ABD seçimlerine günler kala, anketler Demokrat Parti adayı Joe Biden’ı Başkan Donald Trump’ın 8.5 puan önünde gösteriyor. Üstelik, genellikle seçimlere katılımın düşük (%50-55 aralığında) olduğu ABD’de erken oylamalara bakarak, bu yıl rekor düzeyde bir katılım olacağı öngörülüyor. Demokrat parti kampanyasının 3 Kasım seçimlerini, ülkeyi Başkan Trump’dan kurtararak, rotasına yeniden oturtmak için son fırsat olarak sunması, anlaşılan her iki tarafın seçmenini de oy kullanmaya teşvik ediyor.
Araştırma şirketleri, 2016’da Hillary Clinton’ın yenilgisini öngörememiş olmalarından ders çıkarmış olacak ki, bu yıl örneklemlerini farklı eğitim düzeylerini temsil edecek şekilde revize etmişler. Sahadan elde edilen veriler 2016 seçimlerinden farklı olarak, bu kez Biden’ın yalnızca genel oy oranı açısından değil, seçim sonuçları üzerinde belirleyici role sahip salıncak eyaletlerin birçoğunda Trump ile arayı açmış olduğunu göstermekte. Dahası, seçmenin başkanla birlikte Senato’nun üçte biri ve Temsilciler Meclisi üyelerinin tamamını oylayacağı başkanlık seçimlerinde, Demokrat Parti’nin Senato’da çoğunluğu ele geçirebileceği güçlenen bir olasılık.
Adayların Covid19 salgını dolayısıyla, olağanüstü koşullarda yürüttüğü bir seçim kampanyası dönemi ardından, yine fazlasıyla gergin bir ortamda sandığa gidiyor Amerikalı seçmenler. 2020 başkanlık seçimleri denince, birçoğumuz salgını kontrol amaçlı kapanma kararı alan eyaletlerde, aralarına silahlı grupların da karıştığı maske karşıtı gösteriler, Mayıs ayında Afrika-Amerikalı George Floyd’un polis şiddetine kurban gitmesi ardından birçok eyalete yayılan “Siyah Hayatlar Önemlidir” protestoları, Başkan Trump’ın St John kilisesi önünde elinde İncil’le güvenlik güçlerini protestoları bastırmak için göreve çağırması ve başkan adaylarının kakofoniden ibaret TV tartışmasını hatırlayacağız. Tüm bunlar, ABD siyasetine dair, özellikle kurumların erozyonu ve toplumsal kutuplaşma hakkında çok şey söylüyor aslında. Ancak saydıklarımız içinde, Başkan Trump’ın seçimi ancak olası bir usulsüzlük sebebiyle kaybedeceği, böylesi bir durumda ise sonuçları tanımayabileceği yönündeki beyanatı diğer gelişmeleri gölgede bırakan nitelikte.
Bu yıl, salgın sebebiyle birçok Amerikalı seçmen, eyaletlerin izin verdiği kurallar dahilinde, posta yoluyla oy kullanacak. Dolayısıyla, postadan gelen oyların tasnifi, sayılması daha uzun süreceğinden, şayet adaylardan biri açık ara seçimi almadığı takdirde- nihai seçim sonucunun açıklanması, büyük ihtimalle birkaç hafta sarkabilir. Partilerin eyaletlerden çıkardıkları delegeler başkan ve yardımcısını seçmek üzere 14 Aralık’ta oy kullanacaklar. Ürküten senaryo ise, bu zaman zarfında Trump’ın seçim sonucunu oldu-bitti’ye getirmesi. Başkanın daha aylar öncesinden-veriler aksini söylemesine rağmen- posta yoluyla oy kullanmanın seçimlerde hileye yol açacağı yönündeki beyanatları ve aşırı sağ eğilimli silahlı gruplara sandıklara sahip çıkmaları yönünde “beklemede kalın” çağrısı, bir taraftan seçimlerin meşruiyetine gölge düşürürken, aynı zamanda başkanın yaklaşmakta olan olası bir seçim yenilgisini olgunlukla kabul etmeyeceğini düşündürüyor. 2000 yılı başkanlık seçimlerinde olduğu gibi, adayların az bir farkla yarışı bitirmeleri ve sayıma yönelik tartışmalar yaşanması durumunda, Yüksek Mahkeme kararı kader tayin edici olacak. Cumhuriyetçi Parti’nin seçimlere bir hafta kalmışken, Yargıç Amy Coney Barret’ın Yüksek Mahkeme üyeliğini apar topar onaylamış olması, bu açıdan bakınca anlam kazanıyor.
