Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hasip Saygılı, yoğun hamaset söyleminin, fiilen gösterilmesi gereken hamiyetin yerini almasının yarattığı problemlere dikkat çekiyor.
Geçtiğimiz ay memleketimizde bölgede kanaat önderi olarak bilinen bir yakınımızın düğününe katıldım. Düğün saatleri yoğun bir hamaset yüklemesi ile dolu idi. Afrin’e yakın bir hudut ilinde bir düğün merasiminde askerimizin mücadelesinin anılması, Allah’tan yardım ve başarı dilenmesi ile kahramanlık türkülerinin söylenmesi elbette takdire layıktı. Ancak düğün sonrası salondan çıkan misafirlerin süngü takmış hücum emrini bekleyen birinci hat birliklerine yapılabilecek türden yoğun bir yükleme ile karşı karşıya kalmalarının doğal olmadığını ifade etmeliyiz. Düğün sahibi arkadaşımız gayret, hamiyet, adanmışlık ve vatanperverlik denilince hatırası ilk akla gelen isimlerden Rahmetli Sabri Kiya’nın oğlu olarak tabii iyi niyetli olarak zamanın ruhuna uygun bir dil ve üslubu tercih etmiştir.
Günümüzde dini ve milli değerlere işaret eden kavramların günlük tüketim lafızları haline geldiğini kabul etmeliyiz.
Bu vesile ile günümüzde çok yaygınlaşan yoğun hamaset dilinin yarattığı/yaratacağı zaaflara işaret etmek istiyoruz. Önce insanları çetin zamanlarda harekete geçirmek için olağan dönemlerin dilinin yeterli olmadığını ifade etmeliyiz. Duygu, heyecan, inanç ve asabiyeye (bir mensubiyet için dayanışma) hitap eden bir dil insanları ayağa kaldırabilir. Tabii bu dili kullanan yalancılık, samimiyetsizlik, çıkarcılıkla lekelenmemiş özü sözü bir şahsiyet sahibi ise…
Diğer taraftan hamaset dilinin kapsamı da bir diğer önemli husustur. Asker uğurlamasında yapılacak konuşma ile er eğitim merkezindeki konuşma aynı değildir. Ayrıca fiili harekât sahasına intikal eden birliklerle artık ecel kuşunun kanat çırpıntıların duyulduğu yani cephelerin Allah’a en yakın yer olduğu zamanlarda söylemin dozu da aynı olamaz. Mesela Osmanlı klasik çağlarında kale kuşatmalarında mehterin çeng-i harbî (hücum marşı) vurması ancak padişahın şahsi emriyle olabilirdi. Bu vakit kalenin düşürülmesi için son hücum dalgasının başladığına işaret ederdi. Bu parça muharebenin diğer düğüm noktalarında tüketilmez, tam yeri ve zamanı geldiğinde rolünü hakkıyla öderdi.
Değerli hocamız Prof. Dr. Nusret Çam bir konferans esnasında dikkatimizi çekmişti. Hz. Musa’ya inen 10 emir arasında “öldürmeyeceksin”, “çalmayacaksın”, “zina etmeyeceksin” gibi yasaklar arasında “adımı boşuna anmayacaksın” buyruğu da mevcuttu. Buradan dahi yerli yersiz çok tekrar edilen kavramların, bunlar Allah’ın adı dahi olsa, aşınacağı hikmeti görülebilir. Alışveriş vesair işlemlerde her fırsatta yemin edilmemesini tavsiye eden dini metinler de bu gerçeği gösteriyor olmalıdır. Sünniliğin ikinci büyük mezhebinin kurucusu İmam Şafi’nin hayatı boyunca hiç yemin etmediği rivayeti konuya gösterilen hassasiyetin bir örneği olarak görülebilir.
Günümüzde ise dini ve milli değerlere işaret eden kavramların günlük tüketim lafızları haline geldiğini kabul etmeliyiz. 1990’lı yıllarda yoğunlaşmaya başlayan lüzumlu lüzumsuz ezan ve bayrak vurgusu şimdilerde saygı duyulan kavramların neredeyse tamamının içerikleri aşındıracak bir dereceye gelmiştir. Artık yaygın yersiz kullanımdan ötürü nasıl sayın kelimesi itibar atfını çağrıştırmıyorsa bunun gibi Allah, peygamber, vatan, bayrak, millet, tekbir gibi değer yüklü kavramlar toplumumuzda sıradanlaştırılıp etkisiz hale getirilmişlerdir. “Ya Allah, Bismillah, Allahü Ekber” veya “tekbiiiir…” maalesef basit siyasi slogan çağrıları olmuştur. Ya da en hafif tabiriyle tanık olduklarımız, değerlerimize göstermemiz gereken hassasiyetin devreden çıkarılmasıdır.
