Sabancı Üniversitesi Rektör Yardımcısı E. Fuat Keyman “Türkiye dış politikası son dönemde yumuşak gücü değil sert gücü ve ‘ofansif realizm’i tercih ediyor” diyor.
FUAT KEYMAN
Güvenlik ve askeri güç temelli uluslararası ilişkiler paradigması “Realizm”in, ki bu alanın egemen kuramıdır, önemli temsilcisi John Mearsheimer’ın çalışmaları bize Türkiye’nin Suriye sınırları içinde yaptığı hem “Fırat Kalkanı” ve “Zeytin Dalı”, hem de Fırat’ın Doğu’sunda başlatılan “Barış Pınarı” askeri harekatları hakkında önemli ip uçları veriyor.
Barış Pınarı, Suriye içinde yapılan üçüncü, en kapsamlı ve riskli askeri harekatı oluşturuyor. Harekat, 9 Ekim’de, saat 16’da başlatıldı; ve hemen Türkiye ve de dünyanın gündeminin merkezine yerleşti.
Mearsheimer’ın gerek “Büyük Güçler Siyasetinin Trajedisi” (2019 yeni baskı), gerekse de “Büyük Yanılsama: Liberal Rüyalar ve Uluslararası Gerçeklikler” (2018) çalışmaları, Türkiye niye bu harekatları yapıyor sorusuna “Realist” (Gerçekçilik) kuramdan yanıt veriyor.
Maddeler halinde söylersek; Mearsheimer’ı göre (a) “merkezi ve yaptırım gücüne sahip otoritesi olmayan” uluslararası sistemde; (b) devletler “ulusal ve alansal güvenliği” ekonomi ve demokrasiden önce birincil önemde görürler. Böylece, (c) “rasyonel ve hesap yapan aktörler” olan devletler, özellikle güçlü devletler; (d) ulusal ve alansal güvenliği sağlamak için askeri ve sert güç kapasitelerini arttırmayı tercih ederler ve (e) taktiksel ve stratejik temelde, “askeri olarak ofansif, caydırıcı ve aktif olmak” isterler.
“Devlet davranışı” ekseninde, devletlerin bu tercihlerin nedeniyse: (a) devletler, özellikle güçlü devletler, merkezi otoritenin olmadığı ortamda, diğer devletlerin “niyetlerinden” emin olamazlar; (b) diğer devletlerin niyet olarak söylediklerine “şüphe, hatta korku, ile yaklaşırlar”; (c) askeri olarak sert güç göstererek ve ofansif olarak güvenliklerini korumaya çalışırlar. Özetle, Mearsheimer, Realist yaklaşımı içinde, “merkezi ve yaptırım gücü olan merkezi otoritenin olmadığı uluslararası ilişkilerde, birbirlerinin niyetlerine şüpheci yaklaşan devletlerin, güvenlik sorununu birincil göreceğini ve askeri ve sert güç temelinde ofansif ve aktif olacağını” önerir, ve devletlerin bu hareket tarzına da, “Ofansif Realizm” adını verir.
Ofansif realizm, Fırat Kalkanı ve Zetin Dalı gibi, Barış Pınarı askeri harekatına da anlam verdiğini önerebiliriz:
Amerika’ya, PKK’nın uzantısı olarak gördüğü YPG-PYD ile ilişkisinin sadece DEAŞ’a karşı savaş ile sınırlı olduğu savı noktasında güvenmeyen; Amerika’nın niyetinin bunla sınırlı olmadığından şüphelenen;
Suriye’de devletin kendi iç işlerini ve sınırlarını kontrol etme kapasitesini kaybetmesiyle “çökmüş devlet” konumuna gelmesiyle, YPG-PYD’nin Fırat’ın doğusunda kurabileceği bir “koridor devlet”in gerçekleşme olasılığı arttığını düşünen; ve,
Böyle bir devlet yapısını kendi ulusal ve alansal güvenliği için tehdit olarak gören Türkiye, “sert güç” temelli “ofansif realizmi” tercih ederek Barış Pınarı askeri harekatını başlattı.
Ofansif realizm, askeri harekatın işgal ya da savaş olmadığını; amacının, Türkiye’nin ulusal ve alansal güvenliği sağlamak ile sınırlı olduğunu; diğer aktörlerin niyetlerinden şüphe duyan bir aktörün kendi yaşamını ve güvenliğini sürdürmek için yaptığı bir eylem olduğunu ima ediyor.
Ofansif realizm, aynı zamanda, Barış Pınarı harekatıyla Suriye sınırları içinde kurulması düşünülen “Güvenli Bölge” kavramına da anlam veriyor: Amerika’nın bölgedeki ve Suriye’deki niyetlerinden şüphe duyan Türkiye, ofansif realizm mantığı içinde, yaptığı askeri harekatla, “Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlayacak ve YPG/PYD güçlerinin sınırlarında kuracağı bir koridor devlet olasılığını engelleyecek bir güvenli alanın kurulabileceği” tezini” ortaya koyuyor.
SURİYELİLER, DEAŞ
Bununla birlikte, ofansif realizm kavramının kullanımını sorunlu hale getirecek iki farklı amacın daha Barış Pınar’ına eklendiğini görüyoruz.