ABD YOL AYRIMINDA
Trump’ın şimdiye kadarki başkanlık performansı aslında ikinci bir dört yılın nasıl geçeceği hakkında az çok fikir veriyor. Diplomatik teamülleri hiçe sayan, yerleşik nizamı kendisine düşman gören, oturduğu koltuğun tanıdığını ayrıcalıkları kişisel servetini katlamak için kullanan ve siyasete TV show’u mantığıyla yaklaşan Trump’ın ikinci kez seçilmesiyle, Amerikan kurumlarında yarattığı hasarın telafi edilemez hale gelmesinden endişe ediliyor. Ne var ki, Trump’ı başkanlık koltuğuna taşıyan Amerika’nın ekonomik ve kültür temelli iç sorunları hala çözülmüş değil. Pandeminin yarattığı ekonomik krizle iyice derinleşen gelir eşitsizliği ve popülist siyasetin körüklediği kültürel kutuplaşmanın önünü alacak kapsamlı politikalar geliştirilmediği takdirde, 2024 seçimlerinde Trump’dan daha sinsi ve güçlü bir adayla, Trump tarzı başkanlık modeli Trumpizmin geri gelme olasılığı göz ardı edilmemeli.
Bu arka planda, Biden başkanlığı, içeride Amerikan kurumlarını yeniden yapılandıracak, dışarıda ülkenin imajını ve güvenilirliğini tamir edecek bir restorasyon süreci başlatacak. Ancak, Biden’ı fazlasıyla zor bir görev bekliyor. Özellikle, Senato’da çoğunluk, (Filibuster-yani kürsüyü işgal ederek yasa tasarılarının kabulünü engelleme pratiğini alt edebilmek adına), 60-40 oranında Demokrat Parti’ye geçmediği takdirde, Biden’ın istediği yasaları Kongre’den geçirmesi kolay olmayacak. Üstelik, Trump yönetiminin yaptığı 3. atama ile Yüksek Mahkeme’de yargıç dengesi 6-3 Cumhuriyetçilerin lehine değişmiş oldu. Bu durum, kürtaj, LGBT hakları, bireysel silahlanma, çevre, sağlık ve göçmen politikaları gibi birçok konuda Amerika’nın daha muhafazakar bir çizgiye kayabileceği anlamına geliyor. Yüksek Mahkeme’nin, seçimlerden bir hafta sonra, Başkan Barack Obama’nın imzasını taşıyan ve 20 milyon Amerikalıya sigorta olanağı sağlayan “Affordable Care Act” sağlık sistemini tartışacak olması, yaklaşmakta olan siyasi gerilime dair fikir verebilir.
Başkan hangi partiden olursa olsun, Amerikan dış politikasında devamlılık arz edecek belli başlı trendler olduğunun da altını çizmek gerek. Kamuoyu araştırmalarının desteklediği üzere, Amerika Birleşik Devletleri, ulusal güvenliğine yönelik doğrudan bir tehdit gelmedikçe, uluslararası sorunlara askeri müdahaleden kaçınmaya özen gösterecek. Buna ek olarak, Çin ile derinleşen küresel rekabet, ABD dış politikasının odağını işgal etmeye devam edecek. Trump’ın tek taraflı ve Amerikan çıkarlarını önceleyen dış politika yaklaşımına kıyasla, Biden, uluslararası kurumlar ve müttefiklerle eşgüdüm içinde hareket etmekten yana, çok taraflı bir profil sunuyor. Bu açıdan Biden başkanlığı, transatlantik ilişkilerin tamiri ve dolayısıyla liberal demokratik düzenin revizyonu için de fırsat barındırıyor.
TÜRK-AMERİKAN İLİŞİKİLERİNDE HENÜZ EN DİBİ GÖRMEMİŞ OLABİLİR MİYİZ?
