AB üzerine akademik çalışmaları olan Dr. Muzaffer Şenel 'TürkiyeFransa ilişkileri tarih boyunca inişli çıkışlı olmakla beraber 2000’li yıllardan itibaren ilişkilerde keskin ayrışmanın başlamasına sebep olan üç olay vardır. Fransa’da aşırı sağın yükselişi; Türkiye’nin Afrika Açılım Politikası; Arap Baharı sonrası oluşan güç boşluğunu doldurma rekabeti' diyor.
Tunus’ta itibarını kaybeden, Libya’da Türkiye’nin diplomatik atakları karşısında manevra alanı daralan Fransa, bunu Doğu Akdeniz’de sağlayacağı kontrolle dengelemeye çalışıyor. Akdeniz’deki en küçük başarı iç politikada başarısızlığa uğrayan Macron’a başta aşırı sağcı Le Pen olmak üzere muhalifleri karşısında güç kazanmasının yolunu açacak.
FRANSIZ SİYASETİNİN AŞIRI SAĞCILAŞMASI
2000’li yıllarla birlikte Fransa siyasetinin aşırı sağa doğru kaymaya başladığına tanıklık ediyoruz. 2002 cumhurbaşkanlığı seçiminde Faşist parti Ulusal Cephe (Front National)’nin o zamanki lideri Jean-Marie Le Pen’nin Sosyalist adayı geçip ikinci tura kalması sürpriz olamadı. Daha sonra ana akım partilerin adaylarında zamanla aşırı sağın popülist ve radikal fikir, söylem ve çözümlerinin belli kısımlarını sahiplenmeye veya taklit etmeye başlaması radikal söylemlerin kamuoyu tarafından artık daha makul karşılanmasına ve siyasal zeminin aşırı sağcılaşmasına yol açtı. Ana akım merkez sağ ve sol partilerin siyasal mutasyona kapı aralaması Fransız siyasetinin de radikal aşırı sağın güçlenmesine yol açtı. 2007 Fransa genel seçimlerinde zamanın merkez-sağ parti adayı Nicolas Sarkozy, Ulusal Cephe’nin popülist söylemlerin ve politika önerilerinin ödünç alındığı güçlü bir göçmen karşıtlığı üzerinden seçimleri kazanırken AB ile üyelik müzakerelerine başlayan Türkiye’ye karşı sert bir siyaset izlemeye başlamıştır. Sarkozy ile birlikte AB’nin resmi vetolarına Fransa’nın “adı konulmamış, gayrı resmi vetoları” eklenirken Paris, AB içinde Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi ile Türkiye karşıtı siyasetin en önemli aktörü haline gelmiştir. Türkiye’nin AB’ye “tam üye değil, imtiyazlı ortak” olmasını her daim dile getiren Sarkozy, bir yandan Türkiye’ye ‘Akdeniz için Birlik’’in başkanlığını önerirken diğer yandan 35 müzakere başlığı içinde “tam üyelikle” ilişkilendirilen 5 başlığın Fransa tarafından açılmasının engellenmesi kararı aldı. Sarkozy’nin AB içinde Türkiye karşıtlığı politikası sonraki François Hollande ve Emmanuel Macron hükümetleri tarafından da devam ettirilmektedir. Hâlihazırda, bir müzakere faslının geçici olarak kapatıldığı Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerinde 16 fasılda müzakereler çok yavaşa olsa devam ederken AB’nin, Fransa’nın ve Kıbrıslı Rumlar’ın ayrı ayrı koydukları vetolar nedeniyle, Türkiye ile AB arasında müzakere yapılması gereken 35 başlıktan toplam 15’inin açılması neredeyse imkânsız. Aşırı sağın genelde İslam ve özelde Türkiye karşıtlığı söylemlerinin dar koridoruna giren Fransa, Türkiye’nin olası üyeliğinde AB karar alma mekanizmalarını kökten değiştirmesinden ve kendi başat konumunun sarsılacağından endişe etmektedir. Bu endişe Türkiye karşıtlığının nedenlerinden biri olarak karşımızda durmaktadır.
