15 Temmuz ise tarihimizin en ağır ihanet kalkışmalarından birinin yıldönümü. 15 Temmuz 2016’da doğrudan millet iradesini prangalamaya yeltenen ve ardında 248 şehit, 2 bin 196 yaralı ve sayısız mağdur bırakan bir yapının sınır tanımayan ihanetine maruz kaldık.
ABDULBAKİ DEĞER / KARAR
11 Temmuz Srebrenitsa katliamının yıldönümüydü. “Krivaya 95 Harekâtı”nın bir parçası olarak Srebrenitsa’yı Temmuz 1995’te işgal eden Ratko Miladiç komutasındaki ağır silahlı Sırp ordusu en az 8 bin 372 insanı genç-yaşlı demeden öldürdü. Sırpların sistematik kıyımlarına Avrupa/Batı, en hafif ifadeyle yardım ve yataklık etti. BM’nin Srebrenitsa’yı güvenli bölge ilan etmesi ve sözüm ona “Barış Gücü” olarak kentte bulunan 600 Hollandalı askerin katliama alan açması, bu suçun en somut örnekleri.
EN AĞIR İHANET
15 Temmuz ise tarihimizin en ağır ihanet kalkışmalarından birinin yıldönümü. 15 Temmuz 2016’da doğrudan millet iradesini prangalamaya yeltenen ve ardında 248 şehit, 2 bin 196 yaralı ve sayısız mağdur bırakan bir yapının sınır tanımayan ihanetine maruz kaldık. Ve yine bu ihanet ağının üzerinden aralayabildiğimiz örtünün altında, tüm ilkesizliği ve ahlaksızlığı ile işleyen küresel sistemi, bu sistemin merkez ülkelerini ve mevcut yağma düzeninin işlerliği için retorikle cilalanan ilke ve değerlerin operasyonel birer araç olarak kullanılmasını gördük, görüyoruz ve muhtemelen görüyor olacağız.
Hatırlamak, yaşadıklarımızdan ders almaktır
Bu önemli hadiselerin, yıldönümü vesilesiyle yapılan anmaların gerçekçi bir nitelik kazanması için birkaç hususun altını çizmekte fayda var. En ihtişamlı günlerinde bile kuytu köşelerinde ihanetlerin tezgâhlandığı, karanlık mahfillerinde dolapların çevrildiği, akla-hayale gelmedik oyunların kotarıldığı bir coğrafyadayız. Koşulların zorlaştığı sancılı süreçlerde ise güç-çıkar-iktidar ve istikbal mücadelesinin düşüncede, inançta ve eylemde ne tür savrulmalara yol açacağını, ne tür imkânsız ittifakları mümkün kılacağını ve ihanette hangi sınır tanımazlığı önümüze koyacağını acı tecrübelerle öğrendik, öğreniyoruz. Bildik, biliyoruz. Lakin ne öğrenmenin ne de bilmenin sınırı var. Hele hele öğrenme ve bilme kapasitemize eşlik eden amelimiz yoksa öğrenme/bilme anlamsız varlığı da tartışmalıdır zaten. Zira bilme/öğrenme, zihin dünyamızla mukayyet soyut bir kazanımı değil, geçerliliği-güvenilirliği tavır, tutum ve davranışlarımızla sınanan performatif bir vaziyeti zorunlu kılıyor. O yüzden mesele çok şey yaşamak, ağır ve travmatik yaşantılar geçirmek, sınır tanımayan belalar ve musibetlerle sınanmak değil. Tecrübeli olmak da yaşadığımız şeylerin çokluğu ve ağırlığı ile ilintili bir şey değil. Tecrübeli olmak sizin veya başkasının yaşadıklarından alınması gereken dersi almak ve istikameti bu dersler üzere tayin etmektir. Yoksa yaşadığımız şeylerin çokluğu, başımıza gelen bela ve musibetlerin fazlalığı engin deneyimimize değil tersine akılsızlığımıza, tedbirsizliğimize, yetersizliğimize ve yüzeyselliğimize işaret eder. Aksi halde tekerrür eder miydi tarih. Bu işin bir kısmı.