Barış Pınarı harekatı “üç boyutlu amacı” içeren bir nitelik kazandı: Birincisi, Suriye içinde kurulacak Güvenli Bölge ile YPG/PYD’nin “terör koridoru” ya da “koridor devlet” kurma olasılığını ortadan kaldırmak; İkincisi olarak, bu bölgeye Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilerin bir milyon, hatta iki milyon kadarını gönüllü olarak geri yollamak; Üçüncü olarak, Suriye’de hapiste tutulan DEAŞ teröristlerini, DEAŞ için çalışmışları da içeren kadınları ve çocukları kontrol etmek.
İkinci ve üçüncü amaçları, özellikle Suriyeli mültecilerin Güvenli Bölgeye yerleştirilmelerini, ofansif realizm ile açıklamak ve meşrulaştırmak sorunludur. Suriyeli mültecilere Türkiye hep insani boyutta, insani ve ahlaki olmak temelinde yaklaştı. Güvenlik temelli bir yaklaşımla insani temelde yaklaşılması gereken bir sorunu çözmek zor, hatta sorunludur.
Zaten tam da bu nokta da, Türkiye’nin durumu, Astana Sürecini birlikte götürdüğü ve esnek ittifak ilişkini kurduğu Rusya ve İran’dan farklılaşmaktadır. Rusya ve İran’ın ne mülteci meselesi vardır, ne de insani ve ahlaki yaklaşımla dış politikalarını belirlemektedirler. Rusya ve İran, Amerika gibi, Suriye meselesine, Irak ve genel de Orta Doğu meselesine tümüyle ofansif realizm temelinde yaklaşmaktadırlar. Buna karşın, Türkiye, çok ciddi, iyi yönetişimle yaklaşması gereken, giderek toplumsal alanda tepkileri arttıran mülteci meselesi, hatta kriziyle karşı karşıyadır. Ofansif realizm bu soruna çözüm değildir.
Britanya, Fransa ve Belçika’nın geri almadığı, vatandaşlıktan çıkardığı DEAŞ’lı teröristlerin kontrolünü Türkiye’nin niye üstlendiğini ve bu kontrolün tam olarak neyi içerdiğini bilmiyoruz. Bu nedenle, şimdi bu konuyu tartışmayı erteleyelim. Fakat, ofansif realizmin, gerek Suriyeli mülteciler meselesi gerekse de DEAŞ’lı teröristleri kontrol etme noktasında açıklama ve meşrulaştırma temelinde sorunlu hale geldiğini vurgulamalıyız.
ALAN-MASA-ALGI
Bu noktada, askeri harekatların, genelde de savaşların, alan kadar, masada da kazanıldığını, diğer değişle, başarının askeri değil siyasi olarak elde edildiği gerçeğini hatırlamalıyız. Askeri başarı gerekli ama yeterli değildir. Başarı siyasi olarak geldiği zaman başarıdır.
Bu nedenle, Barış Pınarı askeri harekatının başarısında, siyasi alan, yani masa ve algı yönetimi çok önemlidir.
Ki, askeri harekata, Katar ve Filistin dahil uluslararası toplumdan destek gelmediğini biliyoruz.
Uluslararası düzeyde olumsuz algı hala güçlü olarak devam ediyor.
O zaman, ofansif realizmin başarısını belirleyecek kıstasın, alanda askeri başarı kadar, hatta daha da önemlisi masa ve algı da başarılı olmak; diğer bir değişle siyasi boyutta başarılı olmak olduğunu söyleyelim.
BM Güvenlik Konseyi’nden Amerika ve Rusya vetolarıyla Türkiye ve Barı Pınarı’na karşı bir kararın çıkmaması önemlidir.
13 Kasım’da, Washington’da yapılacak Erdoğan-Trump görüşmesi de önemli ve etkili olacaktır.
28-29 Ekim’de Cenevre Süreci içinde yapılacak “Suriye Yeni Anayasa” toplantısı da bu bağlamda dikkatle izlenmelidir.
Bununla birlikte, Barış Pınarı sürecinin içerdiği üç amaç, koridor devletin engellenmesi, Suriyeli mültecilerin ülkelerine dönmeleri ve DEAŞ teröristlerinin kontrolü, ve başarı için bu amaçların gerekli kıldığı hamleler, Rusya’nın yaklaşımını daha ön plana çıkartmaktır.
Rusya Dışişleri Balkanı Labrov, “Rusya’nın, Barış Pınarı askeri harekatının başarısı noktasında Ankara-Şam diyaloğunu gerekli kıldığını ve bunu da sağlayabileceklerini” önermiştir.
Türkiye’nin “Mücadelemiz teröre karşı” savı ve “Kürtlere karşı değil, PYD/YPG’ye karşı bir askeri harekat yapıyoruz” temelinde yaklaşımının siyasi olarak başarıyı getirmek için yeterli olmadığını görüyoruz.
O zaman, tüm verileri birlikte düşündüğümüz zaman şu noktaya gelmiyor muyuz: Suriye’de Rusya gerçek galip; ve Rusya’nın önerisi olan “Ankara-Şam diyaloğu”na, ne kadar Esad’a bugüne kadar yarattığı insani suçlar nedeniyle öfke duysak da, giderek yaklaşıyoruz.
Bunun da temel nedeni, Türkiye’nin Suriye’ye yaklaşımının başından itibaren büyük hatalar içermesi ve bugün yaşanılan sorunların temel nedenini yaratması.
Türkiye dış politikası son dönemde yumuşak gücü değil sert gücü ve “ofansif realizm”i tercih ediyor. Ama, bu yaklaşımın tek başına yeterli olmadığını bilelim…