Sevgili birinci meşrutiyet sen aslında yoktun

Tanzimat’ın otoriter- liberal yönetimine ve reformların tepeden inmece olmasına muhalefet eden Yeni Osmanlılar’ın en büyük şikâyeti eski meşveret usülünün terkedilmesiydi. Çare ise bir anayasa getirmek ve ülkenin idaresini meşrutiyet hâline koymaktı. Üst üste iki padişahın tahttan indirildiği 1876 yılında, Yeni Osmanlılar hareketi ile bürokrasi ve ordudaki destekçileri bu hedefe her zamankinden daha yakındı. Anayasa taslaklarının havalarda uçuştuğu bir dönemdi. Midhat Paşa’nın, İngiliz Said Paşa’nın, Süleyman Paşa’nın ve daha başkalarının çeşitli düşünceleri ve önerileri vardı. Kimi Kanun-ı Cedid, kimi Kanun-ı Esasi diyor, kimi Meclis-i Mebusan’dan, kimi Millet Meclisi’nden, kimi Divan-ı Memâlik’ten bahsediyordu ama anayasacılar cephesinde niyetler birdi; ülkenin bir anayasa ve meclis sahibi olmasının zamanı gelmişti. Öte yandan Kanun-ı Esasi’ye giden sürecin tartışmasız geçtiğini veya herkesin anayasa taraftarı olduğunu da düşünmemek gerekir.

Henüz II. Abdülhamid tahta çıkmadan, V.Murad’ın başta bulunduğu sırada, 8 Haziran 1876 günü bir meclis-i mahsus toplanmış ve meşrutiyet konusunda meşveret edilmişti. Sadrazam Mehmed Rüşdi Paşa başta olmak üzere, halkın henüz hazır olmadığı gerekçesiyle birtakım kaygılar belirtildi. Hatta fetva emini bulunan Halil Efendi, asker sivil, bu kadar önemli zevatı toplanmış ve memlekete meşrutiyeti nasıl getireceklerini tartışırken görünce şöyle deyiverdi:

***

“Efendim siz umenâ-yı devletsiniz maşallah cümleniz ukalâdan ve umur didesiniz. Anadolu’nun, Rumeli’nin birtakım cehele-i Etrak’ını toplayıp da onlardan istifsar-ı rey ve tedbir mi edeceksiniz? Her işi adilâne rüyet ediniz. Şayet bir meselede istişare vaki olursa fetva-yı şerife müracaat ediniz”

Halil Efendi, “Hepiniz akıllı adamlarsınız, cahil Türkleri toplayıp da akıl soracak ne var?” diyor, işlerin eskisi gibi görülmesini, bir konuda danışmak gerekirse şeyhülislâmlığa başvurulmasını salık veriyordu. O toplantıda başta Cevdet Paşa olmak üzere Saffet ve Süleyman Paşalar kendisine müdahale ettiler. Anadolu’da ve Rumeli’de fikri sorulacak kişiler olduğunu, yani bir parlamentonun toplanması gerektiğini söyleyerek durumu kurtardılar ( Bkz. Selda Kaya Kılıç, Osmanlı Devletinde Meşrutiyete Geçiş. İlk Anayasanın Hazırlanması). Anayasa ve meclis isteyenler arasında bile padişahın konumu gibi çok temel konularda bir fikir birliği olmadığı için Halil Efendi’nin bu görüşlerini patavatsızlığına atfetmemek veya bütünüyle kişisel bir çıkış olarak değerlendirmemek gerekir.

***

II. Abdülhamid’in 31 Ağustos 1876’da tahta çıkışından sonra anayasa çalışmaları hızlandı. Şura-yı Devlet reisi Midhat Paşa’nın başkanlığında kurulan ve içlerinde Yeni Osmanlılardan Ziya Bey’in ve daha sonra katılan Namık Kemal’in de bulunduğu bir komisyon 8 Ekimde çalışmalarına başladı. 23 Aralık 1876’da ilân edilen Kanun-ı Esasi, tek tek kişilerin önerilerinden ziyade işte bu komisyonun çalışmasının ürünü olmuştur. Namık Kemal, “dünyada saltanatlar için ne kadar” anayasa yapılmış ise hepsini incelediklerini söyleyerek bu hususu şöyle vurgulamaktadır:

“Yazanlar, bitirinceye kadar, lâakal bin kitap karıştırdılar. Fransa Cumhuriyeti’nin kanun-ı esasisini veya Midhat Paşa layıhası namını verdiğimiz varakayı ele alarak, ötesini berisini keyfemayeşa tagyir ile bir şey meydana çıkarmadılar”.

Kanun-ı Esasi’nin ilânından birkaç gün önce sadrazamlığa getirilen Midhat Paşa’nın da yapılan işten en az Namık Kemal kadar gurur duyduğu, ondan fazla olarak da Osmanlı ülkesine gerçek bir meşrutiyetin getirildiği görüşünde olduğunu ileri sürebiliriz. Şöyle ki, paşa, vilâyetlere çektiği telgrafta artık “usul-i istibdata hitam verildiğini” müjdelemiş ve anayasa sayesinde kişisel özgürlüklerin garanti altına alındığını ve Osmanlı kavimleri arasında birlik ve tam eşitliğin sağlandığını söylemişti. 1876 Kanun-ı Esasisi’nin kişisel özgürlükler ve anayasal eşit vatandaşlık konularında ileri bir belge olduğu su götürmez bir gerçektir ama bu anayasanın, istibdata son vermesini siyasî bir söylem olmaktan başka nasıl yorumlayabiliriz bilmiyorum.

