Premier Lig ekiplerinden Watford'ın teknik ekibinde görev yapan Galatasaraylı eski futbolcu Harry Kewell,
Harry Kewell, gittiği her yerde sevilen biri olmayı başardı. Ancak sakatlıklar ve talihsizlikler, onu olabileceği en iyi oyuncu olmaktan alıkoydu.
Avustralyalı futbol efsanesi, bugünlerde Premier Lig ekiplerinden Watford'ın teknik ekibinde yer alıyor. Kewell, Londra'da Sine Büyüka ile buluştu ve Socrates derginin mart sayısında yer alan röportajında Türkiye günlerini, hedeflerini ve hayal kırıklıklarını anlattı...
-Mustafa Denizli Galatasaray'da göreve geldiğinde sizin de yardımcılarından biri olabileceğiniz söyleniyordu. Herhangi bir teklif aldınız mı?
Dedikoduları sosyal medyada gördüm ama hayır, bana hiçbir teklif gelmedi. Gelse muhteşem olabilirdi, yapmayı çok isterdim ama dediğim gibi belki de henüz hazır değilimdir. İyi şeyler, beklemeyi bilenlerin karşısına çıkar.
-Bu cevaptan, böyle bir teklifi düşünmeye açık olduğunuzu anlayabiliyoruz...
Kesinlikle. Galatasaray, çok sevdiğim bir kulüp. Yeniden bir parçası olmayı çok isterim. Sadece Türkiye'de değil, dünyanın her yerinde taraftarı var. Muhtemelen Türkiye'nin en büyük kulübü ve Avrupa'nın da en büyüklerinden biri. Olmaması için bir neden göremiyorum.
"Uzaklardan bir ses duydum"
-Galatasaray sizi Türkiye'de oynamaya nasıl ikna etmişti?
İlginç bir dönemdi, Liverpool'da zor günler geçiriyordum. Sakatlıklar yüzünden durumum iyiye gitmiyordu. Birkaç Premier Lig takımından teklif almıştım. Eşimle konuştum ve İngiltere'den ayrılmanın kendimi yeniden bulmam için en iyisi olacağına karar verdik. Leeds ve Liverpool'daki ilk yıllarımda iyi oynuyordum ama sonrasında, sakatlıklar performansını çok etkiledi. Baskı hep üzerimdeydi ve başka bir ülkeye gidip farklı şeylerin tadını çıkarmanın iyi olacağını düşündüm.
O zamanki menajerim Galatasaray'ın benim ilgilendiğini söyledi. Teklifi ilgi çekici buldum. Haldun (Üstünel) ile Paris'te görüşüp sohbet ettik. Gitmeden önce eşim bana "Anlaşmaya göz at, sonra karar vermeden önce tekrar konuşuruz" demişti. Ben de "Tamam, merak etme" demiştim. Haldun bana hangi numaralı formayı giymek istediğimi sordu. Ben de "Bilmiyorum, daha imza atıp atmayacağıma bile karar vermedim" dedim. Sonra aynı soruyu tekrar sordu, ben de menajerime bakıp Leeds yıllarındaki numaram olan 19'u söyledim. Ardından uçağa binip İstanbul'a gittik. Uçaktan inerken omzuma bir atkı koydular, ben hâlâ kendi kendime "Neden atkı verdiler ki? Sadece anlaşmayı gözden geçirmeye gidiyorum" diyordum. Havaalanında onlarca fotoğrafçı vardı, her yerden flaşlar patlıyordu. Herkes "Türkiye'ye ve İstanbul'a hoş geldin!" diyordu, ben de teşekkür ediyordum. İnanılmaz bir şeydi. Sonra uzaklardan bir ses duymaya başladım ve sese doğru yaklaştıkça, orada bekleyen ve benim için tezahürat yapan binlerce taraftarı gördüm.
-Kararınızı etkiledi mi bunlar?
Beni ikna eden şey o oldu sanırım. Otele gittiğimde sanki beni köşeye sıkıştırdılar gibi hissettim ama sonra gidip sözleşmeyi imzaladım. Eşimle bile konuşmamıştım, imza attıktan sonra arayıp "İmzaladım, haber vermek için aradım" dedim.
