazarı Halil Turhanlı, sanat ve kültür eleştirmeni, aktivist Dwight MacDonald’ın Amerika’nın kültür ve düşünce dünyasında özel bir yeri olduğunu belirtiyor.
Düşünür, sanat ve kültür eleştirmeni, aktivist Dwight MacDonald yaşamındaki ve düşüncelerindeki ideolojik değişimler, dönüşümler ne olursa olsun savaş sonrası Amerika’nın kültür ve düşünce dünyasında hep özel yeri olan bir insandı. Onun entelektüel derinliğine saygı duyan, özgünlüğünü kabul eden okurları her zaman mevcuttu. Entelektüel serüveninin her evresinde hep kendi sesiyle konuştu. İnsanları en düşük ortak paydada buluşturan, bireysel duyarlığın ve beğenilerin altını oyan kitle kültürünün, kapitalizmin sanatı ve sanatsal yaratıcılığı aşağılayıcı etkilerinin keskin ve tavizsiz bir biçimde eleştirdi.
Vasatlığın kültürüne, değerlerine savaş açmıştı. Bu tutumunu anti-demokratik bulanlar onun muhafazakâr ve seçkinci olduğunu ileri sürdüler. Biyografisini kaleme alan Michael Wreszin onun düşüncelerindeki çelişkiyi vurgulamak için ‘geleneği savunan bir asi’ olduğunu yazmıştı.
1960’larda Vietnam Savaşı’nı protesto eden gençler ona ruhunda saklı tuttuğu radikalizmini hatırlattılar. O dönemde diğer bazı savaş-karşıtı yazarlarla birlikte Thoreau tarzı bir sivil itaatsizlik eyleminde bulundu. Emperyalist savaşı finanse eden bir Amerikan vatandaşı olmak istemediği için gelir vergisi ödemeyi reddetti. Üniversite öğrencilerinin Güneydoğu Asya’daki emperyalist saldırganlığı protesto etmelerinin anayasal bir hak olduğunu savundu.
Dwight MacDonald yazmaya 1930’ların başında, büyük ekonomik kriz döneminde medya patronu Henry Luce’nin Fortune dergisinde başladı. Fakat bu arada giderek derinleşen ekonomik krizin toplumun geniş bir kesimini yoksullaştırması onu radikalleştirdi. Fortune sermayenin, şirketlerin, iş sahiplerinin çıkarlarını savunuyor; ekonomik krizde bile devletin piyasaya müdahale etmesine karşı çıkıyordu. MacDonald ise Yeni Anlaşma (New Deal) politikalarından yanaydı. Piyasa kapitalizmini savunan yazılar kaleme alamazdı. Fortuna’dan ayrıldı. New York Entelektüelleri olarak anılan topluluğa katıldı.
***
1940’larda New York’da yaşayan, felsefe ve dünya görüşü olarak hiç değilse yaşamlarının bir bölümünde Marksizmi benimsemiş, ancak SSCB’de yürürlükteki totaliter düzene, bu düzenin ideolojisi olarak Sovyet Marksizmine tavır almış düşünür, yazar, eleştirmenler New York Entelektüelleri olarak anılan bir çevre oluşturmuşlardı. Anti-Stalinist solu temsil eden bu çevre tezlerini uzun bir zaman Partisan Review dergisinde dile getirdi.
Partisan Review 1934’de Komünist Partisi’ne bağlı John Reed Kulübü’nun New York şubesinin yayın organı olarak yayınlanmaya başladı. 1936’da yayınını noktaladı, ancak kısa süre sonra tekrar ve Komünist Partisi’yle ya da başka bir siyasi partiyle bağlantısı olmaksızın bağımsız sosyalist bir çizgide yeniden çıktı. İşte MacDonald bu dönemde derginin editörlüğünü üstlendi ve bunu 1943 yılına kadar sürdürdü. O tarihte Partisan Review ile bağları koptu. Dergi 1950’lerde, soğuk savaş yıllarında Amerika’nın dış politikasını desteklediğinde o söz konusu çevreden uzaklaşmıştı. (Soğuk savaş yıllarında entelektüel bir cephe oluşturabilmek için derginin CIA’dan örtülü maddi destek gördüğü sıklıkla iddia edilir)
***
MacDonald, Partisan Review’den ayrıldıktan sonra kısa ömürlü, ama yayınlandığı süre boyunca ses getiren Politics dergisini çıkardı. İkinci Dünya Savaşı’nda şehirlerin taş üstünde taş kalmamacasına bombalandığı binlerce sivilin öldürüldüğü haber ve görüntüleri ABD’ye ulaştığında ruhsal bunalıma girdi. Bunalım döneminde yazdığı savaşın ürkütücülüğüne dair yazılarını Politics’de yayımladı. Bu haberler onun pasifist ve sol liberter bir çizgiyi benimsemesinde etkili oldu. (Henüz ölüm kamplarında toplu kıyımlar hakkında çok az şey biliniyordu. Gelen haberlerin ise çoğunluk abartılı olduğu sanılıyordu. Soykırım gerçeği tüm boyutlarıyla ancak savaş bittikten sonra açığa çıkacaktı. MacDonald 1950’lerin sonlarından itibaren yazılarında kültür eleştirisine odaklandı.
