Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, Türkiye’de ekonomik krizin derinleştiğini ve toplumsal maliyetinin arttığını dile getiriyor.
Ekonomik krizin tam da içinde olduğumuzdan durumumuza dışarıdan bakma imkânından yoksunuz. Yakıcılığını yaşıyoruz, olumsuz etkilerini hissediyoruz, şikâyetleri, eleştirileri dinliyoruz ancak krizi bütüncül konuşmak, sebeplerini-sonuçlarını ele almak ve anlamlı bir çıkış yolu aramak neredeyse imkânsız. İnsanın kendisine, hayatına dışardan bakması doğası gereği zor, aşamayacağımız bir sınırlılığımız. İçinde bulunduğumuz ortamdan, koşullardan soyutlanarak bu ortama, şartlara dışardan bakmaktan, yaşadığımız hayatı kuşatıcı bir bakışla kavramaktan aciziz. Bu açıdan derinleşen krizin bütüncül fotoğrafını çekmede yetersiz kalıyoruz. Diğer taraftan bu yapısal engelin dışında bir de sorunu ele almamak, üstünü örtmek, belirtilerini görmezden gelmek, çarpıtmak şeklinde manipülatif işler var. Bir diğer husus da sorunu gören, ilgilenen ancak sorunu dar bir alanda sıkıştıran eksik, sakat bir dil var. Bütün bu hususlar nihayetinde yerleşik sistematiğe halel getirmeyen, onu dönüştürülmesi gereken bir odak olmaktan çıkaran bir durum oluşturuyor. Bizi insani ve ahlaki standartları son derece problemli tahripkâr bir döngünün cenderesinde kalmaya mahkûm ediyor.
***
Ekonomik kriz derinleşiyor, toplumsal maliyeti artıyor. Eşitsizlik derinleşiyor, yapısallaşıyor. Yoksulluk sınıfsallaşıyor, kuşaklar arası transfer edilen bir niteliğe bürünüyor. Çalışan kesimin kahir ekseriyeti yoksulluk sınırının altında bir gelirle hayatını idame ettiriyor. Ülkemizdeki çalışanların neredeyse yarısı için temel gelir olan asgari ücret açlık sınırının altında. (Asgari ücret beşbin beş yüz lira, 2022 Eylül ayında açlık sınırı yedibin üçyüz lira civarında.) Bu gerçekliğe ilişkin iki yaklaşımımız olduğunu belirttim yukarıda. Birincisi gerçekliği başka türlü göstermeye çalışan manipülatif yaklaşım. İktidar kanadı, TÜİK üzerinden gördüğümüz gib,i gerçeği işleme tabi tutarak daha kabul edilebilir kıvamda sunuyor. Diğer taraftan Cumhurbaşkanı başta olmak üzere yetkili isimler ya yaşadığımız gerçeği fantastik bir dilde başkalaştırıyorlar veya bölgesel, küresel gelişmelerin kombin edildiği bir gerekçeler almanağında doğallaştırıyorlar. Bu dilin ve politikaların yüksek maliyet oluşturduğu ve güvensizlikle malûl olduğu zaten derinleşen krizin varlığıyla sabit.
***
İkincisi ise yaşadığımız krizi, bu krizin ağırlığını, yüksek maliyetini görmemizi engelleyen dille ilgili. Özellikle ekonomik alan dikkate alındığında bu dilin küresel ölçekte egemen olduğu rahatlıkla söylenebilir. İstatistikler, soğuk rakamlar, gelir-gider, üretim-tüketim vs. üzerinden gizemlileştiren, yabancılaştıran teknik bir kullanılıyor. Bunun örneğin hayatın diğer alanlarıyla bağlantısının nasıl olduğunu, bağlantısının olup olmadığını konuşmuyoruz, tartışmıyoruz. Bu istatistiklerin, bu rakamların gündelik hayatımızın işleyişinde neye karşılık geldiğini kestiremiyoruz. Bir ülkede yaşayan insanların büyük çoğunluğunun yoksulluk sınırının, neredeyse yarısına yakınının açlık sınırının altında yaşadığı, sınıflar arasındaki eşitsizliğin derinleştiği ve gittikçe daha çok tahkim edildiği bir alanla eğitim, din, gelecek, kültür, değer, aile, siyasal katılım, sivil toplumun işleyişi vs. gibi diğer alanlar arasında etkileşim oluşturmayan bir dil egemen. Bir taraftan yoksulluğu toplumsal, ahlaki, siyasi bir soruna Bauman’ın ifadesiyle cürüme dönüştürüyor diğer taraftan bu durumun hangi ekonomi-politik uygulamadan kaynaklanıp önümüzde biriktiğini görmezden geliyor.