***

1876 Kanun-ı Esasisi ile getirilmeye çalışılan düzenin meşrutiyetle bir ilgisinin olmadığını ve bilakis, bir “anayasal despotizm” olduğunu rahatça ileri sürebiliriz. Kanun-ı Esasi ile kurulan ilk Osmanlı parlamentosunun “yetkilerine” şöylece bir bakmak bile bu husus hakkında bir fikir verebilir. Hükûmet üyeleri bu meclis tarafından değil padişah tarafından belirleniyordu. Padişah, tek tek bakanları atıyor, esasen bu işi kendi atadığı sadrazama bile bırakmıyordu (Madde 27). Hükûmet de temel olarak meclise değil, padişaha karşı sorumluydu.

Böylece yürütmenin yanısıra yasama da bütünüyle padişahın denetimi altındaydı. Meclis, yeni bir kanun yapılmasını veya mevcut bir kanunun değiştirilmesini tartışabilirdi ama bunu hükûmetin teklif etmesi gerekirdi. Kendi görevleri çerçevesinde meclisin de kanun düzenlenmesi ve değiştirilmesi önerisinde bulunma hakkı vardı ama bunu sadrazam vasıtasıyla padişaha sunarak izin alması gerekirdi (Madde 53). Eğer padişahtan izin alınamazsa, meclis bir kanunu görüşemezdi. Yasama konusundaki gücü, önüne gelen kanun layihasını kabul etmemekle sınırlıydı. Kısacası, ilk Osmanlı parlamentosu halk egemenliğinin uygulandığı bir yer olmayıp aslında bir danışma meclisi niteliğindeydi.

Bu yalnızca, meclisin kendiliğinden yasama işini yapamamasından kaynaklanmıyordu. Meclisi istediğinde toplantıya çağırma ve dağıtma yetkisi de padişahtaydı. Erklerden geriye kalan yargının, Osmanlı dünyasında göreceli olarak bir otonomisi hep olmuştur. Bu Kanun-i Esasi rejimi için de geçerliydi ama

orada da padişahın ve hükûmetin bir etkisi olduğunu yadsımamak gerekir. Bu sistemde güçler ayrılığı ilkesi çok zayıf kalmaktaydı ve dolayısıyla güçler birliği vardı. Tüm bu güçlerin başında da padişah bulunmaktaydı.

Birinci Meşrutiyet’te kurulan ama 1878’de padişah meclisi feshettiği için çok da uzun ömürlü olmayan bu sistemin ancak bir “anayasal despotizm” olarak nitelendirilebileceğinin en büyük kanıtı ise padişahın aşırı yetkilerine rağmen sorumsuz olduğunun Kanun-ı Esasi’de açıkça belirtilmiş olmasıdır. Beşinci madde aynen şöyledir: “Zat-ı hazret-i padişahînin nefs-i hümayunu mukaddes ve gayr-ı mesuldür”.

***

Buraya kadarı bile iktifa ederdi ama bir de meşhur 113. Madde var. Abdülhamid’in Mabeyn-i Hümayun feriki olan İngiliz Said Paşa, kendi kayınbiraderi Damad Mahmud Celaleddin Paşa tarafından taslağa ilave ettirildiğini söylediği bu maddenin Kanun-ı Esasi’yi hiç yazılmamış gibi yapacağını hatıratında anlatır (Bkz. Davut Erkan, Eğinli Said Paşa’nın Hatıratı). İlk hali çok daha yalın bir şekilde, padişahın şüphesi üzerine herhangi bir kişiyi ülke dışına çıkarma yetkisine sahip olduğunu belirten bu maddeye Said Paşa itiraz etmiş. Padişah bu itirazı önce dikkate alıp bu maddenin çıkarılmasını istemişse de ertesi günü kurşun kalemle yapılmış bir düzeltmeyi Said Paşa’ya gösterek “Eğer bu da kabul olunmazsa ben de Kanun-ı Esasiyi neşr etmem” demiş. Burada “Polisin malumat-ı mevsukesi üzerine taht-ı şübhede bulunanları zat-ı hazret-i padişahînin memâlik-i şahaneden” uzaklaştırarak cezalandırma yetkisinin olduğu yazılıymış. Said Paşa, “Polise istenildiği gibi emir verilir efendimiz bilirsiniz” demiş.

***

113. Maddenin padişahın istediği gibi düzenlendiğine hiç şüpheniz olmasın. Padişahın, polise ve başkalarına nasıl emir verileceğini bildiğine de. Tuhaf olan, 113. Maddeye dayanarak ilk sürgüne gönderilenin, sadrazamlığında Kanun-ı Esasi’nin ilan edildiği Midhat Paşa olması değil, Midhat Paşa’nın bu maddeye hiç itiraz etmemesi. Paşaya bu emri bildiren ve gemiye bindirilmesine nezaret eden de maddeye itiraz eden Said Paşa’dan başkası değildi.

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum