Görüşler

Avrupa’da korku siyaseti

Avrupa’da korku siyaseti

‘Gerçekliğe ve Geleneğe Karşı’ kitabının yazarı Halil Turhanlı “Dini inançlarının gereklerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan Müslümanlar seküler bir kültür içersindeki uyumsuz unsurlar olarak görülüyor” diyor.

İslamofobinin 11 Eylül 2001 sonrasında ortaya çıktığına dair yaygın kabul gören görüş aslında Batı tarihinde derin kökleri bulunan bir sorunun sadece yakın bir dönemini ele almakta. Yani sorunu oldukça eksik ve yüzeysel bir şekilde değerlendirmekte. Bu da islamofobinin ciddiyetinin tam anlamıyla anlaşılabilmesini imkânsız kılıyor. Ancak şu var: Yirminci yüzyılda İslam’dan duyulan temelsiz korku ve buna bağlı olarak Müslümanlar için aşağılayıcı sözcüklerin kullanılması bugünle kıyaslandığında nispeten küçük bir kesimi kapsıyordu. İslam korkusu ve düşmanlığı aşırı sağla sınırlıydı. Oysa şimdilerde İslam korkusu ve karşıtlığı radikal sağın yanısıra merkez sağ partilerin tabanında da destek buluyor. Popülist politikacıların sattığı bu temelsiz korku(lar) çok sayıda alıcı buluyor. Çok sayıda insanı endişeye sürüklüyor. Bu tür korku siyasetleri pek çok komplo teorisinin kurgulanmasına imkân veriyor.

Avrupa’nın tarihini sömürgelerdeki yerli halklara karşı girişilen kıyımların, kıtada ise azınlıklara (özellikle dinsel azınlıklara) uygulanan dışlama, aşağılama ve baskının tarihi olarak okumak pekâlâ mümkün. Azınlıkların tehdit oluşturduğuna dair siyasal retorik aşağılamayı, baskı ve saldırıları teşvik eder. Böylesi nefret söylemleri oluşturan ve dolaşıma sokan radikal sağ politikacılar belirli bir inanç sisteminin değerleri konusunda kitlelerin önyargılarını, önyargıları besleyen cehaleti sömürürler. Hıristiyan değerlerinin biçimlendirdiği Avrupa kültüründe Yahudiler yüzyıllarca aşağılandılar, korku ve kuşkuyla karşılandılar. Korku siyasetinin nesneleri haline getirildiler. Her şeyden önce onlar İsa’nın ölümünden sorumluydular. Onlar tam vatandaşlığa uygun görülmezlerdi. İspanya’dan, İngiltere’den sınır dışı edilmişlerdi. Hıristiyan Avrupa için tehdit oluşturdukları, Avrupa’ya egemen olmak için gizli faaliyetler yürüttükleri, asıl amaçlarını saklamak için hep ikiyüzlü davrandıkları ileri sürüldü. Avrupa’nın hemen her yerinde dışlanan, belirli bir şehir mekânına, gettolara kapatılan Yahudiler çok güçlü, her şeye muktedir insanlarmış gibi sunuldular. Bu temelsiz iddialar yaygınlık kazandı. Anti-semitizm Avrupa’da yerleşti, adeta gelenek haline geldi. Holokost bu geleneğin nihai halkasıdır. Bir zamanlar Yahudilerden duyulan kuşku, onlara karşı beslenen düşmanlık şimdilerde Müslümanlara yöneldi.

Müslümanların Avrupa’da Yahudilerin yerini aldığı iddialarının da ciddi yönleri var. Amerikalı liberal düşünür Martha Nussbaum bu iddiayı dile getirenlerden biri. Nussbaum, Siyon Bilgelerinin Protokolleri adlı Yahudiler hakkındaki önyargılarla kurgulanmış metindeki pek çok iddianın günümüzde Müslümanlar açısından tekrarlandığını belirtiyor. Bilindiği üzere bu metin Yahudilerin dünyayı ele geçirmek için komplolar hazırladıklarına, mali kurumlar üzerinde hakimiyet sağlamaya çalıştıklarına, gizli faaliyetler yürüttüklerine, şüphe uyandırmamak için asıl maksatlarını gizlemek için hep yalan söylediklerine dair delil olarak kullanılmıştır. (M. Nussbaum, Yeni Dinsel Tahammülsüzlük, çev. B.Ersöz, Phoenix Yayınevi, 2018,s.60).

