Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde Küçükyalı’da iki sinema varmış...
“Bostancı’nın az ötesinde, ‘55 nüfus sayımına göre 1.845 kişinin yaşadığı bir mahalleydi Küçükyalı. Neşe Sineması da, muhtemelen Küçükyalı sakinlerinin birbirlerini görebildikleri yegâne mekândı. ‘60’lı yılların sonunda ve ‘70’li yılların başında, semtin eskilerinden sinemanın hemen her gün dolduğunu işitmiştim.”
25 Ocak 1959, Pazar. İnsanlar, buz gibi bir tatil gününe, gazetelerin ilk sayfalarındaki “Küçükyalı’da dün gece bir sinema çöktü” veya “Küçükyalı’da geceki büyük fâcia” manşetleriyle başlar. Bu tamam da, Küçükyalı nerededir, İstanbul’da dahi bileni pek azdır. Oysa, Bostancı’nın az ötesinde, ‘55 nüfus sayımına göre 1.845 kişinin yaşadığı bir mahalleydi Küçükyalı. Neşe Sineması da, muhtemelen Küçükyalı sakinlerinin birbirlerini görebildikleri yegâne mekândı. ‘60’lı yılların sonunda ve ‘70’li yılların başında, semtin eskilerinden sinemanın hemen her gün dolduğunu işitmiştim. ‘59 yılının meş’ûm 24 Ocak gecesi de, başrollerinde Marlon Brando’nun ve Machiko Kyo’nun oynadıkları “Çayhane” filmine yüz doksan yedi bilet kesilmiş.
Filmin ikinci yarısının başlamasından on dakika kadar sonra, saat 22.15’den az önce olmalıdır, sinemanın önce balkon kısmı büyük bir gürültüyle aşağıya doğru kaymaya başlamış. Fâciadan şans eseri kurtulanlardan biri olan eczacı kalfası Ali Berberoğlu, olayı gazetecilere, “Binâ kademe kademe çöktü. Galiba iki dakika müddetle balkon yürür gibi üzerimize doğru eğildi. Eğer âniden çökseydi, hiç kimse kurtulamazdı” şeklinde anlatmıştı. Enkazdan sağ çıkartılanlardan Nevin Gürgün ise, balkonun çöküşünü, “Saat 22.00’de ara verildi. Beş dakika sonra filmin ikinci yarısı başladı. Daha on dakika bile geçmemişti ki, bir gürültü koptu. Ben güçlükle enkaz altından çıktım. Akrabalarım Müfit Gürgün ile karısı Beyhan gözlerimin önünde cân verdiler” şeklinde ifâde etmişti. Balkonun ardından binânın bütünüyle çöktüğünü biliyoruz. Savcılık, birkaç gün sonra, fâcianın nedenleri olarak, ardiye olarak inşâ edilen binânın sinema salonuna dönüştürülürken kolonlarının kesilmesini ve çimento oranının yüzde kırktan yüzde on beşe düşürülmesini açıklar.
Enkazdan cesetleri çıkartılan otuz yedi kişinin isimleri şöyledir: Ferhunde Sarı, Münür Sarı, Ömer Sarı, Nazlı Sarı, Şadiye Şölen, Toygun Öcal, Gülgün Öcal, Nilgün Öcal, Müfit Gürgün, Beyhan Gürgün, Sabiha Ersoy, Ayşe Müren, Türkan Samir, Zehra Samir, Niyazi Kırksekizoğlu, İlknur Kırksekizoğlu, Meral Yiğitbaş, Emin Kanat, Zehra Kanat, Muvaffak Erkal Tansan, Bahattin Göktan, Hasan Salepçi, Aynur Salepçi, Kemal Tosun, Gönül Süer, Celil Süer, Adnan Çevik, Hüsnü Özel, Öcal Özler, Ali Yıldız, Hüseyin Özdemir, Sadiye Şuhler, Kadri Sezgin, Zehra Karasu, Leyla Torun, Arif Sezer ve Sevgi Sadıkel. Neşe Sineması’nın tehlikeli görülen kalıntıları ayın 27’sinde yıktırılmış ve molozlar da kaldırılmıştır. Olaydan sonra mal sâhibi Hakkı Gündüz, inşaatın proje ve mesûl mimarı Bedri Çevik ve kalfa Yusuf Güngörmüş tutuklanmışlardır. Sinema işletmecisi Orhan Termiyeci’nin ise bir sorumluluğu saptanamadığından, hakkında işlem yapılmamıştır. Davanın 30 Temmuz, 12 Ekim, 24 Aralık, 4 Şubat 1960 ve 18 Ağustos celseleri basında büyük ilgi görmüştür. Yargılamanın 6 Şubat 1961 günlü celsesindeyse, mal sâhibi Hakkı Gündüz vefât ettiğinden hakkındaki dava düşmüş, inşaatın proje ve mesûl mimarı Bedri Çevik altı yıl hapis ve on bin lira para cezasına mahkûm edilirken, kalfa Yusuf Güngörmüş 26 Ekim 1960 günlü genel af kanunundan yararlanmıştır.
