İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nden Doç. Dr. Mehmet Lütfi Arslan, 15 Temmuz darbe girişiminin birinci yılında FETÖ’nün karanlık yapısına ilişkin değerlendirmede bulundu.
DOÇ. DR. MEHMET LÜTFİ ARSLAN
15 Temmuz hain darbe girişiminin üzerinden bir yıl geçti. Derin millet, ihaneti destana dönüştürdüğü o gecede üzerine kurulan kumpası ters yüz etti. O menfur kalkışma ve etkileri önümüzdeki senelerde daha çok konuşulacak şüphesiz. Temennimiz odur ki hamasi ve hissi değerlendirmelerle beraber daha derinlikli analizler de yapılsın. Buna gerçekten ihtiyacımız var; aksi halde 1980’li yıllardaki ekonomik ve sosyal açılımların oluşturduğu dalga üzerinde sörf yaparak yükselmeye başlamış FETÖ hareketinin beşeri sermayemiz üzerindeki yıkıcı tasarrufunun yanı sıra zihniyet dünyamızda meydana getirdiği değişimi başka türlü anlamak mümkün olmayacak. Bugünlerde konuyla ilgili anlatılan özgül ağırlığı değişken şeyler de faydadan hali değil tabii ki. Ama asıl olan bunları efradını cami ağyarını mani bir çerçeve içerisinde ifade etmektir ki sağlam ve sağlıklı bir bakış elde edilsin. 15 Temmuz şehitlerimizi rahmetle, gazilerimizi minnetle andığımız bu günlerde işte bu çerçeveye faydası olacağını umduğum birkaç tespitimi paylaşmak isterim.
1990’lı yıllarda gazeteci yazar bir ağabeyimizle birlikte Şanlıurfa’da düzenlenen bir diyalog toplantısına katılmıştık. Programda bize nezaret edecek arkadaşın intikal sırasında “onlardan” bir esnaf olduğunu öğrendik. Etkinliğe gazetecilik jargonuyla “kılçık atmak” için dâhil olduğumuzdan ilk denememizi bu arkadaş üzerinde yapmaya karar vererek diyalog hakkında ne düşündüğünü sorduk. “Siz daha iyi bilirsiniz ama Hocaefendi dinleri birleştirecek ağabey” dedi o esnaf arkadaş. Bu çok net ve sade cevaba ağzımızdan gayriihtiyarî çıkan “estağfirullah” tepkisini hala unutamam. Niye unutamadım? Çünkü bu hadise; dini, hayatının merkezine oturtmakla beraber bilgilenmesi yetersiz insanların o yetersiz bilgilerini nasıl kısır bir idrake temel yaptıklarına dair gözlemimin şah noktası oldu. FETÖ’ye 70’li yıllardan bu yana gönül verenler o yapının elebaşının söyleminden başkasına kulaklarını tıkadılar. Bu onlara yetti, çünkü dinlerini öğrenmek, yaşamak ve bu suretle kemale ulaşmak gibi bir dertle yola çıksalar da zamanla yapı onların bu derdini içinde yer aldıkları şebekenin sosyal, ekonomik ve siyasi amaçları doğrultusunda işlevsellik kazanmak şeklinde iğdiş etti. Dinin araçsallaştırıldığı bu yapıda, elebaşının ve onun molla halkalarının gözetiminde üretilen ve paylaşılan sınırlı, sorumlu ve test edilmiş bilgiden fazlasına gerek yoktu. Bu bilgi mahrem kabul edilen, fazla değil belki hiç konuşulmayan, verili kabul edildiği için sorgulanmayan bir bilgiydi. Kelimenin muğlaklığıyla uyumlu bir şekilde post-modern bu sosyal ağ örgütlenmesi böyle sınırlı ve sorumlu bir bilgi paylaşımı ile nasıl ayakta duruyor ve genişlemesini sürdürüyordu? Bu sorunun cevabını şimdilerde sosyal ağ teorisi diye pek revaç bulmuş yeni bir izahın kuvvetli ve zayıf bağlar ikileminde bulabiliriz.
Kuvvetli ve zayıf bağlar kişiler arası ilişkileri anlamlandırmak için kullanılan bir kavramdır. Aile ve arkadaşlık bağları kuvvetli bağlara, sosyal medya vasıtası ile kurduğumuz ağlar zayıf bağlara örnek verilebilir. Sosyal ilişkilerin etki derecesi ile alakalı bu kavramsallaştırmayı ilk kez ortaya koyan Mark Granovetter’di. 1973 tarihli “Zayıf Bağların Kuvvetli Gücü” makalesi ile ekonomik sosyoloji diye yeni bir alanın açılmasını sağlayan ABD’li bu sosyologa göre mevcut sosyolojik teori makro ilişkilerle mikro ilişkileri anlamlı bir çerçevede toplayamıyordu. Sosyal ağlara yoğunlaşmak makro ile mikro arasında bir köprü kurabilir, kişiler arası bağların kuvvet derecelerine göre etkilerinin ortaya konması sosyal gerçekliğin nasıl ortaya çıktığını açıklayabilirdi.
PARA VERSİN YETER
Granovetter’e göre bir bağın kuvvetli ya da zayıf olup olmadığını anlamanın dört ölçütü vardır. Bunlar ilişkiye harcanan zaman, duygusal yoğunluk, yakınlık ve bağı tanımlayan karşılıklı ilişkilerin neler olduğudur. Aile ve arkadaşlık ilişkileri bu anlamda en kuvvetli bağlardır; süreklidirler ve zamanla gelişirler. FETÖ’nün sadık ve muti mensupları ile kurduğu bağ kuvvetli bağa örnek verilebilir. “Dil dudak deprenmeden sözü anlayan gelsin” kıvamında örtük, bu anlamda gizemli ve muhatabın zekâ seviyesini test etmeye, dolayısıyla da gayriye karşı bir imtiyaz halesi edindirmeye matuf bu bağ sadakati defalarca kez test edilmiş mensupların bağıydı. Bir dönem o yapıda efsane gibi dolaşan “Onu vasatlar anlayamaz, zekiler biraz anlar, çok zekiler bağlanır” mütearifesi tam da bunu söylüyordu. Bir kimsenin kuvvetli bağlar ile bağlanması yapının esas amacı gibi gözükse de aslında istenmeyen bir şeydi. Hele örgütün belli bir cesamete ulaştıktan sonra bu tür bir bağlılığın önünü “sabikun-ilkler ya da öncüler” gibi metaforlarla kapattığı bile söylenebilir. Kuvvetli bağlar neden istenmeyen bağlardı peki?
Granovetter’e dönecek olursak, aslında yapıdaki kimsenin bu tür bağlar kuracak ne vakti ne de mecali vardı, çünkü yapıya girdikleri andan itibaren kendi bağlarını kuvvetli kılacak yegâne yolun dışarıdan temin edecekleri zayıf bağlardan geçtiğine inandırılmışlardı. Bir mensup, yeni birisini yapıya kazandırana kadar iki mensup tarafından sürekli gözetim altında tutuluyordu. Sadakat ve adanmışlık yapıya kazandırılacak yeni bağlılarla ölçülüyordu. Ama bunların zayıf bağlar olarak kalması tercih edilen bir durumdu. Bu şu anlama geliyordu: Yeni irtibat kurulanların hayat tarzlarını değiştirmek gibi bir amaç tehlikeli bir amaçtı; herkes olduğu gibi kalsın ve bununla beraber kendisinden beklenen maddi katkı, itibar veya sosyal ağ katkısını sağlasın, yeterdi. Yeni kurulan bir bağın halkanın genişlemesinden mütevellit kuvvetli bağ olması zaten kolay değildi ama zayıf bağların tercih edilmesindeki esas neden işe yarar oluşlarıydı. Granovetter’e göre zayıf bağlar sürekli değildir ve ancak ihtiyaç duyulduğunda, daha çok da bilgi ya da kaynak dağılımı için kullanılırlar. Bu yüzden iletişim bu bağlarda çok daha önemlidir.
Zayıf bağlar, FETÖ’nün, işlemesi ve genişlemesini sağlayan gücü devşirdiği ilişkileri sağlıyor, dahası bu bağları sürekli güncelliyordu. Bilgi ve kaynak dağılımını sağlayan zayıf bağlar olunca yapının merkezinin teveccühü de hep onlaraydı. Yapıya saf niyetlerle girenlerin de bu teveccühle zayıf bağları kendi merkezlerine almaları zamanla dönüştürmek istedikleri insanlara dönüşmeleri sonucunu doğurdu. Yapının genişleyip büyüdükçe dini mahiyetinin zayıflayarak bir tür menfaat şebekesine dönüşmesinin sebebi muhtemelen budur. Zayıf halkalar zamanla kuvvetli halkaları ve en önemlisi de içteki merkezi kendisine ram etmiş, kısacası dünyayı yola getirmek için yola çıktığını iddia edenleri dünya kendisine benzetmişti. Bu çok tanıdık ve bildik hikâye ile ilgili esas analizleri ileride çatılacak o teorik çerçeveye erteleyerek konuya bir başka pencere daha açmak istiyorum.
İmam-Hatip dönemlerimde her cemaat ve camiaya ifa edilmesi gereken bir vazifenin neresinde ne kadar bulunduklarına dair naif bir gözle baktım hep. FETÖ’nün zeki öğrencilere olan ilgisini gerçekçi ve fakat diğerlerini dışlayıcı tavrından dolayı vicdanımın almadığı acıtıcı bir tavır olarak gördüm. Muhtemelen de bu yüzden birkaç kez çekim alanlarına girdiğim halde hiç içlerine girmedim. Hamiyetimizi istismar eden bu yapıya tavrımızı böyle ikircikli hale getiren muhtemelen yapının çekim alanına girmiş o pırıl pırıl gençlere dair ümidimizdi. Onların o samimi adanışlarını hep acıyarak izledim. Hatta bir keresinde haklarında şöyle yazmıştım: “Siz çok mübarektiniz. Yüzünüze bakmaya kıyamazdık. Bulunduğunuz ortama sadakatiniz, abilerinizi ananızdan babanızdan çok sevişiniz neydi öyle? Seviyenize göre verilmiş A’lı, B’li vaaz kasetlerini dinlediğiniz walkmanlerinizle verdiğiniz o esrik görüntü, gömleğinizin ya da ceketinizin cebindeki cevşeniniz ne kadar dikkat çekiciydi. Hele o haram helal hassasiyetiniz... Efsaneydiniz kuzum, efsaneydiniz. Bir de semt semt bildiğiniz şakirt müesseseleriniz vardı. Yenecekse oralarda yenirdi.”
KİRALIK RUHLAR
Niye hüzünlenirdim bu gençler hakkında? Çünkü hiçbirisinin esas ihtiyacımız olan ‘fert olma sırrı’na eremeyeceklerini düşünürdüm. Biricik olma sırrını bulamayan hep güdülecekti, nitekim öyle de oldu. Yapıya bağlı öğrencinin vazifesi diğerlerini çekmek, öğretmenin vazifesi birinciler çıkarmak, esnafın vazifesi himmet toplamak/burs bulmak, gazetecinin vazifesi algı operasyonu yapmak, idarecinin vazifesi kendinden olanı istihdam etmek, polisin vazifesi istihbarat toplamak/fişlemek, askerin vazifesi de söylendiğinde kışladan çıkmaktı. Hepsi vazifesini yaptı ama mankurtlaşmış bireylerden oluşan sürüler olarak… Başarılı olamadılar, çünkü ruhlarını kiraya verenlerin hakiki ve esaslı bir başarıya imza attıkları görülmemiştir. Sırr-ı tefrid penceresine bir ilave yapmamız şart: İnsanın varoluşu ile ilgili bu kadar mühim bir noktayı bunlar o seçilmiş, yüzde birlere girmiş zeki öğrencilerin gözlerinden nasıl saklayabildiler? Varoluşumuzla ilgili böyle bir ihtiyacı yapının biricikliği üzerine bir vurguya transfer ederek… Yapının mensupları; mehdiyet inanışını kendi biricikliklerinin kolektif üst anlamı olarak gördü. Bu algı ve anlayış; kariyer, maddiyat gibi cazip imkanlarla sos edilince ortaya meşruiyeti kendinden menkul nevzuhur bir yapı çıktı. Bu yapının seçilmişlik vurgusu o kadar önde ve aşikârdı ki zamanla bu vurgu kendilerini camiden, cemaatten ayrı tutmanın gerekçesine dönüştü. Cemaat kelimesinden bile iğrenir oldular. Sadece ümmetin bugünkü temsilcilerinden değil, şerefli geçmişinden de koptular.
15 Temmuz’a yol açan bu hain yapı hakkında o yapının elebaşının kullanmayı sevdiği bir ifadeyle ‘ariz amik’ çalışmalara ihtiyaç var. Elli senede kotarılan, beş senede hesaplanan, beş ayda altın vuruşu planlanan bir hain teşebbüsün, beş saatte ipi çekilmiş olsa da en az yine bir elli sene daha milleti meşgul edecek bir tahribat bıraktığını görerek söylüyorum bunu. Ama esas söyleneceği geriye bıraktım: FETÖ, başından bu yana zekileri, zenginleri ve elitleri hedefledi. Seçkincilik, imtiyazlı bir azınlığı kendi amaçları doğrultusunda ele geçirip, demokrasiyi göstermelik bir oyuna indirgeyen şeytani bir tertiptir. O gece milletin istiklaline ve istikbaline kast edenler, milletin evladının yüzde birlik diliminden ağına düşürdüklerini yani kendi seçkinlerini bir katakulli ile milletin temsilcilerinin üstüne geçirmek istediler. Ne acıydı ki bu kurguları, üst aklın daha büyük bir kurgusuna payanda olmaktan öteye geçemeyecekti. FETÖ, bugün dünyadaki kan, gözyaşı ve acının büyük oranda sebebi seçkinci şebekenin alt taşeronudur. Dünyanın başına hep bela olmuş ve muhtemelen kıyamete kadar da olmaya devam edecek malum seçkinci şebekenin yolunu, yöntemini ve ahlakını benimsemiş bu hain yapı böylece sadece kendisine değil, milletin en az üç-dört nesline yazık etmiştir.