***
Çalışanların sistematik şekilde yoksullaştığı, yoksullaştırıldığı bir süreçte bunun sadece insanların tüketim seçeneklerindeki daralmayla sınırlı olduğunu düşünüyoruz. Oysa yoksulluk, yoksullaşma sadece belirli bir düzeyin altında gelire sahip olmakla ilgili bir şey değil. Daha doğrusu gelirdeki sınırlılık sadece gelir sınırlılığıyla kalan, onunla biten bir şey değil. Tam da bu yüzden Amartya Sen yoksulluğu gelir üzerinden tanımlamak yerine “yapabilme-kapasite yetersizliği” olarak tanımlıyor. Yoksulluğu “kanaatkârlık, toplumsal yardımlaşma, dayanışma vs.” üzerinden siyasal alanın yetki ve sorumluluk alanından çıkartan geleneksel okumamız bununla yetinmiyor bir tür namuslu fakir-ahlaksız zengin karşıtlığıyla da ayrıca onaylıyor, meşrulaştırıyor, tahkim ediyor. Şüphesiz bu yaklaşım içerisinde kalındığında “gelir düşüklüğü” pekala katlanılabilir bir şey olarak görülebilir. Ancak gelir düşüklüğünün “yapabilme-kapasite yetersizliği”, “kaynakların yetersizliği” anlamına geldiği dikkate alındığında mevzunun nasıl hayati bir boyut kazanacağı görülüyor.
***
Türkiye’de maalesef hayati meselelerin hayati meseleler olarak ele alınmaması için adeta sistematik bir çaba sarf ediliyor. Cumhuriyetin ilan edildiği dönemde sorun olarak tespit edilen ve hâl yoluna koyulması için çaba gösterileceği belirtilen üç temel meseleden birisi olan ekonomi alanı (diğer ikisi Dinin ve Kürt’lerin sistemde nereye nasıl yerleştirileceği meselesidir) bugün de temel bir mesele olma hüviyetini korumaktadır. Diğer iki meselenin de temel meselelerimiz olarak kalmaya devam etmeleri gibi. O halde mevcut krizin yani insanlarımızın önemli kesiminin önemli ölçüde yoksullaşmasının onların “insan olma” niteliklerini, kapasitelerini hedef alan, duygu-düşünce dünyalarını sakatlayan, ufuklarını körelten, geleceklerini tüketen yüksek maliyetli bir etki oluşturduğunun altını çizme zorunluluğu var. Birleşik kaplar yasasında olduğu gibi ekonomideki yoksullaşma kaçınılmaz şekilde hayatın diğer alanlarını da aşağı çekiyor. Türkiye’nin yarınlarına ilişkin dile gelen her iddia, her vaat bu öldürücü alanın testinden, sınamasından geçmeden anlamlı, makul, makbul sayılamaz.
***
Siyasetin niteliği, katılım kanallarının ve denetime, denetlenmeye açıklığı, sorunları çözme ve taşıma kapasitesi doğrudan birbiriyle ilintili. Uygulanan ekonomi-politikle yoksullaşan, destek politikalarının kapsayıcı olmayan nitelikleriyle bağımlılaşan bir toplumsal vasatta geleceğe dönük yüksek vaatler arızalı bugünü görünmez kılma gerekçeleri olabilir ancak. Tekrarlamakta yarar var. Ekonomideki kriz, büyüyen yoksullaşma insanlığımıza, insan olma kapasitemize yönelik varoluşsal bir tehdit olarak görülmelidir. Duygularımızı, düşüncelerimizi, anlama kapasitemizi etkiliyor. Bizi kırılganlaştırıyor, öfkeli hale getiriyor, özsaygımızı zedeliyor. Bizi güçlü ve bağımsız toplumsal, ahlaki ve siyasi özneler olmaktan çıkartıyor. Yapıyı, sistemi, yerleşik ilişki ağını hedef alan bir okumadan uzaklaştırıyor bulunduğumuz durumun sorumlularına, suçlularına dönüştürüyor. Beck’in ifadesiyle sistemik, yapısal problemler karşısında biyografik çözümler üretmemiz gerektiği belirtiliyor. Derinleşen eşitsizliğin bölüşüm mekanizmalarının nasıl yapılandırıldığıyla, siyaset üzerinden yapılan ikincil bölüşüm düzeneğinin nasıl çalıştığıyla bağlantılı olduğu fark edilmiyor, fark edilemiyor.
***
Bu dil, bu ilişki sorunlarımızı görünmez kıldığı için, manipüle edip başka türlü gösterdiği için ne anlamlı bir tespitte bulunabiliyoruz dolayısıyla da ne de kalıcı bir çözüm üretebiliyoruz. Zizek piskanalitik tedavide obsesif nevrotiklerin aralıksız konuştuğundan, analisti ayrıntılara, rüyalara, içgörülere boğduğundan bahseder: “Aralıksız olarak sürdürdükleri bu eylem, eğer bir anlığına konuşmaya ara verirlerse analistin gerçekten de önemli olan soruyu soracağına yönelik altta yatan korkuları tarafından tetiklenir- diğer bir deyişler analisti hareketsiz bırakmak için konuşurlar.” Doğrusu bizde de gerçekle yüzleşmemizin önüne geçmeye yönelik bu tarz obsesif nevrotik bir dil egemen. Ancak bizim vakamızı daha ağır kılan husus şu ki bu dilin işlevsizliği ayan beyan ortaya çıktığında, bu dilin sesi kısıldığında bile bizi gerçekle temasa sokacak önemli, anlamlı soruyu soracak analistten, analistlerden de yoksun oluşumuz. Eskiden bu dil sessizleştirildiğinde çözümün kendiliğinden geleceği şeklinde naif bir beklenti içindeydik. Yaşayarak öğrendik ki hayat bu kadar basit işlemiyor ve siz şikayetçisi olduğunuz şeyleri yapmakta pekala daha mahir olabilirsiniz.