Geçmişten günümüze daima inişli çıkışlı bir seyir izlemiş olan Türk-Amerikan ilişkileri, Soğuk Savaş’ın bitişinden bu yana, iki ülke arasında tehdit algıları, çıkarlar ve önceliklerin farklılaşması neticesinde, konjonktürel krizlerin etkisine giderek daha açık hale geldi. Bugün vardığımız noktada, karşılıklı güven bunalımı, tarafların hem kendi aralarındaki sorunları çözmelerini hem de uluslararası sorunlar karşısında ortak hareket etmelerini zorlaştırıyor.
Yakın gelecekte Türk-Amerikan ilişkilerinin dip noktadan kurtulması pek olası görünmüyor. Bu durum, uluslararası güç dengelerindeki değişim kadar Ankara’nın siyasi tercihleriyle de bağlantılı. ABD’nin küresel liderlik gücünün azalıyor oluşu, diğer aktörleri-her ne kadar ABD’yi karşılarına almaktan çekinseler de- ortaya çıkan güç boşluğunu doldurmaya, böylelikle kendi güç ve etki alanlarını genişletmeye teşvik ediyor. Türkiye de bu gelişmelerden muaf değil. Hatta, 2010’dan bu yana, iç ve dış siyasi gelişmelere paralel, giderek belirginleşen bağımsız bir dış politika yöneliminin, 2016 darbe girişiminin batıyla ilişkilerde yarattığı güvensizlik ve ertesinde Rusya ile geliştirilen askeri iş birliğiyle ivme kazandığını söylemek mümkün. Bunun yanı sıra, gerek ABD gerek AB’nin kendi değerleriyle ters düşen ikircikli politikaları neticesinde, liberal demokratik düzenin kan kaybediyor oluşu Ankara nezdinde “batı medeniyeti çöküyor” algısını güçlendirmekte. Dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye’yi ABD ile yakınlaşmaya ve NATO’ya katılmaya teşvik eden iki önemli faktörden-kuzeyde, Sovyetler Birliği’nden algılanan tehdit ve batı ittifakının bir üyesi olma,“muasır medeniyet seviyesine yükselme” ideali-özellikle ikincisi, büyük ölçüde etkisini yitirmiş görünüyor.
Trump dönemi liderler arasında gelişen ilişkiler, iki ülke arasında güvensizlik yaratan sorunlara yapıcı çözümler getirmekten ziyade, krizleri ertelemeye hizmet etti. Hatta zaman zaman krizlere yenilerini de eklemiş oldu. Trump’ın atipik/aykırı lider profiliyle Ankara’ya sağladığı diyalog kanalı, bir bakıma, Amerikan Dışişleri, Savunma Bakanlığı ve Kongre’de Türkiye’ye yönelik olumsuz algının düzeltilmesi için gereken diplomatik girişimlerin ihmal edilmesine yol açtı. Şimdi tüm sorunlu dosyaların, demokrasi ve insan hakları konularında daha duyarlı bir çizgiye sahip Demokrat Partili bir yönetim tarafından devralınması, Ankara’yı konfor alanından çıkarmış olacak. Önümüzdeki dönem, ikili ilişkiler S-400ler meselesi, CAATSA ve Halkbank davası ile bağlantılı ekonomik yaptırımlar ve kuvvetle muhtemel yeni 24 Nisan tasarıları ile test edilecek.
ABD başkanlık seçimlerine 2 hafta kala, Sinop’ta S-400 füze sistemini test edilmiş olması ise Ankara’nın hesabını Washington’ın Çin ile rekabete yoğunlaştığı dönemde, Tek Yol Tek Kuşak projesinin “orta koridor”unda önemli bir durak teşkil eden Türkiye’yi gözden çıkarmak istemeyeceği üzerine kurduğunu düşündürüyor. Bu noktada, olası bir galibiyet durumunda, Biden yönetiminin dozu nasıl dengeleyeceği, ne ölçüde değer temelli, ne ölçüde çıkar temelli bir dış politika çizgisi benimseyeceği Türk-Amerikan ilişkilerinin seyri üzerinde etkili olacak.