Neşe Sineması fâciası’nın kurbanlarından Emin Kanat’ın Toprak Mahsulleri Ofisi’nde çalıştığını, karısı Zehra’nın ise ev kadını olduğunu okumuştum. Küçükyalı’ya taşınmadan önce Fatih’te kirada otururlarken, hep kendilerine ait bir evlerinin olmasını istemişler, bir bankanın çekilişinde Küçükyalı’da kendilerine ikramiye evi çıkınca da, ağızları fiyonk olmuş. Ama, Küçükyalı neresidir, Fatih’te bir bilene rastlamamışlar. Sonunda Zehra merâkından semtin postacısına sormuş, Küçükyalı’yı postacı da bilmiyordur ama Zehra’ya zenginlerin sayfiyelerinden biri olarak işittini söylemiş. Maalesef sevinçlerinden kendilerine banka ikramiyesinden ölüm çıktığının farkına varmamışlar. Benzinci Enver Sarı ise, semt-i dildarının Neşe Sineması’nda otuz sekiz yaşındaki karısı Ferhunde’yi, on yedi yaşındaki oğlu Münür’ü, on dört yaşındaki kızı Nazlı’yı, dokuz yaşındaki oğlu Ömer’i ve on yedi yaşındaki yeğeni Şadiye’yi kaybetmiştir. Gazetecilere o gece sinemaya gitmeyi küçük oğlu Ömer’in çok istediğini söyler. Ömer’in enkazdan cesedi çıkartıldığındaysa, elinde sıkı sıkıya bir gazoz şişesini tuttuğu görülecektir. Molozlar kaldırıldığında, Müfit Gürgün’ün ve Beyhan Gürgün’ün cesetleri birbirlerine sarılmış hâlde bulununca çok kişi ağlar, zavallılar dünyadan gözleri açık gitmişlerdi. Müfit Gürgün birkaç istasyon ilerideki Kartal’da çalışıyordu. O gece amcasının kızı Nevin onlara yatılı misafirliğe geldiğinden karısıyla onu sinemaya götürmüştü. Müfit’in yaşlı annesiyse torunlarına, dört yaşındaki Atilla’ya ve üç yaşındaki Zerrin’e, bakmak için evde kalmıştır. Nevin enkazdan sağ çıkmasına rağmen, Müfit de Beyhan da artık yoktular.
Albay Mehmet Öcal’ın, Toygun, Nilgün ve Gülgün isimlerindeki çocukları Neşe Sineması’ndan sağ çıkamayanlardandı. Cenâzeleri Kadıköyü’ndeki Osmanağa Camii’nden alınıp, Sahra-i Cedit Mezarlığı’na defnedilmiştir. Ne zaman Sahra-i Cedit’e uğrasam, onlarla karşılaşıyorum. Topçu Albay Muhsin Özler’in oğlu Öcal Özler’in cenâzesi ise Maltepe Camii’nden kaldırılmıştı. Enkazdan cesedi çıkartılanlardan biri de, inşaatın proje ve mesûl mimarı Bedri Çevik’in kardeşi Adnan Çevik’ti. Tutuklu Bedri Çevik, kardeşinin cenâzesine katılmak istemişse de, savcılık izin vermediğini okumuştum. Oysa, merhûm Adnan Çevik ve Bedri Çevik, Manisa’da ‘42 ile ‘49 arasında valilik yapan Ali Rıza Çevik’in oğullarıydı.
Biz Suâdiye’ye ‘60’lı yılların sonunda yerleştik. O yıllarda televizyon yoktu, bütün eğlencemiz radyo ve sinemaydı. Şaşkınbakkal’daki Atlantik, Bostancı’daki Deniz ve Yıldız, Küçükyalı’daki 63 yürüme mesâfesinde olduklarından, en sık gittiğimiz sinemalardı. Yazlarıysa hemen her gece Suâdiye’deki Can, Şenesenevler’deki Bahçe, Şaşkınbakkal’daki Çiçek ve Caddebostanı’ndaki Budak arasında mekik dokuyup, film seçerdik. Ben ne zaman Küçükyalı’daki 63’e gitmeye kalksam, Uğur Apartmanı’ndan üst komşumuz Fatma Hanım ve yandaki Kültür Apartmanı’ndan Fevziye Hanım teyzelerimin hemen on yıl kadar öncede kalan Neşe Sineması’ndan dem vurduklarını anımsıyorum. Oysa, Erşed Bekman’ın projesini Mimar Fatin Uran’a yaptırdığı Sinema 63, bir tasarım harikasıydı. Mimarî açıdan, akılcı, işlevsel, sade ve âhenkliydi. Altıntepe yönünden doğru gelirken ilk göze çarpan şey, soldaki bu yapının yüksek yan duvarının cadde tarafındaki üst köşesine yerleştirilen Sinema 63 yazısıydı. Sinema, Bağdat Caddesi ile Lale Sokak’ın kesiştiği yerin doğu tarafındaki adada ve bu adanın baştaki parseline uzunlamasına inşâ edilmişti. Bu noktadan itibaren Örümcek Bayırı başladığından, binâ, doğu yönündeki araziden çıkmış gibi görünürdü. Bir zemin üzerinde yüksek tavanlı tek kat olan binânın, birkaç basamak merdivenle çıkılan sinema giriş kapısının sol tarafındaki camlı cephesinde bir kafe, bir Singer bayii, bir fotoğrafçı ve bir kuaför bulunuyordu. Giriş kapısının üzerinde, filmin ve oyuncuların isimlerinin yazıldığı raylı bir blok vardı. Her hafta filmin ve oyuncularının isimleri, bu bloktaki raylara harfler yerleştirilmek suretiyle değiştiriliyordu. Bu bloğun daha küçük dört adet benzeriyse sol taraftaki dükkânların üzerinde bulunuyordu. Gişe, kapıdan girince, içeride ve tam karşıdaydı. Oradan bir merdivenle alt kata iniliyordu. Fuayede, salonun karşı cephesindeki duvara Boğaziçi resmedilmişti. Tavandan sarkan kutu şeklindeki avizeler ise çok dikkat çekiciydiler. Bu avizelerin dört yüzeyine rengârenk misketler yerleştirilmişti. Misketlerden yansıyan ışık fuayede büyülü bir atmosfer yaratıyordu. Sinema 63’de tuvaletler ve vestiyer ücretsizdi. Yer göstericilerine de para verilmiyordu. Kabuklu yemiş ve patlamış mısır satılmayan büfesinin klasikleriyse, Alaska Frigo, Alaska Koko, Çamlıca, kahverengi cam şişesindeki Tamek ve dipten yukarıya doğru üçgen biçiminde daralan cam şişesiyle Meysu’ydu.
Sinema 63, gazetelerden öğrendiğime nazaran 7 Aralık 1963 günü suarede hizmete açılmış. İsmini de açıldığı yıldan almış. Sinemada bütün filmler alt yazılı olarak gösteriliyordu, dublajlı filmse asla oynatılmıyordu. O tasarım harikası binânın yerine sonradan altında dükkânlar ve üstünde dört katlı bir apartman olan 111 A, 111 ve 111 B kapı numaralı çok çirkin bir binâyı diktiler. Birkaç yıl önce onu da yıktılar, yerine inşâ edilen binâysa eskisinden beter oldu. Bugün Sinema 63’ü hatırlayanların sayısı çok az, orasını şimdi sadece minibüsçüler “63 Durağı” olarak biliyor. Rahmetli annem alzaymıra yakalanmadan önce en son Mine Sokak’ta oturmuştu, her sabah onu ziyârete gittiğimde minibüsten durakta iner ve gözlerim bir müddet karşı sırada Sinema 63’ü arardı.