TÜRKIYE’NİN AFRİKA AÇILIM POLİTIKASI
Türkiye’nin 2005’de Afrika Birliği’ne (AfB) gözlemci üye olmamız ve 2008 yılında ülkemizin AfB tarafından stratejik ortak olarak ilan edilmemizle ivme kazanan çok boyutlu Afrika’ya Açılım Politikası süreci Fransa tarafından tehdit olarak değerlendirilmiştir. Özellikle Ankara’nın Fransa’nın kendi etki sahası olarak gördüğü eski sömürgesi olan Afrika ülkeleriyle başta siyasi ilişkiler olmak üzere ticaret, kalkınma, yatırımlar, kültürel projeler, güvenlik ve askeri işbirliği gibi çok boyutlu alanda geliştirdiği güçlü ilişkiler Paris tarafından tedirginlikle karşılanmıştır. Türkiye’nin pro-aktif Afrika politikasının bir yansıması olarak karşılıklı yeni büyükelçilikler açılmıştır. Kıtada 2002’de 12 olan büyükelçilik sayısı bu dönemde açılan 30 büyükelçilikle 42’ye çıkarken Ankara’da 10 olan Afrikalı devletin büyükelçiliklerinin sayısı 36’ya çıkmıştır. Elçiliklerin yanı sıra TİKA, Yunus Emre Enstitüsü, Maarif Vakfı, Kızılay, Diyanet, Anadolu Ajansı, Türk Hava Yolları gibi kurumlar ve sivil toplum ile insani yardım kuruluşlarının tüm kıtada faaliyetlerinin yaygınlaşmıştır. Diplomatik aktivizmin doğal bir sonucu olarak Afrika ile olan ticaret hacmi 2002’de bir milyar civarındayken 2019’da 8 milyar dolara ulaşmıştır. Türkiye’nin özellikle Frankafon Afrika’da artan etkinliği Paris tarafından bir meydan okuma olarak görülmekte ve farklı diplomatik alanlarda Türkiye karşıtı politikasının temel nedenlerinden birini oluşturmaktadır.
ARAP BAHARI SONRASI OLUŞAN GÜÇ BOŞLUĞUNU DOLDURMA REKABETİ
Arap Baharı sürecinde Arap halklarının demokratikleşmesine en güçlü desteği veren ülkelerin başında kuşkusuz Türkiye gelmektedir. Her ne kadar Arap dünyası Batı sömürgeciliğinden siyasal bağımsızlıklarını kazanmış gibi görünseler de mevcut diktatörler veya krallar üzerinden hala sömürgeci güçlerin dolaylı ve kısmen doğrudan kontrolü altındadır. Türkiye’nin Ortadoğu’daki demokrasi teşviki politikası, Fransa başta olmak üzere Batı kamuoyunda, sömürgecilerin ekonomik çıkarlarına vuracağı darbe nedeniyle korku ve endişe ile karşılanmaktadır. Fransa başta olmak üzere Batı’nın bölgedeki güvenlik merkezli politikalarının asıl amacı sömürgecilerin çıkarlarını koruyan diktatörlerin varlığını bir şekilde devam ettirmek ve her türlü demokratik hareketi şeytanlaştırarak yok etmeye çalışmaktır. Bu noktada İslam’ı referans alan her türlü siyasal hareketi şeytanlaştırarak sistemin dışına itmek bu amacın araçlarından sadece bir tanesidir. Tunus’da gösteriler başladığında zamanın Fransız Dışişleri Bakanı Michele Alliot-Marie, Tunus diktatörü Zeynel Abidin Bin Ali’yi telefonla arayıp gösterileri bastırmak için Fransız askerlerini göndermeyi teklif etmekten çekinmemişti. Bugün de Paris’in Libya’da BM’ce tanınan meşru Feyyaz Saccac hükümetine değil de yeni Kaddafi olmaya aday General Hafter’e verdiği destek bu açıdan değerlendirilmelidir. Türkiye’nin bölgedeki demokratik güçlere verdiği destek Fransa’nın çıkarları çatışmaktadır. Fransa demokratikleşen Ortadoğu’nun kendi yörüngesinden çıkacağının farkında ve oluşan güç boşluğu doldurması en güçlü adaylardan biri olan Türkiye’ye karşı politikasını sertleştirmektedir. Bu nedenle Türkiye’yi çevreleyecek (containment) her türlü politikanın destekçisi olacağı aşikar.
