Küresel aktörler ile uluslararası karakterli terör örgütleri arasındaki güç savaşı şiddetin boyutunu büyüttü. Kim bunlar diye sorulduğunda ilk akla gelenler Batılıların deyimiyle jihadistler... Peki dünyanın dört bir yanına hızla nüfuz eden bu gruplar bir karşı-küreselleşme pratiği mi sergiliyor? İstanbul Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Berdal Aral kaleme aldı..
[Karar]
GÖRÜŞLER
PROF. DR. BERDAL ARAL
İslamî’ “Cihatçılık”, modern dönemde, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı 1979’daki işgaline karşı ülkesinin bağımsızlığı için uzun soluklu bir silahlı direniş sergileyen İslamî gruplar için (“mücahidler”) kullanılmıştır. 1980’li yılların sonlarında kurulan ve değişik Müslüman ülkelerde konuşlanmış bulunan Amerikan askerlerini özellikle hedef seçen El-Kaide örgütü ise, terörü bir yöntem olarak benimsemesi itibariyle, giderek Batı dışı dünyada da olumsuzlanan bir yapı olarak görülmüştür. 2003’teki Irak işgali sonrasında bu topraklarda hatırı sayılır bir askeri varlık oluşturan aynı örgüt, zaman içinde bu coğrafya içinde yerini (büyük ölçüde) DAEŞ’e (Irak ve Şam İslam Devleti) bırakmıştır. İşgal altındaki Irak topraklarında hususiyetle Sünniler arasında revaç bulan bu Selefi hareket, ardından 2011’de başlayan Suriye iç savaşıyla birlikte, bu ülkeden de önemli sayıda taraftar devşirmiş ve hatta dünyanın değişik yerlerinden gelen kişi ve gruplar da uluslar-ötesi militanlığın ve Selefi radikalliğinin bayraktarlığını yapmıştır. DAEŞ’in Suriye’de kendi halkına karşı devlet terörü uygulayan Baas rejiminden ziyade muhalif güçlerle savaşması, hem Irak’ta hem de Suriye’de kısa sürede geniş toprakları ele geçirmesi, bu örgüte yönelik kuşkuları artırmıştır. Daha da ötesi, bu örgüte mensup silahlı grupların hasımlarına karşı acımasızlıkları ve sivilleri katletme konusundaki cevvaliyetleri, onlara karşı hem İslam dünyasında hem de başka coğrafyalarda ciddî bir antipati oluşturmuştur. Bununla da yetinmeyen DAEŞ’çi cihatçılar, son örneği Brüksel’de birkaç gün önce gerçekleşen ve 34 insanın ölümüne yol açan intihar saldırıları olmak üzere, eylem alanlarını başta Batı Avrupa olmak üzere, farklı coğrafyalara yaymaya başlamışlardır. Cihatçılık kuşkusuz hem genelde internet ve sosyal medya üzerinden dünyanın farklı coğrafyalarından devşirilen elemanların özellikle Suriye’ye gelmeleri, hem de bu acımasız örgütün birçok farklı ülkede terör saldırıları gerçekleştirmiş olması, cihatçılığın da, aynen uyuşturucu kaçakçılığı ve siber-suçlar gibi küreselleşmenin önemli arazlarından birisi hâline geldiğini göstermektedir. Bu tür fiillere ilişkin en doğru tanımlama, herhalde, “yıkıcı-küreselleşme” olsa gerektir.
Küreselleşmeyi barışçıl bir dünyanın ya da küresel işbirliğini öngören ahlakiliğin muştucusu olarak tahayyül etmek ne yazık ki mümkün değildir.
