A. Yağmur Tunalı “Âzerbaycanlılar için Ebülfez Elçibey’in ağzından hiç kimse Türk dışında milliyet adı gibi algılanacak bir isim telaffuz ettiğini duymamıştır. Bütün Türkleri de böyle anmak isterdi” diyor.
A. YAĞMUR TUNALI YAZDI
Sovyetler yeni dağılmıştı ve Ebülfez Elçibey Cumhurbaşkanı seçilmişti. Karabağ Savaşı çetin şartlarda devam ediyordu. Âzerbaycanımız yokluklarla da karşı karşıyaydı. Hemen herşey ya nadir bulunuyor, ya da bulunamıyordu. O ağır günlerde, 1992 sonbaharında 8 kişilik bir TRT heyetiyle Türk Cumhuriyetlerinde görüşmeler için görevlendirildik. Şimdiki adı Avaz olan TRT Avrasya Kanalı Başbakan Demirel’in talimatıyla yeni açılmıştı. Asya’dan ortak yayınlar düşünüyorduk. Elçibey’den de randevu aldık, çok istediğim halde ben aziz dostuma gidemedim. Çünkü üçe bölünerek kısa zamanda birçok kişi ve kurumdan görüş toplamayı seçmiştik. Dolayısıyle aldığım hediyeyi de çekim ekibimizle göndermek mecburiyetinde kaldım.
Olanları akşam yemeğinde anlattılar: Çekime geçilirken Cumhurbaşkanı Elçibey sormuş: “İstanbul Türkçesiyle mi istersiniz, Âzerbaycan Türkçesiyle mi konuşayım?”. Prodüktör arkadaşımız hep alıştığımız o gaflet ve bölücülük diliyle “Azerice konuşun!” demiş. Elçibey özel kalem müdürüne, “Beylerin randevusu ne kadardı?” demiş. “On beş dakika” cevabını alınca “Bir on beş dakika daha ilave edin!” diyerek bizimkine dönmüş: “Beyefendi, siz beni, konuştuklarımı anlıyor musunuz?” diye sormuş. Bizimki “Evet tabii” cevabını vermiş. “Ben de sizin konuştuklarınızı anlıyorum. Buraya kadar mutabık mıyız?” demiş. Yapımcı arkadaş yine tasdik etmiş. Elçibey bir adım daha ileriye giderek sormuş: “Konuştuğunuz dilin adı nedir?”, “Türkçe” demiş bizimki. Hâlâ Cumhurbaşkanı’nın nereye varacağını anlayamamış. Elçibey “Ben sizi anlıyorum, siz beni anlıyorsunuz. Başka bir dilde konuşmuyoruz. İkimizin de anadili bu. O zaman neden sizinkine Türkçe diyorsunuz da bana ‘Âzerîce konuş’ diyorsunuz? Aynı dili konuşuyor ve anlıyor, anlaşıyorsak ayrı ayrı isim vermenin mantığı var mı? Siz televizyoncusunuz. Ne dediğiniz halkı etkiler. Doğru yayın yapacak ve bölücülük etmeyeceksiniz. Unutmayınız lütfen, bir Türk vardır ve bir Türkçe. Farklı söyleyen gafildir ve Türk’e göre düşünmemektedir.” demiş.
Bu kurşun gibi sözleri hiç unutmadım.