Arda Turan, Lincoln ve Milan Baros ile çok iyi bir dörtlü oluşturmuştunuz ama sonra performansınızda bir düşüş yaşandı. Sebebi neydi?
Antrenörümüz değişmişti. Çok iyi bir başlangıç yapmıştık ve Milan'la yeniden birlikte oynamak çok zevkliydi. Lincoln zaten yıldız bir oyuncuydu. Arda'nın da şu an olduğu oyuncuya dönüşümünü görmek çok özeldi. Ancak sanırım şöyle oldu; şampiyonluk dışında bir sonucu kabul etmeyen kulüplerde oynamak zordur ve bazen bir fırsatı elinizden kaçırdığınızda ikincisi gelmeyebilir. Bilemiyorum. Ligin ikinci yarısında adeta donduk kaldık. Yazık oldu. O noktaya gelebilmek için gerçekten çok çalışmıştık ama bir şekilde olmadı işte.
"Türk oyuncular çok çalışmamızdan hoşnut değildi"
-Galatasaray'la ilgili merak edilen şeylerden biri de takımda yerli ve yabancı futbolcular arasında uzun zamandan beri süregelen bir gruplaşma olup olmadığı... Bu konuda ne söylersiniz?
Problem, yerli oyuncuların çoğunun bir sezon olsun yurt dışında forma giymemiş olması. Başka bir ülkede oynamanın getirdiği tecrübeye sahip değiller. Ben de yurt dışına ilk gittiğimde çok zorlandım ama alışmam gerektiğini biliyordum. Avrupa'da her şeyin bir düzeni var, Türkiye'de ise işler farklı yürüyor. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Avrupa'dan gelen oyuncular üst seviyelere ulaşmak için neler yapılması gerektiğinin daha çok farkında. En iyi liglerden bahsederken Premier Lig'i, Serie A'yı, Bundesliga'yı, La Liga'yı sayabilirsiniz ve bu liglerde oynayan futbolcular belli bir standarda sahiptir. Ama saygısızlık olarak algılamayın, diğerleri bu açıdan biraz daha rahat olabiliyor. Biz Türkiye'deyken kendimizi zorluyorduk ve kariyerlerinin tamamını orada geçiren tecrübeli yerli futbolcular bundan hoşnut değildi. Genç oyuncular ise benimle çalışmayı, neler yaptığımı görmeyi çok seviyordu. Futbolda egoların ne kadar yüksek olduğunu biliyorsunuz, bazen anlaşmazlıklar yaşanabiliyor. Yabancıların fazladan çalıştığını gören bazı yerli oyuncular o 'ekstra' çalışmayı yapmak istemezken bazıları size katılabiliyor. Bunu basit bir farklılık olarak görüyorum. Biraz da profesyonellik seviyesiyle ilgilidir belki.
-8-0'lık Beşiktaş maçından dolayı, Liverpool Türkiye'de sempati kaybetti. Siz de o maçta sonradan oyuna girdiniz ve sahada olduğunuz sürede Liverpool üç gol daha attı. O maçtan bahseder misiniz biraz?
Futbol acımasız bir oyun. Gol atma şansınız varsa atmak zorundasınız, yoksa başkası atar. Beşiktaş'ın orada farklı kazanma şansı olsa bunu geri teper miydi? Bir takımı sahada mahvetmek gibi bir şansınız varsa bunu yaparsınız, yapmalısınız. Maçtan sonra da gidip rakibinizin elini sıkarsınız. Sonuçta bu bir oyun. Yenmek için oynarsınız, skor fark etmez. O gece vurduğumuz hemen her top kaleye girdi. Liverpool'daki başka maçlarımı hatırlıyorum; 20-30 şuttan sadece birinin kaleyi bulduğu da olmuştu... Kısacası, düşmanca bir yaklaşımımız yoktu. Şampiyonlar Ligi'nde sekiz gol atabiliyorsanız, atarsınız. Bunu kabul etmeyecek tek bir futbolcu bile tanımıyorum.