Bu böyle değilse bir ilin en yüksek mülki makam sahibinin Çanakkale ziyaretine gidecek kafileyi uğurlarken Hz. Ali’nin zülfikârını temsil eden kılıcı sallayarak tekbir getirmesini nasıl izah edeceğiz? Üzerinde valilik görevi bulunan bir bürokratın aynı vesile ile “Musul’u da alacağız… Kudüs’ü de alacağız” diye nara atmasının mantıklı ve izanlı bir açıklaması olabilir mi? Tabii haksızlık etmeyelim. Bu tarz ve söylemin toplumda bir karşılığı bulunuyor. Sayın Vali’yi dinleyenler kendisini alkışlıyor ve “… bizi Afrin’e götür…” diye sloganla mukabele ediyorlar.
Çok basit seviyede hatırlatalım. Kamu görevinde bulunan bürokratlar gönüllerinden geçenleri ulu orta toplum önünde beyan edemezler. Ölçüsüz, süzgeçsiz beyanların milletimiz ve devletimizin hak ve çıkarlarına zarar verme endişesi yersiz bir takıntı sayılmaz. Zaten eğitim dediğimiz uzun süreç de bir yönüyle insanlara neyi, nerede ve nasıl ifade edeceğini de öğretme demek değil midir? 2002-2004 döneminde İslamabad’da diplomatik misyon şefimiz Saygıdeğer Büyükelçi H. Kemal Gür’ün personele kırmızı pasaport ve diğer diplomatik muafiyetlerin aynı zamanda açık olarak ifade edilmeyen sınırlamalar getirdiği uyarısını hatırlıyorum. Bu çerçevede bir gazetecinin, akademisyenin, siyasetçinin veya sıradan vatandaşın söyleyebileceği her şeyi temsil makamlarında bulunanların söyleme hakları olamaz.
Temsil sorumluluğu olmayanların beyanları sonuçta kendilerini bağlar ama belli makamları işgal edenlerin ifadeleri böyle değildir. 1990’lı yılların başlarında Bosna’daki savaşla ilgili bir parti lideri (Prof. Dr. Necmettin Erbakan) Boşnaklara sadece İran’ın yardım etiğini Türkiye’nin bir katkısı olmadığını söylemişti. Bunun üzerine dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş “hayır, biz Boşnak kardeşlerimize ağır silahlar dâhil destek sağlıyoruz” açıklaması yapmıştı. Bu yersiz beyan bölgede uluslararası kuruluşlar arasında Türkiye’nin itibarını aşındırmak isteyenlerin ellerini güçlendirmek dışında bir sonuç doğurmadı. Bu kötü örnek belli makamları işgal edenlerin kamunun yüksek çıkarları için bazen “kan kusup kızılcık şerbeti içtim” diyebilmelerini gerektirir. Bu durum şahıslarımızın haksız yere ithamına dahi yüksek sadakat borcumuzun bulunduğu milletimizin itibarına zarar vermemek için susmayı tercih etmektir.
Güncel boş hamaset lisanına son verdiğimiz örnek ise kanaatimizce ülkemizin dış siyasetinin başarısız olması için çırpınanlara arayıp da bulamadıkları hazır bir argüman sağlamıştır. Arap dünyasında halen Türkiye’nin Ortadoğu’da tekrar yeni bir Osmanlı coğrafyası kurmaya çalıştığı iddiası uç bir iddia değildir. Filistin’in eski lideri Yasser Arafat’tan geçtiğimiz Aralık ayında Medine kahramanı Fahreddin Paşa’ya iftira ve hakareti ile gündeme gelen Birleşik Arap Emirlikleri Hariciye Veziri Şeyh Abdullah Zeyid’e kadar birçok kimse Türkiye’nin Osmanlı geçmişinin bölgede nüfuz oluşturmak için gerekçe olduğunu iddia ederek ülkemizi haksız şekilde itham etmişlerdir. Bu çerçevede Musul’un Kudüs’ü tekrar alacağımızı bağırarak ilan etme kimin çıkarlarına hizmet edecektir?