Yirminci yüzyıl başlarında anti-semitizm propagandası yapan bu metin (ve onun kadar popüler olmayan benzerleri) korku siyaseti yürütenlerin elinde önemli bir araca dönüşmüş, Yahudiler hakkında temelsiz korkunun yayılmasında etkili olmuştu. Martha Nussbaum bu düzmece metne dayanılarak ileri sürülen iddiaların benzerlerinin Müslümanlar için tekrarlandığını belirtiyor. Gerçekten, Müslümanların da Avrupa’yı İslamlaştırmak için gizli faaliyetler yürüttükleri yalanı dolaşıma sokuluyor. Korku yayılıyor. Korku beraberinde aşağılama ve nefreti getiriyor. Bu temelsiz korkuyla Avrupa’nın geleceğini tehdit eden Müslüman figürü yaratılıyor. Korku temelinde inşa edilen bu sözde tehditkâr figür ayrımcılığı, toplumsal dışlamayı meşrulaştırmak için kullanılıyor. Dile getirilen bu asılsız iddialar Protokoller’in dilini çağrıştırıyor. (Nussbaum , a.g.y., s.75) Kuşkusuz, islamofobi gerçek bir tehlikeyi yansıtmıyor. Avrupa’yı ele geçirmeye çalışan Müslüman imgesinin gerçek hayatta bir karşılığı yok.

Anti-semitizm ile islamofobi arasında önemli farklar da var kuşkusuz. Kadir Canatan’ın da belirttiği bu farklılıklardan biri teolojik fark. Hıristiyanlar açısından anti-semitizmin Holokost’a da bahane olan teolojik bir kökeni mevcut. Hıristiyanlık dünyasında Yahudiler İsa’nın ölümünden birinci derecede sorumlu tutuluyorlar. İslam karşıtlığının korkusunun ve karşıtlığının böyle teolojik bir temeli olduğu söylenemez. İslam’a karşı düşmanlığın kökeni ‘tarihsel ve ideolojik’ (K. Canatan, Anti-İslamizm ve Anti-Semitizm: Tarihsel ve Kavramsal Farklılıklar ve Benzerlikler, Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti-İslamizm içinde, Eskiyeni Yayınları, 2007, s.28).

Avrupa’daki Müslümanlara karşı en sert asimilasyon politikalarını uygulayan, ülkelerden biri kuşkusuz Fransa.

Önyargılardan beslenen korku şiddet kullanımıma ve daha başka akıl dışı tepkilere varıyor. Martha Nussbaum’un da belirttiği gibi ‘korku çok ilkel bir duygudur’ ve ‘incelikli bir zihinsel donanımı gerektirmez’ (a.g.y. 45). Derinlikli bir kavrayışı gerektirmediği için yanlış hedeflere kolaylıkla yönlendirilir. Bu nedenle gerçekte olmayan tehlikelerden söz ederek kitleleri korkutmak, asılsız tehlikelere karşı koşullandırmak ve bu yolla siyaset yapmak ve etkili olmak, sonuç almak çok da zor değildir. Böylesi retoriklerle yaratılan korku toplumsal-kültürel düzeyde farklı olanların, azınlık gruplarının düşman ve tehdit olarak algılanması sonucunu doğurur. Korku siyaseti giderek şiddete yol açar. Salt fiziksel şiddete değil,  gündelik hayatın bütün alanlarında hissedilen bir şiddete. Korku siyasetini yürüten popülist politikacılar, insanların kendilerini zayıf, korunmasız hissetmesini, özgüven duygularını kaybetmesini sağlarlar. Böylesi bir ruh içindeki insanlar azınlık gruplarına, toplumsal dezavantajları bulunan topluluklara karşı şiddet uygulamak gibi son derece tehlikeli davranışlara yönelirler.

Dini inançlarının gereklerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan Müslümanlar seküler bir kültür içersindeki uyumsuz unsurlar olarak görülüyorlar. Avrupa’nın kültürüne, değerlerine uyum sağlayamadıkları için ağır ve etkili asimilasyon politikaları öneriliyor. ‘Entegrasyon’ politikalarının gözden geçirilmesi ya da daha etkili biçimde uygulanması isteniyor. Sonuçta Avrupa’da büyük bir kitle çokkültürlü toplum yapısına karşı çıkarak bu tür politikaların uygulanması talebinde bulunuyor. Avrupa kültürüne uyum sağlayamayan Müslümanlar ile ancak ödünsüz ve etkili asimilasyon politikalarıyla baş edilebileceği ileri sürülüyor. Oysa Martha Nussbaum’un da vurguladığı üzere, asimilasyon etik açıdan hatalı. İnsanlık onuruna, eşitlik ilkesine aykırı. Asimilasyon bir kimsenin benimsediği, inandığı değerlerden vazgeçmesini talep etmek, böylesi bir vazgeçme karşılığında kabul görmesi, tanınması demek. Avrupa’daki Müslümanlardan istenen de bu. Onlara dinsel adetlerinden, dinsel pratiklerinden, hatta dinsel değerlerinden vazgeçmeleri karşılığında kabul görecekleri taahhüt ediliyor. Bunlar son derece onur kırıcı talepler. Martha Nussbaum’un sözleriyle,“tüm insanlar devredilemez bir temel insanlık onurunun taşıyıcısıdırlar”. Bu taşıyıcılık dolayısıyla da eşit saygıyı hak ederler. İşte, Müslümanlar için asimilasyon politikaları önerenler onları ‘insanlık onurunun taşıyıcıları’ olarak görmüyorlar. Dahası var: uyumsuzluğun İslamiyet’in özünü oluşturan kurallardan doğduğunu, en ödünsüz asimilasyon politikalarının bile etkili olamayacağını, bu nedenle Müslümanların Avrupa dışında tutulmalarından başka çözüm olmadığını savunanlar da var.

Avrupa’daki Müslümanlara karşı en sert asimilasyon politikalarını uygulayan, ülkelerden biri kuşkusuz Fransa. Başörtüsü 2004 yılında okullarda yasaklandı. Başörtüsü yasağı getirilirken Fransız cumhuriyetçiliğine özgü bir siyasi söylem geliştirilmiş, katı bir sekülerlik ilkesi öne sürülmüştü. Gerçekten, Fransa Avrupa’da İslam’ı Batılaştırma projesinin sabırsızlıkla hayata geçirilmeye çalışıldığı, hatta kısmen geçirildiği bir ülke. Üç yüz aydının imzasını taşıtan Kur’an-ı Kerim’in reforme edilmesi talebi bu projenin bir parçası. Batının değerleriyle uyum içindeki bir İslam önerenlerden biri de Raymond Aron’un öğrencisi, düşünür Pierre Manent. Fransa’da 2015 yılında Charlie Hebdo mizah dergisine yapılan terör saldırısından hemen sonra ve bu olayın etkisiyle kaleme aldığı Radikal Sekülerizmin Ötesinde başlıklı kitapçıkta Fransa’nın Yahudi-Hıristiyan uygarlığı temelinde inşa edilmiş  bir ulus devlet olduğunun, bu değerlerin Fransa’daki  toplumsal, politik ve ruhsal hayatı zenginleştirdiğinin  altını çizdikten sonra oraya göç eden Müslümanların bu değerleri  egemen olduğu bir ülkeye geldiklerini bilmeleri gerektiğini belirtiyor. Manent’e göre Müslümanlar eleştirilere açık olmalı ve her türlü eleştiriyi islamofobi olarak nitelemekten de vazgeçmeliler. Yani demek istediği, Müslümanlar karşılaştıkları ötekileştirici söz ve tutumlardan şikâyetçi olmamalılar. Manent’in önerdiği aslında asimilasyon, Müslümanlardan hiç değilse bazı dinsel değerlerinden vazgeçmeleri. Bu öneri İslam’da reform öneren Fransız aydınlarının taleplerine de oldukça yakın.

18-10/18/18krt11a_tum-copy.jpg

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir