Vicdanın sesini boğmak
“Kafamızdaki Sesler” başlıklı yazıma sığdıramadığım bazı düşüncelerimi fikircografyasi.com platformunda yayınladığım “Kafamızdaki Sesler Susunca İçimizde Bir Canavar Uyanır” başlıklı ikinci bir yazıya döktüm. O yazının başından ve sonundan iki bölümü küçük değişikliklerle iktibas edeceğim:
Kafasındaki sorgulayan, şüphe eden, itirazda bulunan sesleri susturmuş insanları çok tehlikeli bulurum...
Beyinlerinin boşluğunda “her şeyi çözmüş”, “mutlak doğruya erişmiş” tek bir ses yankılanır durur böyle tiplerin.
Acabaları yoktur, tereddütleri yoktur, şüpheleri yoktur.
Ahlaki, vicdani, insani sorumluluklar hissetmezler.
Kafalarındaki sesler korosundan ahenkli sesler çıkarmakta zorlananlar “huzuru”, başta vicdanlarının sesi olmak üzere uyarıcı, frenleyici, düşündürücü sesleri bastırmakta ararlar.
İtiraz eden, sorgulayan, eleştiren her sesi boğacak tek bir ses olsa rahat edeceklerini sanırlar.
Bu bir yanılgıdır.
İnsanı “insan” yapan o iç çatışmalar, şüpheler ve sorgulamalardır ve onların eksikliği hiç de arzulanacak bir şey değildir.
İç çatışmalardan tamamen arınmış bir zihin, sosyopati gibi hastalıklara gebedir.
Sosyopatların vicdan muhasebesi yapan, empati kuran, ahlaki çatışmalar yaşayan iç sesleri ya çok zayıf olur ya da hiç olmaz.
Yani iç seslerin tamamen ortadan kalkması sükûnete, huzura, rahatlığa değil de canavarlığa götürebilir insanları!
../..
Aşırı hırslı tipler, aşağılık kompleksi içinde olanlar, özgüveni düşük kimseler ve sürekli korkutulup endişeyle yaşamaya mahkum edilen insanlar, vicdanlarının seslerini boğmaya daha mütemayil olurlar.
Bu “iç sağırlığın” yaygınlaşması, maşeri vicdanın da altını oyar. Korkular yayıldıkça, insanlar hayatta kalma mücadelesinde vicdanlarını bir lüks olarak görmeye başlarlar. Empati yetenekleri körelir, merhamet duyguları zayıflar ve sonunda birbirlerine karşı yabancılaşırlar.
İnsanlığımızı korumamızın yolu, içimizdeki seslerin çeşitliliğini muhafaza etmekten geçer.
Zira içimizdeki karmaşa, aslında insan olmanın normal ve doğal bir neticesidir.
Vicdanın sesine kulak verecek cesareti göstermek, güçlü olmaktan daha değerlidir.
Unutmayalım ki, bizi “insan” kılacak olan, içindeki tartışmaları susturmuş berrak bir zihin değil, o tartışmaları dinleme ve yönetme becerisine sahip sağlıklı bir ruhtur. İç sesleri susturulmuş toplumlar, canavarların kol gezdiği karanlık ormanlardan farksızdır.
Şimdi bu düşüncelerle sosyal medyaya baktığımda içim daralıyor.
Yazdıklarından, vicdanlarının sesini tamamen susturmuş oldukları anlaşılan insanların çokluğu beni ürkütüyor.
Kafalarında, “acaba haksızlık ediyor, ya da bir haksızlığa göz yumuyor olabilir miyim”, “zulmediyor ya da zulmü alkışlıyor olabilir miyim”, “kul hakkına giriyor ve öte tarafta hesabını veremeyeceğim veballeri yükleniyor olabilir miyim” diyen hiçbir ses bırakmamış tipler görüyorum.
İçlerinde “tavrım ahlaki mi”, “tutumlarım inançlarımla, ilkelerimle, doğrularımla uyumlu mu?” diye soran sesleri bastırmış kimseler…
Zihinlerinde, “şimdi coşkuyla alkışladığım, ya da yapılmasını içten içe memnuniyetle karşıladığım şeyler bana, sevdiklerime yapılsaydı tavrım aynı mı olurdu?” gibi sorular yok!
Akıllarında, “alenen ya da tepkisiz kalarak destek olduğum haksızlıklar, yanlışlar yarın beni de vurabilir mi, hayat kalitemi aşağı çekebilir mi, hürriyetimi sınırlayabilir mi, beni fakirleştirebilir mi”, “alkışlayarak meşrulaştırdığım hukuksuzluklar yarın benim de başıma bela olabilir mi” gibi mantıki sorgulamalar da yok!
Ama kafalarında vicdanın, ahlakın, empatinin, mantığın seslerini bastırmak için olabildiğince yükselttikleri başka sesler var!
Bencil çıkarlar, hırs, kaygı, korku, özgüvensizlik gibi “karanlık” hisler korkunç çığlıklar atıyor!
Bu tablo, “Sineklerin Tanrısı” romanında anlatılan bir sahneyi çağrıştırıyor.
Bir adaya düşen küçük çocuklar, gece karanlığında koşarak yanlarına gelen arkadaşlarını korktukları canavar zannedip öldürürler.
Gün ışıdığında sahilde, zavallı arkadaşlarının cansız bedenini görünce akılları başlarına gelir.
Fakat artık olan olmuştur.
Katil olma yükünü ömürleri boyunca taşıyacaklardır.