Bize şimdi moral ve motivasyon gereklidir diyenlere bize diplomasi de hesap da kitap da lazımdır demeliyiz. Bu tarz ölçüsüz beyanların ürkütülen fincancı katırlarının yaratabileceği kargaşaya değip değmeyeceği göz ardı edilemez. Bu tarz söylemleri kimse sorun yapmaz diyorsak bu beyanların sahiplerinin muhataplarımız nezdinde adam yerine konulmadığını söylemiş oluyoruz. Bu da hazmedilebilecek bir husus sayılmasa gerekir.
Diğer taraftan en yüksek makamın ifade etmesi gereken mesajları daha aşağı mertebelerdeki bürokratların vermesi de uygun değildir, normsuzluğa işarettir. Kamu görevlileri kendilerine emanet edilen makamların hakkını işlerini en iyi şekilde yerine getirerek vermeyi prensip edinmelidirler. Yoksa hamaset ortamında iyi gider düşüncesiyle ancak en yüksek makamın söyleyebileceği hassasiyet gerektiren beyanları tekrarlayarak görevlerini yapmış olamazlar.
Ölçü tanımaz hamasetin bir diğer yansıması da en yüksek makamın huzurunda bazı üst seviye güvenlik yetkililerin küfür ve hakaret lafızlarını sarf edebilmelerindeki adaba uymazlıktır. Güvenlik zafiyetinden kaynaklanan terör saldırısı sonucu ağır kayıplar yaşanması sonucu düzenlenen bir törende yüksek dereceli güvenlik yetkilisinin terör odaklarına yukarıda bahsettiğimiz çerçevede atıfta bulunması profesyonellikten uzaklaşma diye algılanır. Güvenlik hizmetlerindeki askerin de polisin de görevi düşmana/teröriste lanet okuma, beddua veya küfür etme değildir. Bunları elinden fiilen bir şey gelmeyen kimseler yapabilirler. Oysa güvenlik güçlerimizin komutan/amir olsun diğer personel/memur olsun üzerlerine düşen vazife şeytanla sadece kılıç, taş ve sopayla konuşmaktır. Müzakere, dua ve beddua onların işi değildir.
Bu yüzden aynı çerçevede yüzbaşı kardeşini terörle mücadele sırasında şehit veren bir üst subayın cenaze merasiminde, kanlı etnik fitne örgütünün işine yarayacak siyasi beyanat vermesi de “barış için her gün dua ediyorum” demesi de savunulamaz. Kardeş acısı düşmanın kullanacağı tavır ve davranışların kefareti olarak görülemez.
Toparlayalım. Hamasetin almış başını gidiyor görüntüsü kazanması, aşırı doz ilaç kullanımının yarattığı etki eşiğinin yitirilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu çerçevede ölçüsüz hamasetin, hançeresinden çıkanın kalbine inmediği münafığın imanı gibi tavır ve davranışlarımızla günlük yaşantımıza tesir etmediği açıktır. Dahası gayret ve fedakârlık demek olan hamiyetin yerini boş hamaset söylemi almıştır. Bir konuda eylem ve söylem (fiiliyat ve söz) toplamı sabittir, önermesi aklımıza geliyor. Söylem arttıkça işin kendisine pek gerek görülmemektedir
Mesela 500 binin üzerindeki askerlik görevini yapmaya yanaşmayan askerlik mükellefinin bir kısmı “… bizi Afrin’e götür...” diye slogan atarak hamiyetlerini kanıtladıklarını düşünüyor olmalılar. Zaten askerlik mükellefleri Afrin’deki birliklere tertip de edilmiyorlar. Yakın bir gelecekte Türkiye bir veya birkaç devletle harbe girmek zorunda kalırsa sözleşmeli er ve erbaşların sayısının savaşı yürütmeye yeterli olup olmayacağı başka bir yazının konusu olacak ağırlıktadır. Burada bu yakıcı konuyu şimdilik geçelim…
Günlük hayattaki yetersizlik, özensizlik ve nobranlıkları karşılığı olmayan hamaset söylemleri ile yok sayamayız. Daha da vahimi değerlerimizin ifadeleri olan kavramlar günlük çok basit hesaplarla hor kullanılarak bugünden heba edilirse boşluğu nasıl kapatacağımız konusudur. Çetin zamanlarda şiddetle ihtiyaç duyacağımız milletimizi toparlayacak tılsımları mirasyedi gibi savurmayalım...