2008 ekonomik krizinden büyük darbe alan Fransa, AB içinde Almanya’nın gölgesinde kalmış ve BM Güvenlik Konseyi üyesi olmasının dışında etkinliği zayıflamıştır. Bu durum Paris’in AB içindeki konumunun giderek iç siyasette daha fazla tartışılmaya başlanmasına neden olmuş. Aşırı sağcı Marine Le Pen’in Paris’i Berlin’şn kuklası olmakla suçlayarak Fransa’da cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması ihtimali Fransa, AB ve uluslararası kamuoyunu dehşete düşürmüştür. Macron’un siyasetini en büyük rakibi Le Pen’in yaptığı popülist radikal söylemler önemli ölçüde şekillendirmektedir. Fransa’nın Almanya başta olmak üzere diğer ülkeleri karşısında rekabet gücünün korunması için gerçekleştirmeye çalıştığı reformlar içeride büyük protestolara neden oldu. Sarı Yelekliler’in reformlara gösterdiği direnç, Macron’un meşruiyetinin ciddi yara almasına neden oldu. İçeride yaşadığı bu sorunları aşmada başarısız kalan Macron, gündemi dış politikaya çekerek meşruiyetini güçlendirmeye çalıştı. Bu durum Fransız dış politikasının müdahaleci ve agresif olan çizgisini daha da görünür olmasına yol açtı. Fransa’yı özellikle doğal etki alanı olarak gördüğü Akdeniz’de Almanya’nın ABD tarafından sessizce öne çıkartılması, İtalya, Rusya ve Türkiye’nin artan etkisi Fransız dış politikasının agresifleşmesinin nedenlerindendir. Özellikle BM Güvenlik Konseyi üyesi olması dışında küresel siyasette etkinliği giderek zayıflayan Fransa’nın tekrar etkinlik kazanmasının araçlarından birisi de hiç kuşkusu Afrika ve Doğu Akdeniz’in zengin kaynaklarının dünya pazarlarına aktarımında rol almasına bağlı.
FRANSA’NIN ENERJİ MERKEZLİ SİYASETİ
Fransa’nın Arap Baharı sonrasında bölgeye yönelik tehlikeli politikasını şekillendiren üç unsur vardır: Enerji, göç ve terör. Bu yazıda sadece halihazırdaki krizin merkezinde yer alan enerjiye değineceğim. Henüz yeni yeni yatırım yapılan Doğu Akdeniz’deki zengin enerji kaynaklarının kabaca %80’i Mısır ve Libya deniz yetki alanlarındadır. Fransız enerji şirketi Total’in Libya dışında kayda büyük bir enerji yatırımında bahsetmek güç. Fransa ve AB’nin Libya iç savaşı sırasında Hafter’in katliamlarına sessiz kalınmasının temel nedeni zengin petrol rezervlerinin bulunduğu Doğu Sirinayka’da konuşlanan Hafter’in yavaş yavaş ülkeyi ele geçirmesini bekliyorlardı. Tam bu noktada Türkiye’nin meşru Feyyaz Sarrac hükümetine verdiği destek deyim yerindeyse arı kovanına çomak sokmak anlamına geliyordu. Türkiye-Libya antlaşması tam da bu nedenden dolayı AB ve Fransa’nın tüm oyunlarını bozucu etki yapmıştır. Zira Fransa’nın en önemli enerji tedariki sağlayıcısı durumundaki Cezayir’in yanı sıra coğrafi yakınlığı nedeniyle Libya’yı da eklemek isteyen Paris diğer bölgelere olan ihtiyacını minimuma indirmeyi hedefliyordu. Fransa, Tunus’ta kaybettiği itibarı Doğu Akdeniz üzerinde sağlayacağı kontrol ile dengelemeye çalışmaktadır. Bu kapsamda bir yandan Türkiye’yi çevrelemeye çalışan Atina projesine destek verirken diğer taraftan Libya’da General