“Bugünü ihya, düne en güzel vefadır”
Bağlantılı bir diğer husus ise hafıza sahibi olmaktır. Balık hafızalı olmamaktır. Bu da, tıpkı tecrübeli olmak gibi, zihinde muhafaza edilen şeylerin çokluğu-azlığı ile ilgili değil. Yaşadığınız şeyleri unutmamaktır. Yaşatılanları, yaşatanları bilmek, farkında olmaktır. O yüzden Aliya İzzetbegoviç şu tarihi uyarıyı yapıyordu: “Soykırımı unutmayın, çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.” Ancak unutmamanın veya hatırlamanın keyfiyeti de ayrı bir önem arz ediyor. Unutmamanız veya hatırlamanız yetmiyor, bunu nasıl yaptığınız önemli hale geliyor. Örneğin; toplama kamplarında insanlık tarihinin en büyük trajedilerinden birisine maruz kalanlar, aynı trajediyi başkalarına yaşatmakta çok da zorlanmıyorlar. Çünkü unutmamak veya hatırlamak, çoğunlukla yaşadıklarına esir düşmektir. Hafızanın esaretine girmektir. Bazen hatırla(t)mak/unut(tur)mamak bugüne karartma uygulamaya dönüşür. Bugünü gözden kaçıran, sorumluluğu öteleyen ve yanlışları perdeleyen bir işlev görür. Denilebilir ki dünyanın pek çok yerinde atlatılan her büyük hadise, esbabı mucibince kavranmamış ve hak ettiği muameleden muaf tutulmuş ise bu eksikliği gölgeleyecek abartılı sembolizmde buharlaşması kaçınılmazdır. Baudrillard’ın ifadesiyle meselenin pornografikleşmesi, içerik yitimine maruz bırakılmasıdır. Türkiye siyaset geleneğinde mekanik bir hal alan vesayet sistematiğinin nevzuhur bir uzantısı olan 15 Temmuz darbe kalkışmasını ve temel aktörü FETÖ’yü, unutmama/hatırlama yükümlülüğümüz sadece söz konusu kalkışma ve örgütün nevi şahsına münhasırlığı üzerinden değil, aynı zamanda bireysel ve kurumsal işleyişimizdeki eksiklikler, yanlışlıklar temelinde ele alınmayı zorunlu kılıyor. Devlet yapılanmamızdaki yapısal sorunlardan, insan kalitemizdeki eksikliklere ve zaaflara uzanan bir özeleştiriyi de gerektiriyor.
Hatırlama, tarihe/hayata meydan okumaktır
Hatırlamak/unutmamak/hafıza sahibi olmak dikkat edilmezse bugünü ve yarını işgal girişimine dönüşebilir. Dünün bugünü istila etme teşebbüsü olabilir. İbn-ul vakt olamayanların sığındıkları bir mazerete dönüşebilir. O nedenle neyi niçin yaptığımızın farkında olmalıyız. Neyin niçin anlam taşıdığını bilmek durumundayız. 15 Temmuz’un, Srebsenitsa katliamının ve benzer her hadisenin iki boyutu var: Birincisi hadisenin failleri, müsebbipleri, tarih, toplum ve adalet önünde zaten mahkûm ve meşruiyetsiz olanlar. İkincisi ise olayın mağdurları, mazlumları, onların konumları, eksiklikleri, yanlışlıkları. Hatırlama, bugünü/yarını belirli bir duyarlılık üzerinden şekillendirme iddiası ise ki öyledir, bu iddianın zalimler üzerinden değil tersine mağdurların/mazlumların hayatları, söylemleri, duyarlılıkları üzerinden sınandığını görmek durumundayız. Hatırlama, anma tarihe/hayata karşı bir meydan okumadır. Uyanık olunduğunun, hatalarından, eksikliklerinden, zaaflarından gerekli derslerin alındığının bir ilanıdır özü itibariyle hatırlama/anma.
FETÖ’NÜN İLİŞKİ AĞI
Mazlum olmaları da meşru bir pozisyon olarak görülmeyen Müslümanların, başlarına gelen musibetlerin çetelesini tutup, celallenmeleri ve zalimlerin/yedi düvelin saldırılarına maruz kalmış olmanın mazeretinde teskin bulmayı değil, ne zalimliği ne de mazlumluğu kabul ederek, hak ve adalet mücadelesini yükseltmeyi öne almalılar. 15 Temmuz, FETÖ’nün milleti hedef alan hain saldırısıdır. Ancak aynı zamanda 15 Temmuz ve FETÖ, bu ihanet ve şer şebekesi için mümbit bir zeminin, yapının, ilişki ağının ve iklimin varlığının da işaretidir. Bizim anma ve hatırlamamızda 15 Temmuz şanlı direnişi ve hain FETÖ kadar bu zeminin, yapının, ilişki ağının ve iklimin sorun edilmesidir. Aynı zamanda FETÖ ile mücadelenin esas önemli ayağının zemini, yapıyı, ilişki ağını ve iklimi dönüştürme mücadelesi olduğunu bilmek ve ona göre davranmaktır. 15 Temmuz’un sene-i devriyesinde de odaklanmamız gereken yer budur.