Sinema 63’e gelmeden “Nokta” denilen mahalden Değirmen Yolu’na saptığınızda şâir ve yazar Mehmet Başaran oturuyordu, Sinema 63’ü geçinceyse Köy Enstitülerinin tarihçisi Pakize Türkoğlu ‘60 sonlarında ve ‘70 başlarında Mektep Sokak’taki Yetiştirme Yurdu’ndaydı. Pakize Teyze’nin oğulları Gürcan ve Gürsan yaşıtlarım sayılır. Gürcan diplomat oldu, Gürsan ise kitap çevirileriyle uğraştı. Mehmet Başaran’ın kızlarından Filiz bizlerden beş altı yaş büyüktü, bugün en iyi ressamlarımızdandır, Deniz ise sanırım ‘55’liydi, aklımda bir ara gazetecilik yaptığı kalmış, yanlış anımsamıyorsam da ‘89 yılında otuz dört yaşındayken aramızdan ayrılmıştı.
Küçükyalı merkezini geçince iki yüz metre kadar ileride Çınar mevkii başlıyor, oradaki Bizans dönemi kalıntısında orta mektepten arkadaşlarımla, okulu kırdığımızda, az gıldır oynamadık. Gıldır, bir tür paralı kumardı. Alessandra Ricci ve Gülgün Köroğlu o mahalli kazana kadar, kalıntıların Bryas Sarayı’na ait olduğu söylenirdi. Bu hataya da Semavi Eyice’nin ‘59 yılında yayımlanan “Bryas Sarayı” başlıklı makalesi neden olmuş. Ama, kazıların sonucunda, dört payeli ve üstü kubbeli mekân ile bitişiğindeki her sırada dört paye tarafından taşınan yirmi sekiz küçük kubbe ile örtülü dikdörtgen planlı, duvarları Horasan harcı ile kaplanmış ve muhtemelen sarnıç olarak kullanılmış olan binânın, Bryas Sarayı değil, kare içinde haç planlı bir manastır kilisesi olduğu kanısına varılmıştır. Kayıtlar da bu manastır kilisesinin 9’uncu yüzyılın ikinci yarısında Azîz Mikhael’e adanmış olması ihtimalini kuvvetlendirmiştir. Yıllar sonra, İstanbul Arkeoloji Müzesi uzmanları Alpay Pasinli ve Cihat Soyhan ise, Dragos’un doğusundaki Cevizli’de bulunan eski Tekel işletmelerine ait bahçenin denize yakın kısmında yaptıkları kazı çalışmaları sonucunda, erken Bizans Dönemi’ne tarihlendirilen bir hamamı ve sâhilinde de bir liman kalıntısını ortaya çıkartmışlardır. Kazılar sırasında bulunan mermer pencere sisteminin, pencere camlarının ve damgalı tuğlaların benzerlerinin büyük saraylarda görülmesi, bu kalıntıların Bryas Sarayı’na ait olduğuna açıklık kazandırmıştır. Zâten Raymond Janin’e göre de, Bryas Sarayı, Küçükyalı’da değil, epeyce ilerideki Dragos mahallinin doğusunda ve denize yakın bir konumda değil miydi?
Bryas Sarayı’nın kalıntılarına yürürken, kulaklarımda Michel Fugain’in “Je n’aurai pas le temps” şarkısı yankılanmaya başladı: “Même en courant / Plus vite que le vent / Plus vite que le temps / Même en volan / Je n’aurai pas le temps, pas le temps”. Şarkının nereden rüzgârla kulaklarıma taşındığını elbette biliyorum, onu ‘70 başlarının Dragos’unda işitmiştim, bekleyin, Bryas Sarayı’ndan tepeye doğru çıkarken hikâyesini yazacağım..