Hafter’i destekleyerek Mısır’daki Sisi benzeri bir diktatör rejimi kurmayı düşünüyordu. Fransa’nın bu politikasının diğer önemli ayağını Fransız enerji şirketi Total’in bölgedeki önemli rakibi İtalyan ENI karşısında güçlendirme isteği oluşturuyor. Hafter kontrolündeki bölgede Total’in Libya iç savaşı sırasında ülkenin önemli petrol ve doğalgaz sahalarındaki üretimini ve hisse oranlarını artırması Fransa’nın Libya politikasının ana ayaklarından birisini oluşturmaktadır. Tamda bu ortamda yapılan Türkiye-Libya Antlaşması sonrası Ankara’nın Trablus hükümetine verdiği güçlü destekle Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin Hafter güçlerinin kontrolündeki petrol bölgelerine yaklaşması Fransa ve diğer destekçilerini ciddi şekilde rahatsız etti. Libya’da Türkiye’nin diplomatik atakları karşısında manevra alanı daralan Fransa bu kez rotayı Doğu Akdeniz’e çevirmiş durumda.
FRANSA NEDEN DOĞU AKDENIZ’DE
Türkiye ve Yunanistan arasında Ege ve Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarını belirleyen herhangi bir antlaşma yapılmış değil. Yunanistan ve GKRY’nin tek taraflı ilan ettikleri deniz yetki alanları maksimalist bir yaklaşımı benimsemekte ve Türkiye’yi denizden çevreleme amacını taşımaktadır. Ayrıca Türkiye’nin ilan ettiği deniz yetki alanları ile çakışmaktadır. Libya’da uğradığı yenilgiyi Yunanistan ve GKRY’ne destek vererek gidermeye çalışan Macron bölgeye savaş gemileri göndererek gerilimi tırmandırmaya çalışmaktadır. Yunanistan ve GKRY ile birlikte Fransa meseleyi AB gündemine taşıyarak, Ankara’yı geri adım atmaya zorlayacak yaptırım kararları aldırmaya çalışmaktadır. Buradaki en ufak başarı iç politikada başarısızlığa uğrayan Macron’a başta aşırı sağcı Le Pen olmak üzere iç politikadaki muhalifleri karşısında güç kazanmasının yolunu açacaktır.
Fransa ve Türkiye’nin son zamanlarda Libya ve Doğu Akdeniz’de çok sert bir üslupla karşı karşıya gelinmesinde Macron ve ekibinin attığı adımların etkili olmaktadır. Macron gerek iç politikada gerekse de AB içinde ürettiği politikalarda başarısız oldu. BMGK daimi üyesi olarak, kendi aldıkları kararın aksine Libya’da BM’nin desteklediği hükümetin karşısındaki darbeci bir askeri general olan Hafter’i destekledi. Başarıya susamış Macron liderliğindeki Fransa, Yunanistan ve GKRY sert ve uzlaşmaz bir tavırla meseleyi militarize eden bir çizgiyi temsil etmektedirler. Paris ve Atina bölgede herhangi bir küçük kıvılcımın felakete yol açacağının farkında değillermiş gibi hareket ediyorlar. Washington, Yunanistan ve GKRY’ni sessiz bir diplomasi ve askeri destekle desteklemiş olsa da, bugün itibariyle Washington, krizi yönetmede Almanya’nın diplomatik liderliğine izin veren bir görüntü çizmektedir. Almanya ile birlikte İspanya ve İtalya daha uzlaşmacı bir yaklaşımı tercih ediyor. NATO müttefikimiz Fransa, Libya başta olmak üzere Doğu Akdeniz ve Türkiye ile ilişkiler konusunda güç politikası uygulamaktan ziyade Almanya ve İtalya gibi rasyonel diyalog yolunu bir an evvel seçmek durumunda.