İran ile yakınlaşma, AB ile imzalanan ‘Geri kabul’ anlaşması... “Türkiye dış politikada bir revizyona mı gidiyor?” sorusunu gündeme getirdi. Peki sıfır sorun perspektifine dönüş mümkün mü? İstanbul Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Doç. Dr. Hasan Kösebalaban kaleme aldı.
[Karar]
GÖRÜŞLER
Doç.Dr. HASAN KÖSEBALABAN
Ülkelerin dış politikası üzerinde, materyal ve düşünsel olarak sınıflandırabilecek bir dizi faktörün etkisinden bahsedilebilir. Türkiye’nin tarihsel süreç içinde dış politika kararları bu iki düzlemdeki faktörler arasında denge arayışını yansıtmıştır. Bir imparatorluk mirasının varisi olarak Türkiye aynı imparatorluktan kopan diğer parçalarla ilişkilerinde tarihin ağırlığını sırtında hissetmiştir. Yine bu tarihi mirasın yansımaları Batı, Rusya ve İran’la ilişkilerde kendisini göstermiştir. Bir Osmanlı-Türk grand stratejisinden bahsedilebilirse bu stratejinin merkezinde Rusya’ya karşı Batılı bir müttefik güçle denge arayışı yer almaktadır. Soğuk Savaş ortamındaki NATO ittifakı politikalarında da aynı stratejik mantalite belirleyici olmuştur. Ancak Soğuk Savaş’ın bitimiyle Türkiye dış politika perspektifini ve yönelimini yeniden kurgulamak durumunda kaldı. Batı ile İslam Dünyası arasındaki köprü ülke vurgusu, İslam dünyasında lider ülke vizyonu, Türk dünyasında nüfuz arayışı gibi perspektifler siyasete farklı zamanlarda damgalarını vurdular.
Avrupa mülteci krizi nedeniyle Türkiye ile iyi geçinmek durumunda olsa da Türkiye’nin ABD’ye karşı görece ağırlık unsurları İran nükleer anlaşması sonrası azalmıştır.
2002’den itibaren Ak Parti iktidarı yılları, Ahmet Davutoğlu’nun köprü ülke yerine, merkez ülke vurgusu yaptığı “Stratejik Derinlik” perspektifinin dış politikaya yansıdığı bir dönem oldu. Ak Parti’nin liberal-küreselci bir perspektifle muhafazakar değerleri birleştiren formülasyonunun merkezinde AB tam üyelik süreci bulunmaktaydı. Diğer tarafta, özellikle Obama’nın 2009’da başkanlığı devralmasından sonra ABD’yle ilişkilerde “model ortaklık” dönemi başladı. Bütün bu süreçte Türkiye İslam ve demokrasiyi mezcetmiş bir başarı örneği olarak değerlendiriliyordu. Orta Doğu’da Türkiye sıfır sorun diplomasisi çerçevesinde mevcut rejimlerle ikili ilişkilere önem veren, bu ülkelerle sorunları tamamen ortadan kaldırararak ekonomik entegrasyona vurgu yapan bir perspektif izliyordu. Türkiye sadece kendisinin bu ülkelerle sorunlarının değil, aynı zamanda bölge ülkelerinin de kendi aralarındaki ya da uluslararası sistemle yaşadığı problemlerin çözümü için çalışıyordu. Bu dönemin kriz yaşanan tek ülkesi olan İsrail’le dahi ticaret hacmi katlanarak artmaya devam etti.
2011 yılına gelindiğinde Arap demokratik halk isyanları hükümeti zor bir yol ayrımıyla karşı karşıya bıraktı. Türkiye Arap rejimleriyle sıfır sorun siyaseti ile demokrasi arzularını ifade eden halkların tarafında yer almak tercihleri arasında kalmıştı. Tunus, Libya, Mısır ve Yemen’de yönetimleri deviren halk ayaklanmalarını Türkiye tarafından ilkesel bir tavırla desteklendi. Aynı şekilde Türkiye tarihsel sorunlarını önemli ölçüde giderdiği ve ekonomik entegrasyon yolunda adım attığı Suriye’de demokrasiye geçilmesi çabaları başarılı olmayınca da başlayan halk ayaklanmasında rejime karşı tutumunu netleştirdi. Rusya ve İran gibi güçlerin rejime sağladığı destekle Suriye rejimi halk isyanına direnebildi. Arap demokratikleşme sürecinin Suriye’de tökezlemesi devrim gerçekleştiren ülkelerde de geriye dönüş süreçlerini tetikledi. Demokratik yollarla iktidara gelen Mısır Cumhurbaşkanı Mursi askeri bir darbeyle devrildi ve Türkiye buna en sert ve kararlı tepkiyi veren ülke oldu.