***
Savaş sonrasında ekonomik bunalımı atlatan Amerika’da orta sınıfların maddi durumları düzelmişti. Frankfurt Okulu’nun terminolojisine başvuracak olursak “kültür endüstrisi” tarafından geniş tüketici yığınlar için klişelere dayalı olarak imal edilen, konformist insanı yaratan kitle kültürünün de yaygınlık kazandığı, hâkimiyet kurduğu dönemdi bu. Salt eğlendirici bir kültürdür söz konusu olan. Saturday Evening Post, Readers Digest, Life gibi dergiler, resimli romanlar ve özellikler de 1950’lerde hemen her Amerikan ailesinin evinde bulunan, bütün aileyi evin oturma odasına ya da salonuna toplayan “aile eğlencesi” televizyon kitle kültürünün başlıca yayıcılarıydılar. (Çoğu kitle kültürü eleştirmeni televizyon konusunda Marshall McLuhan’dan radikal biçimde farklı düşünüyordu).
***
Kitle kültürü düzleyici olduğu, sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırdığı yanılsaması yaratıyordu. Dwight MacDonald bu konuda Life dergisi örneğini verir. Ona göre hem zenginlerin maun masalarının hem orta sınıfların cam kokteyl masalarının hem de yoksulların yağ dökülmüş örtüyle kaplı mutfak masalarının üzerinde Life dergisi bulunurdu. Birbirinden çok farklı, hatta birbirine taban tabana zıt konuların bol fotoğraflarla ele alındığı derginin Kalküta sokaklarında çöpleri karıştıran aç insanların fotoğraflarının bulunduğu sayfasını çevirenler bu kez Rita Hayworth’ın aşk hayatına dair fotoğraflarla karşılaşıyor, birbirinden çok ayrı dünyaların fotoğraflarına hiçbir toplumsal sorumluluk, hiçbir ahlaki kaygı duymadan bakabiliyorlardı.
MacDonald’ın kültür konusundaki tezleri yaygın eleştirilerden farklıydı. Kitle kültürünün hiçbir estetik deneyim sunmadığını, bu kültürün sanatçılarca yaratılmadığını, otoriter baskıcı rejimlere hayır diyemeyecek itaatkâr bir kalabalık oluşturmak amacıyla teknokratlar tarafından tasarlanıp üretildiğini ileri sürüyordu. Kitle kültürünün tüketicisine ne duygusal katharsis sağladığını ne de estetik deneyim sunduğunu vurguluyordu. Ona göre kitle kültürü esasen sanata karşıydı. MacDonald bu tezlerin yanısıra farklı bir kültür kategorisinden söz ediyordu. Aslında, Virginia Woolf’ daha önce sözünü etmişti bu yeni kategorinin.
***
Virginia Woolf, Kasım 1932’de New Statesman dergisi editörüne göndermek için kaleme aldığı yazıda vasat kültürlüğünün (middlebrow) aşağı kültürlülükten (lowbrow) daha kötü olduğunu, kültür konusundaki asıl tehlikenin ortalamadan geldiğini belirtiyordu. Woolf o zamana değin mevcut olan kültürel hiyerarşiye bir ekleme yapıyor, yüksek ve aşağı kültür arasında orta kültüre yer veriyordu. Bilinmeyen bir nedenle dergiye göndermekten vazgeçtiği yazı ölümünden sonra yayımlandı. MacDonald, Woolf’un sözünü ettiği bu kültür kategorisini 1950’lerin sonunda Amerika’daki toplumsal farklılaşmaları göz önüne alarak gözden geçirdi ve güncelledi, middlebrow yerine ‘midcult’ (ortakült) sözcüğünü kullandı.
Dwight MacDonald’ın ‘Kitlekült ve Ortakült’ (Masscult and Midcult) başlıklı yazısı 1960’da Partisan Review’de yayımlandı. İlginç olan bir nokta, yazıyı önce onun ölçütlerine göre ortalamanın kültürünü temsil eden Saturday Evening, Post’a teklif etmiş, ama geri çevrilmiş olmasıdır. ‘Kitlekült ve Ortakült’ kültür konusunda yazdığı çok sayıda yazının en çok tartışılanıdır. Anti-demokratik bulunmuş ve eleştirilmiştir. Yazının hem kültürel hiyerarşileri savunan seçkinciliğin hem kültürel ve politik karamsarlığının bir ifadesi olduğu ileri sürülmüştür.
***
New York Review of Books 2011 Ekim’inde MacDonald’ın uzun zamandır yeni basımı yapılmayan kültür eleştirilerinin, kültür konusundaki denemelerinin toplamını Masscult and Midcult başlığı altında yeniden yayınladı. Genç kuşakların uzun yıllar okuyamadığı bu yazılar günümüzde kitle kültürüne, ortalamaya hiç hak etmediği ölçüde yüksek değer biçen postmodernizmle bir hesaplaşma olarak da okunabilir; çünkü gerçekten yüksek modernist kültürün değerini vurgulayan bu denemeler postmodern kültür anlayışına da güçlü bir tepki oluşturuyorlar.
***
MacDonald yüksek kültürün vasatların beğenilerince tehdit edildiğini, yüksek kültürün bu tür tehdit ve tehlikelere karşı korunması gerektiğini vurguluyor; esas olarak savaş sonrasında ortaya çıkan ekonomik gelişmenin yarattığı yani bir toplumsal kesimi hedef alıyordu. Bu yeni toplumsal kesim bir bakıma kitle kültürüne yakın, ama bazı açılardan kitle kültüründen ayrışan bir kültür kategorisini de doğurmuştu. Denilebilir ki MacDonald’ın meselesi yeni orta sınıfın beğenileriyle, bu sınıfın satın aldığı kültür ürünleriyleydi. 1950’lerde beliren eğitimli profesyonel ama sanat, edebiyat konularında bilgisiz, estetik konusunda duyarsız, bu konularda aydınlanmamış bir sınıftı hedef aldığı.