Küreselleşme, iktisadî, sosyal ve siyasî faaliyetlerin devletlerin ulusal sınırlarının ötesine taşmasını ifade etmektedir. O nedenledir ki, belli bir coğrafyada alınan kararlar veya vuku bulan faaliyetler ya da olaylar, dünyanın başka coğrafyalarını da artık etkiler hale gelmiştir. Böyle bir dünyada fikirlerin, haberlerin, mal ve hizmetlerin, sermayenin, teknolojinin, bilginin, kültürün ve dahi imaj ve sembollerin yerküre sathındaki dolaşımı baş döndürücü bir hızla artmaktadır. Burada “yerel” olanla “küresel” olan arasındaki iç içe geçmişlik birçok hususta açıkça gözlenmektedir. Küresel bir dünyada “dâhilî/ülke içi”-“haricî/ülke dışı” ayrımı çok azalmış, mesafe ile zaman arasındaki karşılıklı bağımlılık da aşınmaya başlamıştır. Küreselleşme bir bakıma hem zamanı hem de mekânı “sıkıştırmaktadır.” Bu ise “küçülen bir dünya”ya işaret etmektedir.
Bu küreselleşme çağında, devletler, uluslararası arenada daha önce sahip oldukları “eşsiz” konumu da tabiatıyla kaybetmektedir. Başka bir deyişle, devletlerin, iktisadî, siyasî ve askerî sahada geçmişte sahip oldukları güç tekeli, bugün artık uluslararası örgütler ve çok uluslu şirketler gibi nispeten “yeni” aktörlerin yükselişi ile birlikte önemli ölçüde aşınmış bulunmaktadır. O nedenle, ulusal sınırların hem (rakipsiz) kimlik dağıtıcı işlevinin sona ermesi, hem de bir ülkedeki refahın ve iç barışın ‘uluslararası bağlam”la yakın ilişkisi nedeniyle ulus-devletlerin kırılganlığının arttığı bir evreye girdiğimiz açıktır. Cihatçı militanlığın ve başka terör hareketlerinin yükselişini, ulus-devletlerin bu “kırılganlığı”ndan ayrı düşünmemek gerekir.
Devletlerin ikdisadi, siyasi ve askeri sahada sahip oldukları güç tekeli, bugün uluslararası örgütler gibi ‘yeni’ aktörlerin yükselişi ile aşınmıştır.
Öte yandan, küreselleşmenin dünyada sahici bir barışın teşekkülünü mümkün kıldığını iddia etmek de ne yazık ki mümkün değildir. Kuşkusuz, toplumlar arası etkileşimi güçlendirmesi, refahı ve toplumlar arası seyyaliyeti artırması itibariyle insanlık adına önemli bir “kazanım” sayılabilecek olan küreselleşme; Çin, Güneydoğu Asya ve yükselen başka bazı iktisadi aktörler hariç tutulursa, küresel adaletsizliği ve eşitsizliği ortadan kaldırmak bir yana, başta İslam dünyası ve sahra altı Afrika olmak üzere birçok coğrafyada gelir adaletsizliğini, yoksulluğu ve dışlanmışlığı daha da derinleştirmiştir. Dünya nüfusunun en zengin %1’inin sahip olduğu servet, bugün geri kalan %99’un servetine denktir. O nedenle, adalet fukarası bu küreselleşme evresinde, insanlığın önemli bir bölümü kendisini hiç olmadığı kadar zayıf, güçsüz ve dışlanmış hissetmektedir.
Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, küreselleşmeyi barışçıl bir dünyanın ya da küresel işbirliğini öngören bir ahlakîliğin muştucusu olarak tahayyül etmek, ne yazık ki mümkün değildir. Esasen, “şiddet”, 19. yüzyıldan bu yana küreselleşmenin mütemmim bir cüz’ü olmaktan geri durmamıştır. Nitekim dünya ticaretinin büyük ivme kazandığı 90’lar, uluslararası düzeyde savaş ve askerî müdahale gibi şiddet unsurlarının da büyük ölçüde arttığı yeni emperyalizm dönemine tanıklık etmiştir. Öte yandan, hem 11 Eylül terör saldırısı, hem de bu trajediden kendi emperyal stratejisi için “vazife çıkaran” ABD’nin ilân ettiği “teröre karşı savaş” da bu şiddetin küreselleşme ile atbaşı gittiğini gösteren örnekler olmuştur.