Suriye’de rejimin muhalefet karşısında mağlup olmamakla birlikte ülke bütününde hakimiyetini kaybetmesi, yine komşu Irak’ta ise Şiilerin Sünni halka yönelik baskıcı politikaları, IŞİD gibi radikal terör hareketlerinin önünü açtı. Gelinen süreçte küresel çaplı bir terör örgütüne dönüşen IŞİD, Batılı güçler nezdinde Esad rejimine meşruiyet kazandırmış, bu rejimi destekleyen başta İran ve Rusya olmak üzere dış güçlerin bölgesel emellerine hizmet etmiştir. Bu arada hem Rusya hem de Amerika PKK ile bağlantılı PYD’ye destek vererek Türkiye-Suriye sınırı boyunca hakim olmasını temin etmişlerdir. Bu noktada Türkiye’nin Suriye krizine bakışta küresel aktörlerle arasındaki mesafe açılmıştır.
Türkiye’nin Suriye savaşı sürecinde Rusya’yla ilişkilerini gerginleştirmesi ve son olarak uçak düşürme kriziyle birlikte tıkanma noktasına gelinmesi, Batı’yla olan ittifak ilişkilerini yeniden gündeme getirdi. Gelinen noktada dış politikada enerji ve güvenlik bağımlılıkları arasında bir sıkışma yaşamaktadır. Her ne kadar Avrupa mülteci krizi nedeniyle Türkiye’yle iyi geçinmek durumunda olsa da, Türkiye’nin ABD’ye karşı görece ağırlık unsurları İran nükleer anlaşması sonrasında azalmıştır. Bu anlaşma İran’ın Orta Doğu coğrafyasındaki ağırlığını artırmış, mezhep kartını kullanarak yayılmasına meşruiyet zemini sağlamış, Suudi Arabistan ve diğer Sünni bölgesel güçler nezdinde büyük rahatsızlık meydana getirmiştir. Kuşkusuz bu durum Türkiye açısından yeni bir durum değerlendirmesini, fikri ve reelpolitik boyutu dengeleyen bir dış politika perspektifine dönüşü gerekli kılmaktadır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsrail ve Mısır konusundaki ifadeleri, Başbakan Davutoğlu’nun İran ziyareti böyle bir revizyon gerekliliğinin politika yapımcıları nezdinde de benimsendiğini ortaya koyuyor. Sıfır sorun perspektifine geri dönüldüğünde bunun merkezinde kuşkusuz yeni ve güçlü bir İran yer alacak. Başbakan’ın son İran, ardından İran Dışişleri Bakanı Zarif’in Türkiye ziyaretleri ikili ilişkilerde bir “reset” döneminin gerçekleştiğini gösteriyor. Bu çerçevede Türkiye’nin Suudi Arabistan-İran geriliminde taraf olmayı değil, arabuluculuk misyonunu seçmesi sıfır sorun perspektifiyle uyumlu olacaktır. İçinde yaşadığımız süreçte bölgesel güçlerin çıkarı toprak bütünlüğünün devamını ve sınır güvenliğinin teminini gerekli kılmaktadır.
Başbakan Davutoğlu’nun Tahran, İran Dışişleri Bakanı Zarif’in Türkiye ziyaretleri ikili ilişkilerde ‘reset’ döneminin gerçekleştiğini gösteriyor.
Uzun vadede kaçınılmaz bir süreç olarak bölgesel demokratikleşme Türkiye’nin nüfuz alanını genişletecek bir fırsat alanı sunacaktır. Türkiye’nin Orta Doğu’daki demokratikleşme sürecine katkısı öncelikle kendi içindeki demokrasiyi güçlendirmesi ve kurumsallaştırmasıyla mümkün olabilir. Yumuşak gücü, yani itibarı ve imajı güçlü bir Türkiye hem bölgesel çekim merkezi, hem de demokratikleşme sürecinin hamisi olabilir.