TÜRK’E TÜRK DİYEBİLMEK
Elçibey budur. Cumhurbaşkanı iken de binbir problemle boğuşurken de milliyet meselesinde önemli bir yanlışımız saydığı bu isimlendirme meselesini her şeyin önüne koyan adamdı. Âzerbaycanlılar için Elçibey’in ağzından hiç kimse Türk dışında milliyet adı gibi algılanacak bir isim telaffuz ettiğini duymamıştır. Bütün Türkleri de böyle anmak isterdi. Ayrı bir millet adı gibi düşünülmesin diye Kazak, Kırgız, Özbek demeyi de istemezdi. Sovyetler henüz dağıldığı için bazı muhataplarına bu isimlerle hitap ettiği olurdu. En çok tercih ettiği Kazakistanlı kardeşlerimiz ,Özbekistanlı kardeşlerimiz ve benzeri sözlerdi. Türkiye’de bu konu üzerinde zaman zaman duruluyor. Zannederim, en çok yazan ve söyleyen benim. Övünmek için değil de tesbit ve anlatmak için söylüyorum: TRT yıllarında, her zaman Elçibey gibi hareket ettim, söyledim. Her zaman Türk ve Türkçe dedim. Özbekistan televizyon stüdyolarından yaptığımız toplamı elli saati bulan canlı yayınlarda bir kere bile Özbek demedim ve kimseden olumsuz bir tepki gelmedi. Nevâî’nin yurdunda Türk ve Türkçe demekten daha tabii ne olabilirdi? Bunu önemli görüyorum. Türk Cumhuriyet ve topluluklarında Rus-Sovyet projesi içinde hangi milliyet ifadelerinin devlet zoruyla yerleştirildiği malumdur. Kaç nesil o zorla yetişti. Onlar mazurdur. Biz Türkiye’de bu zor planına göre hareket etmemeliydik. Söylemek istediğim her zaman budur. Takib edebildiğim kadarıyla benden başka da dikkat eden, söyleyen ve yazan da var. Sesimiz cılız kalıyor, konuyu kamuoyuna mal etme gücümüz yok. Bunun için bırakınız çok yönlü analizi, Elçibey’in TRT ekibine anlattığı şekilde sade mantık silsilesini bile akledemiyor ve ona göre hareket edemiyoruz.
Tek başına Kazak, Kırgız, Uygur ve benzerlerinin millet adı gibi kullanılmasının tuhaflığını düşündürebildiğimiz zamanlarda “Doğru ya” deyip düzeltmek isteyenler çıkıyor. Bu sefer buldukları formül ayrı bir yanlışlığa yol açıyor. Âzerbaycan Türkü Ahmet, Kırgız Türkü Aynur, Uygur Türkü Ayşe gibi kullanışlar yaygınlaştı. Edebiyatçılar bile Kazak Türkü Olcas Süleyman diye söze başlıyorlar, Kırgız Türkü Cengiz Aytmatov’la devam ediyorlar. Yani, bir türlü önüne arkasına bir şey eklemeden Türk diyemiyoruz. Demek ki derinde başka bir problem var. Yanlış bir kurgu var. Bilgisizlik var, düşünmeme var ve nihayet o adı konmamış kendini değersiz hissetmenin keskin hâkimiyetiyle davranma var. Örnek vererek anlatsanız da nasıl bir anlama ve algı ise düzeltemiyorsunuz. Bu konulara ilgim dolayısıyle neredeyse birkaç güne bir bu konuyu konuşmak zorunda kalırım. Muhataplarıma, “Güzel kardeşim bana Ankara Türkü, sana Konya Türkü, öbürüne İstanbul Türkü mü diyoruz?” cümlesiyle başlar ve devam ederim: Memleket adı belirtmek gerektiğinde Kayserili, Konyalı, Bişkekli, Kazakistanlı, Tuvalı deriz. Milliyeti söylemek gerektiğinde Kayserili, Konyalı, Almatılı, Urumçili, Azerbaycalı, Türkiyeli olmasına bakılmaksızın Türk deriz. Tabii alışkanlıkla Kazak diyen de desin, ama Kazak Türkü olmaz, bu durumlarda Kazakistanlı demeliyiz. Kazak-Türk takımları şeklinde iki ayrı millet gibi konuşma yanlışlığını nasıl önleyeceğimiz ayrı bir problemdir. Önemli bir husustur. Bir türlü bunları düşünmüyor, konuşmuyor ve ortak isimlendirmeler için zemin oluşturamıyoruz.
Tuhaf bir durumumuz da var. Kendilerini bir çok kabile-aşiret adıyla anan kardeşlerimize Araplardan adlığımız bir isimlendirmeyle toptan Kürd diyoruz. Dillerine Kırmançi, Sorani vesair adlar verdiklerini bildiğimiz halde hepsine birden Kürtçe diyoruz. Bir başka tarihi gerçeği de bilmiyoruz: Osmanlı Türkiyesinde çok yerde Kürd bir millet adı gibi kullanılmazdı. Dağlılık ve göçebelik çağrıştıran bir sıfattı. Arşiv belgelerinde Kürd Türkmenleri şeklinde kullanışlar da bunu ifade ederdi. Kürd’ü Türk’ten ayrı saymak milliyet bakımından da mümkün değildi. Bugün bu manalar kayboldu, sosyoloji değişti, farklılaştı. Şimdi o aşiretler halindeki antiteleri birleştiriyor, Türkleri ayırıyoruz. Böyle bir şuuraltı bölücülüğü işliyor. Sadece kürdleri değil, hemen herkesi birleştiriyor, Türkleri ayırıyoruz. Arap deyince Arap olmayanları da katıyoruz. Arapça konuşulan Mağrip ülkelerinde Araptan çok Arap olmayan vardır, buna rağmen hepsine Arap diyoruz.
RUSYA VE ÇİN TÜRK DENMESİNİ İSTEMEZ
Bu kendi içimizdeki ayrımcılık ve bölücülük kafası bize nereden geldi araştırmaya değer. Rahmetli İsa Yusuf Alptekin’le, 1988’de Trt için yaptığım röportajda bir soruma verdiği cevap tam da bu konuyu özetliyor.
“Yağmur Tunalı: Efendim, isimlerden ve terimlerden başlayarak bunu yaptığını belirtmek için, Türk, Türkistan tâbirlerinin orada (Çin’de) kullanılmadığını söylemiştiniz.
İsa Yusuf Alptekin: Evet kardeşim. Ruslar, Çinliler, “Türk, Türkistan” kelimesinden vebadan korktuğu kadar, kaçtığı kadar kaçıyor. Bu kelimelerin kullanılmasını menetmiş durumda. Türkiye’de Türk tabiyetine geçen Türkistanlılardan bazıları Doğu Türkistan’a gitmek için Çin Sefareti’nden, Çin Konsolosluğundan vize istiyor; ama, pasaportunda doğum yeri Doğu Türkistan diye yazanlara vize vermiyor.
Ama, Mehmet Emin Bey reis, ben de genel sekreter olduğumuz zaman biz orada bir Türkçülük hareketi başlattık. Ben “Erk” diye bir gazete çıkardım. Onda sağ tarafta üç şiâr, sol tarafta üç şiâr vardı. Sağ taraftaki şiâr; milliyetçiyiz, halkçıyız, insaniyetçiyiz. Sol taraftaki üç şiâr; ırkımız Türk’tür, dinimiz İslâm’dır, yurdumuz Türkistan’dır diyorduk. Ortasında Gaspıralı İsmail Bey’in o özlü sözüyle “Dilde, fikirde, işte birlik” diyorduk. Halkımıza Türklük ruhunu aşılıyorduk. Biz başa geçtikten sonra, hükûmet gazetesine emir verdik. Onun yazı işleri müdürü olan Polat Kadir Bey’e, -benim mücadele arkadaşım, rahmetli, Türkiye’de vefat etti- emir verdim: Gazetede “Sincan” diye yazılmayacak; “Türkistan” diye yazılacak. Doğu Türkistan Türklerine, “Uygur milleti, Kırgız milleti, Kazak milleti” denilmeyecek; Türk milleti denilecek.” (Bittiği Yerde Başlar, Bilge Kültür sanat yayını, 452. Sayfa)
İsmail Bey Gaspıralı, İsa Yusuf Alptekin ve onları takip eden nesilden Elçibey gibi idealistler aynı zamanda gerçekçi isimlerdi. Gidişi doğru okurlardı. Nitekim bu konularda ne kadar haklı çıktıklarını yaşadıklarımız bize gösteriyor. Onlar isimlendirmelere dikkat ediyorlardı. İsimler ve isimlendirmeler bölücülüğe hizmet etmemeliydi ve doğru olmalıydı. Bölünmek felaket getirmişti ve bizi isimlerle bölmüşlerdi. Evet, her farklılık ve onun etiket gibi kullanılması böler. İsimlendirme, kavramlaştırma bu kadar önemlidir. Tarihte bunları çokça yaşadık, fakat o tecrübeyi okuyup anlamak, her zaman dikkatte tutmak alışkanlığını edinemedik. Bu şuur bizden uzaklaştı.
YİNE ELÇİBEY’İN TÜRKÇECİLİĞİ
Elçibey’le buna dair pek çok hatıramız var. Biri yine Cumhurbaşkanı iken Türkiye’ye geldiğinde yaşandı. Bana çok acı gelen bir hatıradır. Demek istediklerimi, şuur noksanlığımızı, millet ve milliyetçilik algımızın yanlışlığını değilse de eksikliğini gösteren vurucu bir örnektir. Ankara’da Kızılay’da Cumhurbaşkanı Elçibey’le bir kalabalık dost grubu yürüyorduk. Ümit Özdağ’ın babası rahmetli Muzaffer Özdağ, Elçibey’e hararetle kuracakları derneği anlatıyordu. Elçibey derneğe koyacakları adı bir daha sordu. Doğru duymuştu: Muzaffer Bey, “Türkiye-Âzerbaycan Dostluk Derneği” dedi. Elçibey, “Muzaffer Bey” dedi, “ koyduğunuz ismi bir daha düşünün lütfen! Dostluk sonradan olur. Kazanılır, kaybedilir. Âzerbaycan Türkiye arasında bir aynılık vardır, doğuştandır, değişmez, kazanılmaz, kaybedilmez. Bunun adı kardeşliktir. Biz aynıyız, bu tabiidir, yaradılıştandır. Siz niçin hemen herkes için kullanılacak bir tabiri tercih ediyorsunuz?”
Muzaffer Bey, bu konuşmaya rağmen o dediği dostluk derneğini kurdu, iyi mi? Dostluk yakınlaşmadır ama kardeşliğe göre uzaktır ve başkalıktır. Elçibey bu isimlendirmelerin varacağı yeri düşünen ve bilen adamdı. Biz tavır alamıyoruz. Hep maruz kalıyoruz. Öyle bir dönemden geçiyoruz. Kendimize güven krizi had safhada. Bir şeyin, hele hele kendinin adını koymak bu konuda temel göstergedir. 1992’de Sovyetler dağılınca Türkiye harekete geçti. Yapılan işlerde isimlendirmelere hemen hiç dikkat edilmedi. Sovyet çizgisi devam ettirildi. Yer yer onların bile yapmadığını yaptık. İyi niyetle yola çıkanlar, bilgisizlik ve öngörüsüzlükten dolayı çok hata ettiler. Ahmet Yesevi Kazak-Türk Üniversitesi isimlendirmesi öyledir. O zaman da ikaz ettik, dinletemedik. Ahmet Yesevî Üniversitesi ismi yeter. İlla iki devletin adı geçecekse Kazakistan Türkiye deyin dedik. Kurucu dostlarımız dinlemediler. Sonra kurulan Manas Üniversitesi’nde benzer bir durum yaşandı. Her ikisinde devlet ve özellikle o yanlış milliyet ifadelerine ihtiyaç yoktu. Manas ve Ahmet Yesevi o topraklardaki büyüklerimizdi. Şanla şerefle isimlerini verdik. İlla Lenin-Stalin alışkanlığıyla Kazak-Türk veya Türk-Kırgız demenin ve bunu isim levhası halinde sunmanın bize değil kurtulmak istediğimiz Rus sömürücülüğüne yaradığını düşünemedik. Türkiyeli muhataplar düşünemedi. Hazin olan ve hâlâ bize hâkim olan düşünce budur. Zihin ve zihniyet kurgumuz bu kadar yanlıştır, dersem abarttığımı düşünmeyiniz. Tam olarak öyledir. Bunu konuşmaz ve anlamazsak kendimize değil yabana hizmet etmeye devam ederiz.